Javier Marias’ın Kurt Mıntıkası’ndan sonra, 21 yaşındayken yazdığı ikinci kitap. Aynı Kurt Mıntıkası’nda olduğu gibi kendisinin aşina olduğumuz MadridJavier Marias’ın Kurt Mıntıkası’ndan sonra, 21 yaşındayken yazdığı ikinci kitap. Aynı Kurt Mıntıkası’nda olduğu gibi kendisinin aşina olduğumuz Madrid-Londra hattına hiç uğramayan ve zaman olarak oldukça uzak bir geçmişten gelen bir hikaye. En başından söylemeliyim ki klasik bir Marias kitabı okumayı bekliyorsanız bu kitap sizi mutlu etmez. Çünkü Kurt Mıntıkası dahi Marias’ın ilerleyen dönemlerindeki eserlerine daha yakın. Ufkun Öte Yanı ise her sayfasında çok net bir şekilde 19. yüzyıl İngiliz edebiyatı tadı alacağınız bir kitap. Konu olarak 19. yüzyılın sonlarında edebiyatçılardan ve bilim adamlarından oluşan bir ekibin, bir gemiyle Antartika’yı keşfe çıktıkları yolculuğu ve bu yolculuğun sonunda yazmayı çok erken yaşta bırakan bir yazarın hikayesini okuyorsunuz. Marias’ın gelecekte çok daha sağlam bir şekilde önümüze koyacağı, takıntı, merak, belirsizlik ve insanın birden fazla yüzü konularının temellerini görebilmek adına güzel bir fırsat. Ancak mutlaka okuyun diyemeyeceğim zira Marias ile çok derin bir bağınız yoksa, ya da beklentiniz Yarınki Yüzün gibi bir kitap okumaksa büyük bir hayal kırıklığı yaratabilir. ...more
Nergis Hanım Hakkında Bazı Şeyler iki farklı anlatının bir araya gelmesinden oluşuyor. Bankacıyken içindeki yazma ve kitap aşkına yenilip işinden istiNergis Hanım Hakkında Bazı Şeyler iki farklı anlatının bir araya gelmesinden oluşuyor. Bankacıyken içindeki yazma ve kitap aşkına yenilip işinden istifa eden ve bu istifa ile evliliği düşüşe geçip sonunda kendine yeni bir hayat kurmaya çabalayan Cemal ile evlerinin pencereleri birbirini gören Nergis hanımın hayatları bir şekilde kesişir. Kitabın birinci bölümü Cemal ve geçmişinden bugüne hayatıyken ikinci bölümde Nergis hanımın hikayesi başlıyor. Açıkcası ben bu bölümü çok daha fazla sevdim ve keşke daha uzun uzun Nergis hanımın sesini duysaydık dedim. Zira bir ilk kitap ve erkek bir yazarın elinden çıkmasına rağmen Nergis K. karakteri o kadar muazzam yaratılmış ki anlatımı, karakteri, düşünceleri, kafasında dönen fikirleri ve sıkıntılarıyla bir araya gelip zihninizde kişilik kazanabiliyor. Zaten kitapta kadın karakterlerin anlatımı genel olarak çok iyi, çok güçlü. Erkekler ise -Hikmet hariç- oldukça geri planda kalıyor. Kitap bittiğinde Hatice, Nergis K. ve Umut’un -ki görece çok daha az değinilmiş olmasına karşın- öyküsü o kadar güçlü ve etkileyiciydi ki bir noktada Cemal bu üç kadının hikayesinde bir bağlantı noktası olsun diye araya eklenmiş gibi hissettim. Seksenlerden günümüze, ülkenin özelleştirme ile yaşadığını dönüşümü, politik duruşun hatta duruştan da bağımsız sadece belli bir çevreyle en ufak bir ilişkinin hayatınıza nasıl müdahalelerle sonuçlanacağını görmek ve bunun üzerine bir aile- evlilik-annelik çıkmazı okumak isterseniz mutlaka göz atın. ...more
Öte Dünyalar Tatyana Tostaya’nın kimisi çeşitli yerlerde yayınlanmış, genel olarak Rusya’nın çarlık döneminden, SSCB günlerine -ve sonrasına- kadar peÖte Dünyalar Tatyana Tostaya’nın kimisi çeşitli yerlerde yayınlanmış, genel olarak Rusya’nın çarlık döneminden, SSCB günlerine -ve sonrasına- kadar pek çok farklı sürecinini ana eksenine alan; kimisi uzun kimisi kısa, otobiyografik ya da tamamiyle kurgu, seyahatlerinden, sosyo-kültürel ve politik eleştirilerine kadar çok geniş bir çeşitlilikte uzanan yazılarından oluşuyor. Böylesine farklı türlerde ve yapılardaki öykülerin - ya da daha doğru haliyle belki de anlatı- en belirgin özelliği ise akışları. Birbirinden çok farklı zaman ya da yapılarda olmalarına rağmen hem hikaye kendi içinde, hem de kitabın uyumunda çok doğal bir seyirle ilerliyorlar. Okurken anlatının türü