‘Saatler’ okumadan önce, hakkında çok az şey bildiğim bir romandı. Kitapta birbirine paralel üç kadının öyküsü anlatıldığını ve bu kadınlardan birinin‘Saatler’ okumadan önce, hakkında çok az şey bildiğim bir romandı. Kitapta birbirine paralel üç kadının öyküsü anlatıldığını ve bu kadınlardan birinin Virgina Woolf olduğunu biliyordum. Romanın yazarına Pen ve Pulitzer gibi iki ödülü kazandırdığını biliyordum ve bir de Stephen Daldry tarafından çekilmiş uyarlama bir filmi olduğundan haberdardım. Bütün hâkimiyetim bu kadardı ve hiç daha fazlasını merak etmemiştim. Filmi defalarca önüme gelmiş olmasına ve bünyesinde çok sevdiğim iki oyuncuyu (Nicole Kidman ve Merly Streep) barındırmasına rağmen izlememiş olmam da, bir sebeple ‘Saatler’e sebepsiz bir gıcıklık beslediğimi gösteriyor :) O yüzden bu beklenmedik okuma, bana başlangıçta külfet gibi gelse de; ülfetle birlikte memnun olduğumu söyleyebilirim. Şimdi gönül rahatlığıyla filmini izleyebilirim.
Diğer yandan bu kitabı henüz okumamış olanlar için bir şeyi belirtmek istiyorum: Henüz Virginia Woolf’un “Mrs. Dolloway” isimli romanını okumadıysanız; bu romanı okumanızı tavsiye etmem. Zira eser, Virginia Woolf’u kitabının ana karakterlerinden bir tanesi yapmakla kalmıyor, onun en önemli eserlerinden bir tanesi olan “Mrs. Dolloway”in örgüsünü, kitapta anlatılan hikâyenin zemini olarak kullanıyor. Hatta kitabı okuyacaklara spoiler olmasını istemem ama Cunningham, yarattığı karakterlerle Woolf’un eserindeki karakterlerin bir yansımasını ortaya koyuyor. Ve bu öyle bir yansıma ki kaderleri ve yaşamlarını da Woolf’un karakteriyle neredeyse birebir sonlanıyor. O yüzden öncelikle “Mrs.Dolloway” okuması yapmanız, eserden alacaklarınızı kat be kat arttıracaktır, söylemek isterim. Diğer yandan ben bu bilgiden mahrum yaptım okumamı. Ancak seneler önce, lise çağlarındayken “Mrs. Dolloway”i gençliğimin huzurunda özensizce okuyup, ezmiştim. O senelerden gelen Dolloway, Bradshaw, Evans, Septimus anımsamaları bana oldukça yardımcı oldu. Keşke o kitabı daha yakın bir zamanda okusaydım diye hayıflanmadım da değil elbette.
Romanda üç tane kadın karakter var: Virginia, Laura ve Clarissa. Bu kadınlar ayrı zamanlarda ve farklı koşullarda yaşamaya çalışan kadınlar. Bu yaşama uğraşını çok kavgalı şekilde veren üç kadının belli ortak özellikleri var tabi. İç çatışmaları zaman zaman birbirlerine çok yaklaşıyor ve hikâye gücünü buradan alıyor. Onların beyinlerindeki çelişkiler –tıpkı Virginia Woolf’un ustası olduğu- bilinç akışı tekniğiyle okuyucuya gösteriliyor. Yazarın gösterme biçiminde hep bir sır perdesi var ama. Hayatlar arasında bir bağın nasıl kurulacağına dair özellikle tasarlanmış bir gizlilik durumu. Nedense ben hikâyelerin hiçbir şekilde birbirine bağlanmayacağını düşündüğümden böyle bir beklenti içinde okumadım. Benim için Virginia Woolf’un öyküsü dışındaki diğer iki öykü, Woolf’un hayaletinin dokunduğu kadınları barındıran, tek ortak noktasının bu olduğuna inandığım hayatlara aitti. O yüzden hikâyeler Mrs. Dolloway nezdinde düğümlenip yek olunca, ekstra etkilendim. Kitabın son elli sayfası su gibi aktı gitti ve beni “Mrs.Dolloway”i okuduğum zamanlara götürdü. Hatta bir ara internete girip, aceleyle “Mrs.Dolloway” ile ilgili hatırlama yapmamı sağlayacak sayfalara yöneltti.