değişse bile yazarın sesi hep aynı geliyor ve seçkideki hiçbir yazı için “bu olmasaydı da olurdu” diyemiyorsunuz. Kitabın en güzel yönlerinden birisi bence buydu. SSCB’nin çöküşünden önce ya da sonrasında dışarıdan gelen baskıları da aileye dair nostaljik çağrışımları da Avrupa seyahatlerini de ya da Amerikan akademik dünyasında var olmasını da aynı kitabın içinde birleştirebiliyor. Kimi zaman da Kare’de olduğu gibi denemeleriyle de aynı kitapta karşılaşabiliyorsunuz. Bütün bunları bir arada okutan ise Tatyana Tolstaya’nın kurgu ile gerçek arasında bir sınırda gezinen ve bunu yazının katmanlarına yansıtan tarzı bence. Öykülerinde gerçekliği büken, rüyada gibi hissetmenize sebep olan mistik ya da masalsı bir yön var. Ancak diğer yandan aynı öykülerde; zaman zaman geçici bir körlüğün içinden - korneasında açılan bir kesi ve o kesinin ardından çıkan- yeni dünyaların kat kat ortaya çıkması, eski bir daçanın ya da Beyaz Saray’ın fayanslarında ve duvar kağıtlarındaki katmanların altında saklı kalan geçmiş ya da Sovyet sistemindeki binaların içinde doğru eve ulaşmak için katedilen, katman katman aşılan yollar- labirentler altına saklanmış bir gerçek var. Anlatıların tamamında bu yakın geçmişe ve gerçekliğe karşı yaşanan kısmi-geçici körlük ya da üstünü kapatıp unutma haline dair ince bir atıf,”bakın aslında dünya böyleydi, hatırlayın” deme hali var ve bunu çok etkileyici bir dil-anlatımla birlikte yapıyor. O yüzden de politik ya da ulusal kimlik üzerinden yaptığı eleştirileri, “alıyorum” dediğinizde veren bir pencerenin öyküsüyle bir arada, yadırgamadan okuyabiliyorsunuz. Bence kendisinin tek bir handikapı var o da Lev Tolstoy ile olan akrabalığı. Yazılarında Rus edebiyat tarihinin temel taşının klasikliğini aramayı bırakıp, kendinizi Tatyana Tolstoya’nın -kendisine göre az ölçüde de olsa miras aldığı- hayal gücünün akışına bırakırsanız çok seveceğiniz bir yazar ile tanışacaksınız....more
Karasevdalılar, Javier Marias’ın Yarınki Yüzün üçlemesinden sonra ve kendi deyimiyle “ roman sanatında- herhangi bir şekilde- söyleyecek bir şeyinin kKarasevdalılar, Javier Marias’ın Yarınki Yüzün üçlemesinden sonra ve kendi deyimiyle “ roman sanatında- herhangi bir şekilde- söyleyecek bir şeyinin kalmadığı”nı düşündüğü bir dönemde yazdığı ilk kitabı. Zaten yaşadığı bu şüpheyi ve tereddütü kitabı okumaya başladığınıza hissediyorsunuz. Diğer kitaplarından alıştığımız o ilk sayfadan okurunu alaşağı eden klasik Marias romanlarının açışılından biraz daha farklı başlıyor. Yine büyük bir gizemin peşinden gideceğinizi biliyorsunuz ancak bunun doğurduğu merakın dozu sayfalar ilerledikçe artıyor. Zaten Javier Marias da yazım süreci ilerledikçe şüphelerinin hafiflemeye başladığını ve böylece hikayenin şekillendiğini belirtiyor.
Konusuna gelecek olursak, Marias’ın en çok sevdiği ölüm, aşk ve insan açmazlarını merkeze anlan bir hikaye okuyorsunuz. Ancak Beyaz Kalp ya da benzer alanda gezinen diğer bir kitap olarak Yarın Savaşta Beni Düşün gibi kurgunun ön planda olduğu, gizemin peşinden sürüklendiğiniz kitaplardan birisi değil. Zira eğer Albay Chabert’i okuduysanız ve o kitabın adının anılmaya başladığı noktaya geldiyseniz sizin için işin gizemi büyük ölçüde çözülüyor. Lakin Marias’ın derdinin de bir gizemle okurun aklını almak olmadığı o kadar açık ki. Zira kitabı okuyup bitirdiğinizde; olayları birbirine bağlamaktan ziyade ölüm, geride kalan olma hali, cezasız suçlar ve sevda ile aşk arasındaki ayrım üzerine düşünecek bir çok şey bırakıyor size. Ben okurken sanki kurgunun arkasına sığınan bir deneme kitabı yazmak istediğini hissettim. Çünkü Javier Marias’ın kullandığı dolambaçlı dilin ve uzun cümlelerinin aşinası olsanız da bu sefer diyaloglarda dahi üzerine düşünülmüş- yapay görünen bir durum olduğunu fark edeceksinizdir. Bir kurgu akışından ziyade bir dert anlatmanın peşinde gibi. Tamamen gri bir bölgede, asla empati kurmak istemeyeceğini bir durumun ortasından büyük bir sorgunun ortasına atılıyorsunuz. Kitaba dair kafama takılan tek nokta, bazı şeyleri açıklarken düştüğü tekrar durumu. Kitabın kendi içinde bir tekrar söz konusu değil ancak bazı cümlelere daha önceden okuduğum Tüm Ruhlar ya da Yarınki Yüzün gibi kitaplarında da rastladığımı farkettim. Sanırım bu da ilk başta bahsettiğim, şüphe döneminin etkilerinden olsa gerek. Zaten iç dünyasında yaşadığı bu süreci siz de kitabı okurken adım adım izliyorsunuz aslında. Benim de - doğal olarak- en sevdiğim bölüm Javier ile Maria’nın karşılıklı sohbet ya da hesaplaşma - artık adına ne derseniz- bölümü oldu. Bittiğinde empati kurmaya çalışsam da içinden çıkamadığım bir açmazla ve şüpheyle baş başa kaldım. İnsanlık tarihin ve edebiyatın en asil duygusu olan sevdanlanma haline aynı zamana insanı en aşağılık seviyeye çekebilir mi ve büyük suçların dahi cezasız kalmasını sağlayabilir mi? Ritmi oldukça yavaş olmasına karşın, şüphenin hiç kaybolmadığı bu yüzden de gerilimi koruyan, etkileyici bir okuma oldu. Javier Marias seviyorsanız mutlaka okuyun ancak ilk defa tanışacaksanız her aşamasında kendisini gösterdiği Beyaz Kalp, Acı Bir Başlangıç Bu ya da Yarın Savaşta Beni Düşün ile başlamanızı tavsiye ederim....more
Masumiyet Müzesi, şimdiye kadar Orhan Pamuk’tan okuduğum kitapların arasında en sevdiğim oldu. Kendisi zaten bir atmosfer yaratmak ve okurunu bu atmosMasumiyet Müzesi, şimdiye kadar Orhan Pamuk’tan okuduğum kitapların arasında en sevdiğim oldu. Kendisi zaten bir atmosfer yaratmak ve okurunu bu atmosferin içine çekmek konusunda çok başarılı. Kitabı okurken, Kemal’in peşinde 1970’lerden başlayarak İstanbul’unu adım adım geziyor, zamanda ilerliyor ve adeta bütün dönemi yaşıyorsunuz. Sanırım ayrıldığım günün üzerinden geçen 14 ayın ardından, ilk defa bu kitabı okurken İstanbul’u özledim. o Kadar güçlü bir anlatımı var. Kitabın diğer bir güzelliği ise, gayet kişisel bir aşk -ya da bana göre takıntı- hikayesini ana merkeze alsa da yaklaşık 30 yıllık bir süreçte, Türkiye’nin hem siyasi, hem de sosyo-kültürel toplum dinamikleri açısından yaşadığı değişimleri, hikayenin akışını bozmadan, gündelik hayatın akışında aktarması. Hafıza ve zaman kavramlarını hem kolektif hem de kişisel düzeyde çok etkileyici bir şekilde ele alıyor. Kişisel düzeyde Kemal’in yaşadığı buhranlar, ülkenin geçirdiği keskin kırılımlarla birlikte ilerlerken hikayede ayrışma ya da göze batma yaşanmıyor. Aslında bu açıdan da kötü zamanlarda elinizin gitmemesi gereken kitaplardan, zira karamsar ruh hali, anlatının bütün gerçekliğiyle insanı ele geçiriyor.
Ancak bütün bu iyi yanlarının arasında beni çok rahatsız eden bir şey; “aşkı elle tutulur bir şey olarak önümüze koyuyor.” diye tanımlanan bir kitapta kadın karakterlerin hiçbir derinliğinin olmaması. Saplantılı bir tutkuyla sevilen, uğruna yıllar verilip müze kurulan, ruhunun güzelliğine ömür harcanan Füsun’un o güzel ruhunu -Kemal’in vurguları dışında- okuyucu asla göremiyor. Tabii Orhan Pamuk’un anlatmak istediği, bir aşk romanından ziyade doğuyla batı arasında bocalayan, kendisi için ideal görülen bir evlilik öncesi depresyona sürüklenen, “masumiyet” kavramını doğu düzeyinde algılayan lakin bununla yüzleşemeyen bir adamın sıkışmışlığı, içe dönüşü ve bütün bunların sonunda düştüğü saplantı da olabilir. Bu durumda kadın karakterlerin yalnızca ismen ve bir görev gibi var olmaları da ayrı bir anlam kazanıyor. Hikayenin en başındaki gayet detaylı anlatılan arkadaş ilişkileri, iş dünyası ve gündelik hayatın, kitap ilerledikçe git gide silikleşip yalnızca füsuna dair detaylara odaklandığı göz önüne alınırsa bu daha da mantıklı geliyor insana.