Kitabın ismi ise hoş bir oyuna gönderme: Saatlerin prangaladığı insan. Özellikle Laura’nın evdeki banyo dolabını açıp, rutin ilacını aldıktan sonra, bütün kutuyu içme arzusuyla savaşımı beni çok etkiledi. Hayatın monotonluğunda bizi ölüme yaklaştıran da, bizi o yaklaşma içindeyken bir bıçak gibi en uzağa savuran da bir sürü ayrıntı var. Yazar bunların hepsinin altını çizmemiş ama birkaç örnekle o anların hepsine bir selam vermiş. Kitabın sonuna geldiğimizde, aynı Laura’nın bambaşka bir amaçla hazırlanmış olmasına rağmen; yine de o sofraya o şekilde konuk olabilmesi de ancak hayatın kendi munzur ve zalim oyununu gösteriyor. Bu tarz bağlantılar beni çok etkiledi işte. Büyük spoilerlar vererek, kitabı okumadan, bu yorumu okuyanları bozguna uğratmak istemediğimden konusuyla ilgili daha fazla bir şey söylemek istemiyorum.
Onun dışında kitapla ilgili en dikkat çekici özelliklerden bir tanesi ise; cinsel rollerin birbiri içine geçmiş bir şekilde ele alınmış olması ve asla marjinal ya da aktivist bir söylem oluşturulmamış olması. Tıpkı Virginia’nın hayatındaki ve romanlarındaki gibi. Bunun bilinçli bir çaba olduğunu zannettiğimden, bu da çok hoşuma gitti.
Özetle ben beğendim. Şimdi sıra filminde. Merak edenlere tavsiye ederim....more
Aslında çok yorgunum. Üç gün elimden hiç düşürmediğim ‘Düzeltmeler’ bitti. Biterken de benden bir sürü şeyi götürüp, yerine ötelediğim; mış gibi yaptıAslında çok yorgunum. Üç gün elimden hiç düşürmediğim ‘Düzeltmeler’ bitti. Biterken de benden bir sürü şeyi götürüp, yerine ötelediğim; mış gibi yaptığım bambaşka şeyleri koydu gitti. Üzgünüm.
Üzerimde yarattığı yıkımdan bahsetmem zor ama en temelinde ‘Düzeltmeler’, roman gibi bir roman. Öylesine ayrıntılarla ve muazzam derecede gerçekçi bir şekilde örülmüş ki insanın herhangi bir duygu birliği yaşamaması imkânsız gibi geliyor. Ailesinde tozpembe bir dünyaya sahip olanlar var mı aramızda, bilmiyorum. Eğer öyleyse kitap size biraz ‘fazla’ gelebilir. Fakat ben çoğunluğumuzun bu hikâye karşısında ortak bir utancı ve mutsuzluğu paylaşacağına inanıyorum. Öylesine tam ve kusursuz hissediliyor ki Franzen’in anlatımıyla Lambert Ailesi’nin yaşadıkları, tanıklığınız bir süre sonra herhangi bir duygu birliğinden öteye gidiyor ve kendi tarihinizdeki minik ayrıntıları anımsayıp, analiz edip, onlara dertlenir buluyorsunuz kendinizi. Bir de henüz yolun sonuna erişmemişler için çok acımasız bir kehanette bulunuyor yazar. Herkesin hem haklı hem de haksız olduğu bir masal var karşımızda. Bir varmış bir yokmuş… Lakin var olanda, yok olan da acıtıyor. Zaman zaman maskelediğimiz, üzerine bir perde çektiğimiz her ayrıntının aslında ilerdeki kararlarımızda nasıl büyük puntolarla söz hakkı sahibi olduğunu gösteriyor. Hatalarımızın, geçmişimizin elinde nasıl sinsice örüldüğünü ve her şeye en nihayetinde insan olmak diyip, işin içinden çıkabildiğimizi.
Çok şey var söylenebilecek romanla ilgili. Bunların büyük çoğunluğu üzerimdeki tesiri üzerine olacağından fazla uzatmak istemiyorum. Franzen ile tanıştığım için çok mutluyum. Beni yıkıp geçmiş olsa da bazen bir yazarın gelip size cimdik atıp farkındalık kazandırması insanın kendiyle olan kavgası için çok güçlü bir silah olabiliyor. Son dönemde okuduğum yazarlar arasında keşif diyebileceğim ve diğer eserlerini de büyük bir merak ve heyecanla okuyacağım bir edebiyatçı bulmaktan çok mutlu olduğumu da eklemek isterim. Artık böylesi heyecanlar çok sık yaşanamıyor bende. O açıdan da farklı bir değeri oldu.