Orhan Pamuk yıldızımın pek barışmadığı o yüzden de çok fazla kitabını okumadığımdan, üzerine ne söylesem eksik ya da hatalı olma ihtimali yüksek olan yazarlardan. Ancak kendimden yola çıkarak söyleyebileceğim yazar ile anlaşamasanız dahi severek okuyacağınız bir kitap. Çünkü müze üzerine inşa edilen bir kitap fikriyle gerekse saplantıyı anlatma şekliyle ve okuruna geçirdiği gerçekçiliğiyle çok etkileyici. Kimi tekrarlar ve ayrıntılar kitabı sıkıcı yapıyor gibi görünse de bence boğulan ruhu, yaşanan takıntı halini çok daha iyi yansıtan ve Kemal’in yanında oturup, sanki onunla aynı yorgun havayı soluyor gibi hissetmenize sebep olan detaylar. Eğer okumasaydım, Türk edebiyatına dair önemli bir noktam eksik kalırdı o yüzden iyi ki okudum dediğim kitaplardan birisi oldu.
“.. çünkü kitabın da kumun da ne başı var ne sonu.”
Eğer bu cümle sizin içinizde bir şeyler uyandırıyor ve geçmişte okuduğunuz bir kitabı yeniden gözle“.. çünkü kitabın da kumun da ne başı var ne sonu.”
Eğer bu cümle sizin içinizde bir şeyler uyandırıyor ve geçmişte okuduğunuz bir kitabı yeniden gözlerinizin önüne getiriyorsa mutlaka okumanız gereken bir grafik roman Kumdan Sokaklar.
Kum Kitabı benim üniversitenin ilk yılında Borges ile tanışmamı sağlayan, bambaşka bir dünyanın -ve de Latin edebiyatının- kapılarını açan, benim için yeri çok özel olan kitaplardan birisi. Açıkcası metinlerarasılık kavramını sevsem de bunun grafik romanlarda uygulanabileceği hiç aklıma gelmemişti. O yüzden “Kumdan Sokaklar” isminin yalnızca bir çağrışımdan ibaret olduğunu düşünmüştüm. Fakat okumaya başlayınca, Kum Kitabı’nda yer alan öykülerden ayrıntıların birer birer önüme çıkıp adeta öykülere boyut kazandırdığını gördüm. Tabii Kumdan Sokaklar’da izlerini bulabileceğiniz tek kitap kum kitabı değil. Sonuyla Moby Dick’in sonuna, tavşan deliğine düşen Alice’in yol seçimine, Momo’nun zaman üzerine düşüncelerine kadar. Bir de çok sıkı bir okuru olmadığım - ki benim bu yaştan sonra üzerime çöken bir utançtır- için hangi metinlerine atıfta bulunulduğunu bilemesem de aşkın ve ölümü beklemenin geçtiği bölümlerde Marquez’in etkisini çok net bir şekilde hissettim. Kumdan Sokaklar herkes okusun kategorisinde tavsiye edebileceğim bir kitap değil açıkcası. Ancak bahsettiğim metinlere ve yazarlarla öze bir bağınız varsa ve bu şekilde sayısız atıfla bir kaç farklı dünyanın bir metinde birleşmesi ve muazzam çizimlerle görünür hale gelmesi ilginizi çekiyorsa bu kitabı mutlaka okuyun. Aksi takdirde kitaptaki çoğu nokta anlamsız ve soyut kalacağından pek memnun etmeyebilir. Bu kitapla birlikte elimdeki bütün Paco Roca kitaplarını okumuş oldum. Umarım Desen Yayınları çizerin diğer kitaplarını da yayınlamaya devam eder. Çizim tarzıyla ve değindiği noktalarla kendisi bu yıl en sevdiğim çizerler arasında yerini aldı zira....more
Hesiodos’un Theogoia ile İşler ve Günler’i aslında bu kitabın üçte birini yani seksen sayfasını oluşturuyor. Sonrası ise Azra Erhat’ın Hesiodos ve eseHesiodos’un Theogoia ile İşler ve Günler’i aslında bu kitabın üçte birini yani seksen sayfasını oluşturuyor. Sonrası ise Azra Erhat’ın Hesiodos ve eserleri üzerine hazırladığı muazzam bir inceme.
Öncelikle Hesiodos’un eserleri üzerine konuşacak olursak; benim sevdiğim bölüm Yunan mitolojisinin ve tanrıların doğuşunu özetleyen Theogonia oldu. Geçen aylarda okuduğum Torunuma Yunan Mitleri’nde de başlangıç ve tanrıların tarihi anlatılırken Hesiodos ve eserlerine çokça atıf yapıldığı için hem okuyacağım tarihe hem de Hesiodos’un tükenmek bilmeyen kadın düşmanlığına aşinaydım. Ancak eski metni okumak çok daha keyifliydi elbette. Çünkü -benzerleri gibi- konsantrasyon isteyen bir metin olmasına karşın aynı zamanda da dikkatinizi çeken çok karakteristik bir dili ve yapısı var. Homeros ile karşılaştırabilecek durumda değilim tabii ki, ancak kısalığı -çok kafanız karışmadan takip edebiliyorsunuz- ve başlangıca ve “kim, kiminle nerede” formatından dolayı daha rahat okunuyor. Ancak aynı şeyleri ikinci bölüm için söyleyemeyeceğim. İşler ve Günler kısmı okurken biraz sıkıldığım, “keşke iki kardeş oturup konuşsaydınız da bu kadar -bizlere kadar- uzamasaydı konu” diye diye bitirdim. Genel olarak; klasik dönemde Yunanistan’da tarlada ve denizde çalışmanın incelikleri, takvimleri, bölgenin gelenekleri, yasakları ve “kardeşinize dahi güvenmeyin, tek oğul en hayırlı evlattır” temaları üzerinden gündelik hayatı anlatıyor.
Ancak benim için bu kitabı asıl güzelleştiren nokta ise Azra Erhat’ın Hesiodos Eseri ve Kaynakları” başlığı altında, bütün eseri tane tane açıkladığı, Homeros ile olan yarışmaya değindiği ve anlatılan efsane ve geleneklerin Anadolu kültürü ile bağlantılarını açıkladığı 130 sayfalık inceleme kısmı. Yunan mitolojisinin temel taşlarını kendisinin elinden okuduğumuz için çok şanslıyız. Zira hem çevirisi, hem sözlüğü hem de bütün eserlere eklediği açıklamalarıyla, mitoloji gibi kompleks bir alanı okurları için anlaşılabilir kılmış durumda. Bana kitabın Portekizce baskısıyla eşlik eden arkadaşımla konuştuğumuzda bu detayın ne kadar önemli olduğunu bir kere daha anladım açıkcası.
Yazarla ilk tanışmamı -sırf daha ince diye- Saygı Duruşu ile yapmamın ve bu yüzden kendisiyle arama mesafe koymamın pişmanlığıyla yazılmış bir yorum bYazarla ilk tanışmamı -sırf daha ince diye- Saygı Duruşu ile yapmamın ve bu yüzden kendisiyle arama mesafe koymamın pişmanlığıyla yazılmış bir yorum bu.
Önce konusundan kısaca bahsedersem; kitap anlatıcımızın kaldığı, öğrenme güçlüğü yaşayan “suçlu” gençlerin topluma yeniden kazandırılması için izole bir adaya kurulmuş olan ıslah evinde, aldığı bir ceza ile başlıyor. Almanca dersinde verilen, “görev tutkusu” konulu kompozisyon ödevini, görev kavramının uyandırdığı ve geçmişine uzanan kalabalık düşüncelerini kapıda dökemediği için Siggi ödevini tamamlaması için tecrit cezası alır. Hücresinde, bütün dikkat dağıtıcılarından uzakta hikayeyi anlatmaya başlar. Buradan itibaren kitap iki ayrı zamana ve akışa ayrılıyor. Birincisi Siggi’nin ıslahevi dönemi diğeri ise ödevine konu olan çocukluğu ve tabii ki o döneme eşlik eden İkinci Dünya Savaşı’nın son yılları.
Hem Siggi’nin ödevine konu olan hem de onu ıslah evine götüren olayların başlangıç noktası ise 1943 yılında ressam Max Ludwig Nansen’in resim yasağı alması ve bunu çocukluktan -hatta zamanında hayatını kurtardığı- arkadaşı Rugbüll polisi Jens Ole Jepsen tarafından bildirilip denetleneceği bilgisinin ortaya çıkmasıyla başlıyor. Hikaye konusuna daha detaylı girmeyeceğim. Çünkü bu kitapta beni en çok etkileyen şeylerden birisi; yazıldığı zamana bakıldığında (1968) bu kadar yakın bir tarihle bu kadar açık bir yüzleşme içermesi. Kitabın omurgasını oluşturan ressam ve resim yasağı Emil Nolde’nin aldığı resim yapma yasağındam esinlenilerek oluşturulmuş. Yani gerçek bir çatışmanın ve olayın üzerinde yükseliyor kitap. O yüzden de, geçmişe dair yüzleşmelerde en çok sorulan “Nasyonal sosyalistler ve bu kadar karanlık bir ideoloji nasıl böyle büyük kitlelerce benimsendi, gündelik hayatın her detayına nasıl sızdı?” sorulanının cevabını kısmen de olsa veriyor. Özellikle de kadınlar üzerindeki etkisi, Alman onurunun anneliğin dahi önüne geçmesi insanın kanını donduran bir netlikle görülüyor. Her ne kadar gündelik hayata dair detaylar kadınların yaşantısına sıkıştırılmış olsa da, Alman halkının bölündüğü iki cepheyi tasvir etmek için iki ana eril karakter olan ressam ve polisi seçmiş Lenz. Ressam Nansen sanata, kuralların esnekliğine ve özgürlüğün yasaklanamayacağına olan inancıyla azınlığın temsilcisiyken, polis Jens göreve körü körüne bağlılığı, yalnızca emirleri uygulamaya odaklanmayı, vicdanını otoriteye duyduğu sarsılmaz bir inançla bastırmayı bilen kalabalık kesimin temsilcisi. Siggi ise savaşın bitiminden sonra oluşan yenilgiyle çökmüş güvensiz ortamda bu iki cephenin arasına sıkışıp hangi yönün haklı ya da doğru olduğuna karar veremeyip sonunda kendi yolunu açan köksüz Alman neslinin çok iyi bir tasviriydi.