Tek Başına Bir Adam, yabancılaşma kavramını 130 sayfada o kadar güçlü ve gerçekçi işliyor ki en büyük güzelliği bence burada yatıyor. Savaş sonrası AmTek Başına Bir Adam, yabancılaşma kavramını 130 sayfada o kadar güçlü ve gerçekçi işliyor ki en büyük güzelliği bence burada yatıyor. Savaş sonrası Amerika’sında var olabilecek bütün “öteki”leri neredeyse bünyesinde toplamış olan karakterimiz George bir yandan da kaybettiği partneri Jim’in yasını tutarken, hikâyesini alıştığımız o melodramik çıkmazlardan hiçbirisine sokmuyor. Diğer yandan da bu “öteki” durumunu tek katmanda değil, farklı farklı katmanlarda ele alıyor. Çok hayata dair işte bu roman. Bundan önce Stoner’ı okumuştum. O romanesk anlatının yerine, bu romandaki insanın hissi dünyasını gözler önüne seren ama serdiğinden de keskin çıkarımlar yapamayacağımız anlatıları daha çok seviyorum. Çünkü tam olarak insan olmanın böyle bir şey olduğunu düşünüyorum. George sanki yanımdaydı. Sanki kitaptaki gibi onunla 24 saat geçirme fırsatı buldum ve şahitliklerim romanda geçenler oldu. Öğrencileriyle yaptığı konuşma, arkadaşı ile sarhoşken konuştukları ve kitabın son bölümündeki parçalar romanın en sevdiğim bölümleri oldu.
Diğer yandan lgbtt romanı olarak lanse edilen bir eser olmasına rağmen kategorinin diğer eserleriyle pek benzeşmiyor. Andre Gide’nin ‘Ayrı Yol’, Baldwin’in ‘Giovanni’nin Odası’, Aciman’ın ‘Adınla Çağır Beni’ gibi romanlarında karakterlerin cinsel yolculukları olabildiğince hikâyenin ana itkisidir. Haliyle konunun ele alınış şekli çok boyutlu olsa bile her zaman bir eşcinsellik söylemi çıkarmaya müsaittir. Veyahut Gore Vidal’in ‘Kent ve Tuz’unda olduğu gibi eserin ana izleği direkt o yolun keşfi olabilir. Neyse, temelde “Tek Başına Bir Adam”ın bu eserlerle birlikte anılmasına rağmen, onlara hiç benzemediğini söylemek istiyorum. Karakter her noktada yabancılaşmanın içine daldığından derdi izlenirliğini kaybetmiş durumda belki de. Isherwood’un da marjinal kaygıları olmamış yazarken belli. Bu eseri başkalaştırmış. Diğer türdeşi eserleri de çok seviyorum ama bu romanı, bu açıdan ayrı bir sevdim.
Haliyle kitabı beğendim. Güzel bir okuma sundu. Mutlaka okumanızı tavsiye etmiyorum ama biraz ilginizi çektiyse okumaktan kaçmayın. Sonrasında Tom Ford tarafından kotarılmış filmini de izlemenizi tavsiye ederim. Tom Ford’un mesleki birikimini aktardığı bir film de olan uyarlama, her ne kadar estetik kaygının birçok şeyin önüne geçmesinden kaynaklı kitaptaki gerçeklikten uzaklaşmış, başka bir atmosfer vaat etse de yine nefis bir filmdir. George’ı görmek herkese biraz iyi biraz kötü gelir, bakmak lazım.