Kitabın çok güçlü bir alt metni var ve bunu sağlayanlardan bir tanesi de anlatım tarzı ve tercih edilen dil. Öncelikli olarak, babasının görev obesesyonunun ve nazi egemenliğinde, savaş eşliğinde geçen çocukluğun anlatıcıda yarattığı travmayı keskin bir şekilde hissediyorsunuz. Çocuğun babasına ve ailesine adım adım yabancılaşması ve ebeveynleri için kullanılan tanımın sayfalar ilerledikçe değişmesi, korkunun ve paranoyanın yarattığı psikolojik ve fiziksel değişim sayfa sayfa önünüze seriliyor. Hikayenin temel noktasını nazi dönemi ve bu dönemin görev bilinci oluşturmasına rağmen bu tabire beredeyse hiç rastlamıyorsunuz. Aynı şekilde, Gestapo, Yahudi, çingene vb kavramları da direkt anmak yerine sembollere ve detaylara saklıyor. Bu da anlatıyı gerçekten on yaşındaki bir çocuğun ve bu çocuklukla ruhu zedelenmiş bir gencin tedirgin zihninden dinliyormuşsunuz gibi hissettiriyor. Sadece anlatıcının ruh hali açısından değil, kitabın tamamında gerek insanlar, gerek olaylar gerekse yerler hakkında çok detaylı ve gerçekçi bir tanımlama var. Bu da kitabı okurken adeta kitabı yaşamanız, bütün bölgeyi ve insanları gözünüzde canlandırabilmeniz anlamına geliyor. Benim hem hayranlıktan aklımı alan hem de bir ödevin peşinde perişan olup sürükleniyor hissi yaşayıp, kitabı uzun bir zamanda bitirmemin sebep de bu dil tercihiydi açıkcası.
Özetle; yazıldığı tarih ve dile getirdikleriyle çok cesur bir yüzleşme kitabı Almanca Dersi. Hem bir baba-oğul arasında yıkılan ilişkinin enkazından kalanlara hem de bir ülkenin bütün dünyayı travmatize eden yakın tarihine dair. Özellikle de milliyetçiliğin yenide yükselişe geçtiği günümüz dünyasında bu oluşum ve “görev” kavramı üzerine mutlaka okunması gereken kitaplardan birisi.
Benim okuduğum ve notlar aldığım kitapları burada paylaşmayı unutma halim malumunuz. Yeni yıl ile birlikte bu çok sevdiğim ama paylaşmadığım kitaplarıBenim okuduğum ve notlar aldığım kitapları burada paylaşmayı unutma halim malumunuz. Yeni yıl ile birlikte bu çok sevdiğim ama paylaşmadığım kitapları es geçmemek adına sosyal medyanın eski alışkanlıklarına dönüp perşembe günlerini bu kitaplar için #tbt günü ilan etmeye karar verdim.
2022’de okuduğum kitaplar arasında beni en çok etkileyen kitaplardan birisi Yük.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde, Avusturya’nın bir dağ köyünde ancak köyün biraz daha dış kısmında yaşayan bir ailenin savaşla getirdiği ailevi ve kişisel yıkımın anlatısı. Gerek evin konumu gerekse kitaba da adını veren “yükçü” tanımından da anlayabileceğiniz gibi aslında her açıdan toplumun dışında kalmış, daha doğrusu dışlanmış ve alt tabakaya hapsedilmiş bir ailenin hikayesi. Savaşın başlaması ile köyün erkeklerine korku salan Josef cepheye çağrılır ve güzelliğinin ünü köyün sınırlarını aşan Maria için çok zor zamanlar başlar. Tabii ki de bu zorluğun tek sebebi ülkenin savaşta olması değildir.
Kitap boyunca sık sık “ Güzellik Bir Yaradır” kitabını anımsıyor insan ancak bu kadar etkilenmemin sebebi bu durum değil. Kitap otobiyografik bir kurgu ve anlatılansa yazarın anneannesinin ; yani doğumundan itibaren babasının bir kere bile kendisiyle konuşmadığı Greta’nın gerçek hikayesi. Savaşta ya da değil dar bir toplumda geride kalan olmanın kadın olmanın ve dışlanmanın ne olduğunu, çok yalın bir dil ile anlatan muazzam bir kitap. Anladığım kadarıyla da bir üçlemenin ilk kitabı. Umarım @dusbazkitap yazarın diğer kitaplarını da yayınlamaya devam eder. Tavsiyedir....more
Bayan Ming’in Hiç Olmayan On Çocuğu, gerçek anlamda bir oturuşta bitirebileceğiniz ve buruk da olsa içinizi ısıtacak kitaplardan birisi.
Özünde FransızBayan Ming’in Hiç Olmayan On Çocuğu, gerçek anlamda bir oturuşta bitirebileceğiniz ve buruk da olsa içinizi ısıtacak kitaplardan birisi.
Özünde Fransız bir işadamının Çin’deki iş görüşmelerini yapmak için gittiği otelde, tuvaletinin kapısında oturan Bayan Ming ile yaptıkları kısa sohbetlerden temel alan bir kitap. Bu sohbetlerin konusu ise tek çocuk yasasının hala yürürülükte olduğu bir dönem olmasına karşın bayan Ming’in sahip olduğu on çocuğudur. Kitabın sonuna kadar gerçekten var olup olmadıklarından asla emin olmadığınız çocukların kişiliklerini ve hayatlarını okumak kitabın en güzel yanı. Zira ben Fransız anlatıcımızla asla anlaşamadım. Ancak bu kitabı güzel yapan şey konusu değil. Çok kısa, basit cümlelerle oluşturulmuş çok rahat okunan bir kitapta yazarın Çin’in inanç ve devrim konularına dair ince ince izleri yerleştirmiş olması. Özellikle de Kültür Devrimi sırasında en büyük hedeflerden birisi olan ve Çin kültürünün temelini oluşturan Konfüçyüsçülük inancının bu dönemde dahi izlerini koruması ve ilkelerinin insanların hayatına işlenmiş olmasını çok basit bir şekilde aktarmış. Doğu Asya’daki bir kültüre ait böyle bir detayı Avrupalı bir yazardan okumak, bunu varoluşsal soruların globalliği ile birleştirmesi ve bütün bunları okurunu yormayan, basit- sıcak bir hikaye ile yapması kitabın beni en çok etkileyen yönü oldu. Çok severek okudum, herkese tavsiyedir....more
Bu kitap üzerine daha detaylı bir yorum yazacağım aslında. Ama söylemem gereken en önemli şey, Eğer her ikisini de okumadıysanız Tüm Ruhlar'ı, YarınkiBu kitap üzerine daha detaylı bir yorum yazacağım aslında. Ama söylemem gereken en önemli şey, Eğer her ikisini de okumadıysanız Tüm Ruhlar'ı, Yarınki Yüzün üçlemesinden önce okuyun.
Güncelleme:
“Bir an gelip her şeyden el çekeceğini bilmek dayanılmaz bir şey, herkes için, o her şeyi oluşturan artık her neyse, bildiğimiz tek şeyi, alıştığımız tek şeyi. Ben sadece sevdiği yazarın gelecek kitabını okuyamayacağı ya da hayran olduğu aktristin gelecek filmini seyredemeyeceği, ya bir daha bira içemeyeceği ya da yeni başlayan günün çapraz bulmacasını çözemeyeceği ya da televizyonda sürüp giden diziyi izleyemeyeceği, ya da yeni başlayan sezondan şampiyonluğu hangi takımın kazanacağını bilemeyeceği için öleceğine kahırlananları anlıyorum. Gayet güzel anlıyorum. Hem yalnız her şey bundan sonra hala olabileceği, hayale bile sığmayacak haberin gelebileceği, olayların bambaşka bir mecraya sürüklenebileceği, en olağanüstü olayların keşiflerin olabileceği, dünyanın altının üstüne gelebileceği için değil. Zamanın öbür yanı, kara sırtı zamanın…”
11 Eylül 2022’deki ölümünün ardından bu satırları okumak hiç kolay olmadı. Ölüm ve zaman Marias’ın neredeyse bütün kitaplarında yer alan ve üzerine çok fazla konuştuğu temel kavramlardan ikisi elbette. Ancak Tüm Ruhlar’ın, bu eserlerin içinde bambaşka bir yeri var.
Javier Marias ülkemizde, özellikle de son yıllarda en çok okunan ve ilgi gören Avrupalı yazarların başında geliyor. Ancak Tüm Ruhlar bu ilgiden nasibini alan eserlerinden birisi değil. Halbuki kendisini İspanya sınırlarından çıkartıp uluslararası tanınır bir yazar haline getiren, hakkında çok konuşulup çok tartışılan ve hatta kendisinin de üzerine bu kadar açıklama yapma ihtiyacı duyduğu tek eseri bu kitap. Zira yayınlandığı 1989 yılından itibaren, bir otobiyografi mi yoksa tamamen kurgu mu olduğu çok fazla tartışıldı. Marias’ın okuruyla oynamayı seven yanı bu konuda da kendisini gösterdi ve “anlatıcının da Oxford’da kendisiyle aynı işi yaptığını, kendisinin yaşadığı evde yaşadığını fakat anlatıcının kendisi olmadığını” ifade ederek belirsizliği korumayı tercih etti.
Marias, bu kitabın gerçeklerle ilişkisinin boyutunu kabullenip kabullenmemek konusunda kararsız gibi görünse de bu hikayeyi anlatma ihtiyacı daha ilk sayfadan kendini ele veriyor aslında. Çünkü eğer sadık ve dikkatli bir okuruysanız fark edebileceğiniz gibi, Javier Marias’ın hemen hemen her kitabında ilk sayfa o eserin adeta şifreli bir özetidir. Genel olarak ilk cümleden konuyu size ufak bir şok yaşatarak açarken, bir yandan da hikayenin sonunun nereye gideceğini ve sizin nelerle karşılaşacağınızı çoktan anlatmıştır. Lakin siz bu şifreyi ancak son sayfayı okuduğunuzda çözebilirsiniz. Tüm Ruhlar’da ise durum biraz daha farklı. Zira ilk sayfadan anlatıcı ile kendisi arasındaki karmaşayı önünüze koyarak kitapta karşılaşacağınız olaylardan ziyade olaylarda gizli olan gerçekliğe dair bir şifre veriyor size.