Lanark hakkında genel kanımı kısaca söylememi isteseniz; çok iyi olmanın kenarından dönmüş bir roman olduğunu söylerdim. Kitapla ilgili farklı farklı Lanark hakkında genel kanımı kısaca söylememi isteseniz; çok iyi olmanın kenarından dönmüş bir roman olduğunu söylerdim. Kitapla ilgili farklı farklı başlıklarda, hepimizin farklı yorumlamış olduğunu hayretle fark edeceğimiz çok şey konuşmak mümkün. Bence en temel problem de burada yatıyor zaten. Karmaşanın da kendi içinde bir düzeni olmalı. Özellikle insan kaleminden çıkma kurmacalarda. Fakat Lanark’ın bu düzeni de kendi içinde karışmış durumda. Yazar şık oyunlar, efsane Hatime bölümü ile yepyeni bir tazelik katmaya çalışmış; bir yandan da edebiyat tarihine bir resmigeçit yapmış, okurunu da soğuk suyun altına sokup biraz kendine getirmiş vs hepsine tamamım. Ancak tüm bu çabalarında tıpkı kitapta büyücü namıyla karakterleştirdiği kendisine dönmüş. Zaten bu bölümde yazarlığın, yaşadıklarının kaleminde başkalaşıp, edebileşip sözcüklere dökülmesiyle meydana geldiğini söylüyor. Mutlaka da öyledir. Hem Gray için hem de başka bir sürü yazar için. O yüzden yazar kendi kişisel tarihinin tanıklıklarını, yeni dünyanın dönüşümünü, yalnızlaşmayı ve yabancılaşmayı; tercih ettiği sürreal bir yöntemle aktarmayı seçmiş. Bunu yaparken de bir yolculuk kurgulayıp, ayrıksı görünen ama aslında çok sıradan biri olan karakteri Lanark’ı belli sarmalların içinde dolandırıp, klasik yapıya zaman zaman çelme takan bir öykü tasarlamış. Tam can alıcı noktada da kendini romana dahil edip bir edebiyat şovuna sahiplik yapmak istemiş. Başarısız olduğunu da söyleyemem. Fakat kafası karışık ya da aklı çok yüklü yazarın anlattıkları, Lanark gibi beni de biraz yordu. Bazı ayrıntıları, yönetmenlerin sırf çekimi güzel olduğu için filmin bütününe hizmet etmese de, hatta filmin değerinden eksiltse bile kullandıkları o biricik sahneleri gibi. Her bölüm kendi içinde güzel ancak bütünde bir kakafoni, bir bulanıklık. Kitapla ilgili bence en büyük eksiklik bu. Yazar okurun, kutsal ruh olduğu bölüm var ya, burada bahsettiği gibi kutsal ruhu kaybetmemek için, kanıksatmış. Bir yerden sonra garipliklerin değeri sıfıra denk düşüyor. Belki de “Uykuda Çocuk Ölümleri”nin ardından bu kitabı okuduğum için böyle hissediyorum bilmiyorum.
Diğer yandan Lanark çok olağandışı bir roman. Böylesi denemelere sanatın her alanında, yapılardan ve geleneklerden sıkılmış bir insan olarak olumlu yaklaşıyorum. Tarih, din, sanat, politika, yaşam, cinsellik ve aklınıza gelebilecek daha başka bir sürü konu hakkında Alasdair Gray’ın fikirlerini görüyoruz. Kapitalizm hakkında birçok yazar kurmaca yazmıştır mesela ama Gray içlerinde cidden parlayacak bir şekilde derdini anlatıyor. Fantazyanın ögelerini çok dozunda ve yerinde kullanıyor. Yarattığı modern dünyanın işleyişindeki distopik yapı ayrı bir şekilde anlatılsa ve romanın omurgası bu olsa mesela çok başarılı bir yapıt ortaya çıkabilir. Bu kadar zengin hayalgücünü romanın fonunda göstermeyi tercih ediyor. Tıpkı ergen Thaw gibi motifleri nerede kullanmak konusunda kararsız ya da haddiden daha büyük şeyler anlatmak ve göstermek istiyor, bilmiyorum. Sadece kısmen hissedilen bir odak sorunu olduğunu söyleyebilirim. Belki Gray bunu istemiştir onu da bilmiyorum. Yine de tüm metaforlar ve simgeler adrese teslim tek tek yerlerine ulaşıyorlar.
Çeviri bana bir rahatsızlık vermedi, hatta zaman zaman çok lezzetli olduğunu düşündüm. Metis’in özenli yayıncılığından, baskıdan ve tasarımdan söz etmeme gerek yok herhalde. Mutlaka okuyun demiyorum size ama kalıplaşmış fantazya yazınına alternatif bir kitap arıyorsanız kesinlikle okuyun. Pişman olmayacaksınızdır.
Trans-Atlantik çok özel bir roman. Öyle her gün karşımıza çıkmayan bir tavır ve yazarlık örneğiyle karşılıyor bizi. Yukio Mişima'nın Japon ulusuna ve Trans-Atlantik çok özel bir roman. Öyle her gün karşımıza çıkmayan bir tavır ve yazarlık örneğiyle karşılıyor bizi. Yukio Mişima'nın Japon ulusuna ve geleneklerine eserleri vasıtasıyla ettiği bağlılık yemininin bir ritüele dönüşmesinin antisini görüyoruz burada. Eser ilk satırından son satırına kadar bir ulustan kopuş ve özgürleşme alegorisi. Bunu yaparken Gombrowicz o kadar sert bir hikaye kurguluyor ki kendi çelişkilerinin de çelişkilerini dahi özeleştiri içinde vermekten çekinmiyor. Nihayetinde aldığı kararlar ve milletine-milliyetine karşı tutunduğu tavırla çok başka bir yerde konumlanıyor. Normalde antimilitarist eserlerde yazarların savaşa karşı savaş açtığını çok açık okunurken, bir yandan da kimliklerini her şeye rağmen ulusal rozetlerine göre çizdiklerine şahit oluruz. Keza bu kişinin içsel çatışmalarının çok daha yoğun olduğu, daha içte geçen bir sürecin kahramanı olmalarını sağlar. Ancak Witold en baştan içsel çatışmalarından kurtulup, Polonyalılığa dair her ayrıntıyı kendisinin dışında ve tamamen dışta resmediyor. Böyle olunca eser sadece antimilitarist bir kimliğe sahip olmaktan çıkıp, çok daha farklı fikirlerin arenası haline geliyor. İçinde yaşadığımız coğrafyanın da bize sık sık sordurttuğu soruları mercek altına alırken, ülkesinin tarihiyle beraber yaşamaktansa o tarihin bir aktörü olmadığının altını koyu renkli kalemlerle çizip duruyor. Metaforları akıllıca ve keyifli tercihlerinden yana kullanıp, hikayenin akışı içerisinde doğduğu toprakların siyasetinden kaynaklı bir sorumluluk taşımadığını yüzümüze tükürüyor.
Ne anlattığı kadar, nasıl anlattığı da önemli elbette. Çok daha Apollonik bir dil ve içerik belirleyebilirdi kendine ancak Witold bunu tercih etmemiş. Kara mizahın ironiyle dans ettiği grotesk-alegorik bir yarı kurmaca yazmayı tercih etmiş. Bu anlamda bütün göndermelerin tek tek adrese teslim olduğu bu kısa roman boyunca, yazar o senelerde bu cesaret ve dürüstlükle nasıl bir roman yazabilmiş diye sordurttup duruyor. Bunun için ayrıca bir alkışı hak ediyor.
Kesinlikle iyi bir roman 'Trans-Atlantik'. Yazara karşı ilgi doğuruyor ve keşke ilk okuduğum kitabı bu olmasaydı dedirtiyor.
Çeviri ise Neşe Taluy Yüce tarafından, Lehçe aslında büyük bir emek verilerek yapılmış, belli. Okuma zevkinize kötü çevirisi darbesi inmeyeceğinden emin olarak edinip, okuyabilirsiniz. Biraz daha fazla anti milli bilinç adına düşünmek adına, kesinlikle okunması gereken eserlerden bir tanesi diyorum.
Yorumumu ikinci cildin okumasını bitirdikten sonra gireceğim. Ancak puanlama konusunda büyük değişiklikler olmayacakmış gibi hissettiğimi söyleyebilirYorumumu ikinci cildin okumasını bitirdikten sonra gireceğim. Ancak puanlama konusunda büyük değişiklikler olmayacakmış gibi hissettiğimi söyleyebilirim. ...more
Flannery O’connor, Amerikan Gotiği’nin öncesine, Büyük Buhran’ın içine doğmuş; ülkesinin aidiyet kurduğu ya da kuramadığı taraflarına öykülerinde kinaFlannery O’connor, Amerikan Gotiği’nin öncesine, Büyük Buhran’ın içine doğmuş; ülkesinin aidiyet kurduğu ya da kuramadığı taraflarına öykülerinde kinayeli şekilde yer vermiş, yazarlığını ‘ayna’ gibi kullanabilmiş yetenekli yazarlardan bir tanesi. O’connor gibi yazarları, yazdığı zamandan ve toplumdan bağımsız değerlendirmeye çalışırsak büyük yanılgılara düşmemiz kaçınılmaz olur. O yüzden olabildiğince analoji kurmaya çalışmak doğru olur.
Öyküleri ilk okumaya başladığımda Hemingway ve Steinbeck ikilisinin Amerikasına o kadar sert maruz kaldığımı düşündüm ki, ardılı olarak Oconnor’ın bir tekradan mı ibaret olduğu fikrine kapıldım. Ancak hikayeler ilerledikçe dönemdaşı sayabileceğimiz Tennese Williams, James Baldwin, Salinger gibi yazarların birbirine öykünmeyen edebiyatlarının özgünlüğünde bir edebiyat bulduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Yani Amerikan edebiyatı diyip geçmeyin.
Kitapta 10 öykü bulunuyor, bunlardan bir tanesi (Mülteci) uzun öykü olarak yazılmış. Hikayelere ayrı ayrı bakmak en doğru değerlendirme şekli olacaktır diye düşünsem de, genel bakacak olursak hepsinin omurgasında dini bir altmetin olduğunu açıkça görebiliriz. Hayatının son yıllarını dindar bir münzevi olarak yaşamış Oconnor’dan bu tarz öyküler okumak beni şaşırtmadı ancak dini alt metinlerin insanların yozlaşması üzerinden aktarılması (haliyle ortaya dinin yozlaştırıcı etkisini de açıkça koyduğundan) beni biraz şaşırttı.
Tüm öykülerde Amerikan kırsalındaki içine kapanmış, o meşhur rüyaya ucundan köşesinden bile dahil olamamış, cahil ve yoksun insanlar başrolde. Ve bu insanlar cehaletle o kadar bütünler ki iyiliğin de ne olduğunu bilmiyorlar. Kötü gördükleri o kadar kötü değil, iyi gördükleri aslında hiç iyi olmayabiliyor; ya da bugün iyi olanın yarın ne olacağı, dün kötü olanın bugün ne olduğu belli olmuyor. Güney Amerika kaynıyor, bütün vatandaşların elinde bir incil, ya inanıyor ya inanmıyor ama erdemsizliğin tarihi yazılıyor.
Diğer taraftan hikayelerin geneline hakim olan bir başka ana konu ise kölelik muhabbeti. Kaldırılalı uzun süre geçmiş olmasına rağmen, kendini halen siyahlardan kat be kat üstün gören ve bir şekilde siyahın üzerindeki erkliğini, her eylemi ve söylemiyle kanıtlamaya çalışan geçtiğimiz yüzyılın zavallı insanları var öykülerde. Bunu yoğunlukla hissetmemek mümkün değil. Gerçi şaşırmamak lazım, bu konuda bize en büyük umutlardan birini veren Harper Lee bile seneler sonra, ölmeden önce gelip umutlarımıza çelme takmayı ihmal etmemişti ‘Tespih Ağacıyla’. Dönemin aynası O’connor ne yapsın yani.
Amerikan edebiyatı malum, 1950’lerden sonra eli münasip yerlerinde yazarların, acayip devrimleriyle parça pinçik olmadan önce cidden iyi yazarlar çıkarmıştı. O’connor kesinlikle onlardan bir tanesi. Hemen tüketirim öyküleri, hamburger etkisi yaratır sanmayın, öyle değil. Bayağı güldür güldür edebiyat buradaki. Diğer taraftan konuları ele alırken ki ironikliği ve yarattığı atmosfer kesinlikle en büyük başarısı. 30 sayfalık bir hikayede okuyucu alıp, bu kadar başka bir coğrafyanın gerçekliğine güm diye bırakmasını kesinlikle başarılı buldum.
En beğendiğim öykülerden bahsetmem gerekirse: ‘İyi İnsan Bulmak Zor’, ‘Yapma Zenci’, ‘Ateşte Bir Çember’, ‘Temiz Köylüler’ ve ‘Mülteci’. 10’da 5, hiç fena sayılmaz:)
Bu öyküler içerisinde de atmosfer açısından birbirine inanılmaz tezat durumlar var. Bunu ayrıntılı olarak anlatmak yerine bu beş öyküyü, onu çekebilecek, filmsel biçemiyle en uygun gördüğüm yönetmenle eşleştireceğim, bir fikir edinilmesi amaçlı:)
‘İyi İnsan Bulmak Zor’ kesinlikle Quentin Tarantino’nun elinden çıkacak bir filmin öyküsü olacaktır. ‘Yapma Zenci’ Yasujiro Ozu ustanın anlatımıyla olağanüstü olabilirdi. Ustanın anlatım tarzı ve hikayeleriyle çok örtüşüyor. ‘Ateşte Bir Çember’ elbette Michael Haneke eliyle filmleşebilir. Funny Games ve Cache arası bir yapıt çıkacaktır. ‘Temiz Köylüler’ Lars von Trier tarafından, ‘Mülteci’de Ken Loach tarafından filmleştirilebilir. Bu noktada öykülerin atmosferlerine dair de en kısa yoldan bilgi verebilmişimdir umarım. (Sinemayı takip eden arkadaşlara en azından.)
Son olarak eklemek istediğim ise Oconnor’ın son öyküsü olan ‘Mülteci’de modernleşen Amerikan insanına getirdiği eleştiri beni çok etkiledi. Her hali ile oportünist olmayı öğrenen bir bireyin, yeri geldiğinde dini bile pragmatik eksiklikleri doğrultusunda samimiyetle nasıl içselleştirdiğini gözler önüne sermesi, aslında bizim de çok yabancısı olduğumuz bir şey değil. Bir de burda karşılaşmak buruk buruk gülümsememe sebep oldu. Daha çok beyin kanaması geçirecektir insanlar bu kafayla.
Peki Nazi kampındaki kuzeninden bahseden Polonyalıya hala fikirlerini dikte etmeye çalışan kadın: Bunlar hep cehaletin en korkunç resmi.
Herkesin ama özellikle hikaye severlerin okumasını tavsiye ederim.
İyi okumalar!
7.5/10
“Gece boyunca oğlanı baştan çıkardığını kurup durdu. Baş başa yürüdüklerini, iyice uzaklaşıp sonunda kendilerini arka taraftaki tarlaların ilerisindeki ahırın orada bulduklarını, ahırda olayların kaçınılmaz bir şekilde geliştiğini ve onu tereyağından kıl çekercesine baştan çıkardığını, tabii her şey olup bittikten sonra üstüne bir de oğlanın pişmanlığıyla uğraşmak zorunda kaldığını hayal etti. Gerçek deha ne yapar eder kendi fikrini zekâca kendinden aşağı olanlara benimsetmeyi başarırdı. Oğlanın pişmanlığını alıp yoğurduğunu ve o pişmanlığı hayata dair daha derin bir kavrayışa dönüştürdüğünü hayal etti. Onun bütün utancını alacak ve faydalı bir şeye dönüştürecekti.”...more
Bir roman düşünün ki anlattıklarından çok anlatmadıkları ile önem arz etsin. Edebiyat tarihinin belki de en zavallı karakterinden bir tanesi olan StevBir roman düşünün ki anlattıklarından çok anlatmadıkları ile önem arz etsin. Edebiyat tarihinin belki de en zavallı karakterinden bir tanesi olan Stevens; kitabın başlarında sinirimin hedefi oldu ama hikaye ilerledikçe statikleştim ve acıma duygusuyla doldum. 1989 tarihli, Ishiguro'nun üçüncü romanı olan 'Günden Kalanlar' gerçekten çok kaliteli bir okuma sunuyor. Daha önce yazarın 'Uzak Tepeleri'ni okumuştum; o hoş bir kitaptı ama bu enfes bir kitap. Kesinlikle tavsiye ediyorum. İyi okumalar.
"Mektupların Romanı" bir yazarın elinden çıkmış gibi değil. Sanki gerçekten Vovka ve Saşenka yaşamış da, bize de onların satırları ulaşmış hissini üze"Mektupların Romanı" bir yazarın elinden çıkmış gibi değil. Sanki gerçekten Vovka ve Saşenka yaşamış da, bize de onların satırları ulaşmış hissini üzerimden hiç atamadım. O kadar samimi bir dili ve sade bir anlatımı var ki yazarın, hayran kaldım. Senenin en nitelikli kitaplarından biriydi. Jaguar'dan çıkan her kitabın güzelliğini ne yapacağız, onu da bilmiyorum:) Herkese iyi okumalar!
Öyle allak bullak edip, elimiz kolumuz bağlı bir halde bırakıyor ki roman bizi; hakkında olumsuz fikir beyan etmekten men ediyor resmen. Dünya tarihinÖyle allak bullak edip, elimiz kolumuz bağlı bir halde bırakıyor ki roman bizi; hakkında olumsuz fikir beyan etmekten men ediyor resmen. Dünya tarihinden seçip, konuşabileceğimiz en hassas konunun üzerinde geliştirdiğimiz ‘ortak duygu’ya öyle güzel dokunmuş ki Seethelar muhtemelen ulaşmak istediği amaca, güzellikle ulaşmış diyebilirim.
Ancak romana, içerik üzerinden yaklaşmak yerine, biçimden yaklaşacak olursak belirgin bir çiğlik bulduğumu söyleyebilirim. Özellikle mesleği gereği sinema ve senaryo üzerine çalışan, bu alanda uzmanlaşmış insanlar için daha keskin bir çiğlik olacağının altını çizmek isterim. Kendisi de aslında oyuncu olan Seethelar, romanı kurgulama noktasında temel inşasını, edebiyatın olanaklarından çok sinemanın olanaklarını kullanarak yapmış. Senaryo yazanlar ya da senaryo kuramından haberdar olanlar bilir: Bir kahramanı büyütmek ya da parlatmak için temel bazı yöntemler vardır. Bunlar formül gibi uygulanıp, bazı çatışmaları bazı dönüm noktalarının içine yerleştirerek izleyici için daha tatmin edici, içine girebileceği bir eserin zemini hazırlanır. “Tütüncü Çırağı”nda da aynen bu yöntem uygulanmış. Karakterimizin kırsaldan kente, ergenlikten erişkinliğe geçişi bir matematik dâhilinde verilmiş. Okurken bunun farkında olmak beni biraz rahatsız etti açıkçası. Bir romanın yazımında da rahatlıkla kullanabilecek olan bu yapı, eserin omurgası olacaksa bile; bu kadar göze batmamalı. O zaman her şeyin bir amaca hizmet ettiği, yerleştirme hikâye algısı gelip oturuyor akla.
Ben de bir diğer tatminsizlik yaratan ayrıntı, öykü için son derece önemli olan, Sigmund Freud karakteri. Freud’un yaşadıklarını kurmacasına dâhil eden ve alternatif bir gerçeklik kazandıran yazar, bana göre bunu romanının dışında tutsa ve tamamen karakterimiz üzerinden hikâyesini sonlandırsa daha etkileyici olurdu. Zira Freud kuramsal olarak okuduğumuz, hayatını bildiğimiz, çalışmalarına hâkim olmaya çalıştığımız önemli bir isim. Buna istinaden romanda belirmesi bizim romanı farklı bir gözle okumamıza sebep oluyor. Diğer yandan istediğimiz psikanalitik arka plan bir türlü oluşmuyor. Çok sıradan ve ‘kurmaca’ kalıyor.
En başarılı bulduğum şey ise, romanın tarihsel ve sosyolojik fonu. Hitler’in başa geçtiği ve öldüğü yıllar arası tarihsel açıdan merakla okunması en muhtemel yıllardandır. Siyasi ya da politik metinler dönemin sosyal donelerini verirken daha kitabi bir dil kullanırlar. Hep tanımlamalarla süren giden bir anlatımın hayal ettirme potansiyeline mahkûmuzdur. Ancak böylesi bir edebiyat eserinde çok daha dolaysız ve tarihin yükümlülüklerinden bağımsız, sivil bir anlatı okumak insana farklı ve iyi hissettiriyor. Olaylara ve topluma duygudaşlık geliştirme yetimizi kat be kat arttırıyor. Elbette bu bizim şuan ki algımızla örtüştüğünden bizi kolaylıkla saran bir şey. O yüzden bunun bir Avusturyalı okuyucu ile bir Türk okuyucu arasında farklı algılanabileceğini düşünüyorum. Hakim ve etki eden tarih, o tarihin bireyleri tarafından elbette farklı değerlendirilir. Ama yine de Seethelar’ın anlatısı masalsı bir tonda ve bir çocuğun gözünden verilirken; duygulanmaktan kendimi alamadım bunu söyleyebilirim.
İyi yazılmış bir roman var yani karşımızda ama beni ikna edemediği noktalar da oldu. Bu belki benimle ilgili bir durumdur, bilmiyorum. Cercas’ın “Salamina Askerleri” geldi kitabın sonunda ve sonsuz bir kıvanç duydum. Kitabın bana anımsattığı kitap beni mutlu etti. Benzer bir mutluluğu ve tatmini sağlamadı “Tütüncü Çırağı” ama benzer temada okuduğum, mest olduğum bir başyapıtı anımsatacak kadar da etkiledi anlayacağınız.
Son olarak sevdalımız Jaguar Yayınları muhteşem bir baskı sunmuş bize yine. Bir şey söylemeye gerek yok artık. Jaguar seçimleriyle dahi kitaplarını okumak zorunda bırakan, şans sayabileceğimiz bir yayınevi. Çeviri de bana kalırsa oldukça iyiydi. Yazarın bir başka eseri olan ve ülkemizde Timaş Yayınları tarafından basılan “Bütün Bir Ömür” Almanca bilmeyen bizlerin bile gözlerine batan, çeviri hatalarıyla doluydu. Ancak bu kitapta böyle bir durum yok.
Tarihe alternatif bir bakış sunmak ve onları Freud ile tanıştırmak için tüm gençlerimize hediye olarak alabileceğimizi düşündüğüm bir kitap. Almışken siz de okuyun derim