Kitap İspanyol bir öğretim görevlisinin Oxford’da geçirdiği iki yılı, burada ilişkide bulunduğu insanlarla olan anılarını ve o anıların uyandırdığı düşünceleri doğrusal olmayan bir kronoloji ile, tam da bir insan geçmişi nasıl anımsarsa öyle anlatıyor. Bir açıdan Marias’ın hayranı olduğu Proust’un Kayıp Zamanın İzinde eserinden ilham aldığını hatta belki bir parça da öykündüğünü hissediyorsunuz. Zira diğer kitaplarında her daim kullandığı gizem ve merak unsuruyla okuyucuyu peşinden sürükleme tercihine Tüm Ruhlar’da rastlamıyorsunuz. Belki de kitabın ülkemizde bu kadar geri planda kalmasının sebeplerinden birisi de budur. Zira, bu sefer ne anlattığından çok, nasıl anlattığına ve hafızasında neleri yeniden keşfettiğine odaklanıyor. Diğer kitaplarından ayrılan bir başka yönü ise anlatıcının belirsizliği. Tüm Ruhlar’a kadar -hatta sonrasında da- yazdığı bütün eserlerinde anlatıcı karakterini okuyucuya oldukça detaylı tasvir ederek adeta okuyucunun gözünde cisimleşmesini sağlamışken bu sefer isim dahi vermediği, hiçbir yansıması olmayan bir ana karakterle karşımıza çıkıyor. Kitabı okurken yaşadığım en büyük şaşkınlıklardan birisinin kaynağı da buydu. Çünkü Yarınki Yüzün üçlemesini okuduysanız, Tüm Ruhlar’ı okurken ortam ve karakterler adım adım gözünüzde canlanacak ve üçlemenin öncülü olan kitabı okuduğunuzu fark edeceksiniz. Bu aydınlanma ile birlikte karakterin isimsizliği, hele de kitaplarında hiçbir detayı amaçsız eklemediğini bildiğiniz bir yazar yaptığı için daha çok ilginizi çekecektir. Zaten Marias da bir söyleşisinde, anlatıcı ile arasındaki benzerlikler bu kadar belirginken bunu bir isim ya da tasvir ile kamufle etmeyi manasız bulduğu için isimsiz bir anlatıcı tercih ettiğini açıklayarak kitabı kendi gerçekliğine biraz daha yaklaştırdı. Açıkcası kitap üzerine hiçbir şey söylememiş olsa bile, Marias’ı biraz yakından tanıyorsanız, karanlık bir dönemi hatırlama ve anlatma ihtiyacının izlerini çok kolay bir şekilde yakalayabilirsiniz. Kitaplarının temelini ister gizlemek, ister suç ortağı olmak ya da temize çıkmak, isterse de sadece anlamak için olsun, her zaman “anlatmak” üzerine kuran bir yazar olarak, bu sefer kendi “sürgün” dönemini anlatmak adına, kurguyla gerçekliği kasıtlı olarak iç içe geçirdiği bir anlatım tarzı benimsediği göze çarpıyor.
Ölüm her kitabında değindiği bir konu olsa da, Tüm Ruhlar’da ölüme ya da onun bakış açısıyla kendi rutininin dışına çıkmaya dair düşüncelerini çok daha açık ve biraz daha karamsar bir şekilde dile getiriyor. Bu karamsarlığın ve romanın kasvetli yapısının temel sebebi; her kitabında bizi sokaklarında gezdirdiği, adını anmadan geçmediği yuvasına, yani Madrid’e duyduğu aşk ve bu aşkından uzak kalıp, Oxford’da geçirdiği iki yılda yaşadığı ruhsal ve sosyal yıkım aslında. Geçmişinin, dünyanın en çok dünya olduğu çocukluk döneminin ya da kişiliğinin tanınmadığı bir yabancı olmanın yanı sıra Kıta Avrupası’ndan uzak, tarih, gelenek ve seremonilerine düşkün İngiltere yaşamının verdiği sıkışmışlığı da yoğun bir şekilde yaşıyor. Bu dönemde içinde bulunduğu ruhsal dengesizliğini belki de en iyi John Gawsworth seçimi anlatıyor. Gawsworth’e dair fotoğraflar ve anılar yalnızca kurguyla gerçek arasındaki çizgiyi muğlak bırakmakla kalmıyor. Aynı zamanda anlatıcımızın -ya da zaman zaman Marias’ın- yakaladığı bazı ufak benzerlikler ile bağ kurarak düştüğü korkuyu, İngiltere dönemindeki ruh halini ve yaşadığı kafa karışıklığını da okuruna aktarıyor.
Javier Marias’ın otobiyografi üzerine “bir kitabı kurgu olarak sunabilirsiniz ancak kurgulamak için hiçbir şey yapmamış da olabilirsiniz” minvalindeki beyanlarını ve otobiyografiyi hatırat olarak değil kurgu olarak sevdiği gerçeğini göz önüne aldığımızda, Tüm Ruhlar’ın gerçeğe ne kadar yaklaştığını belirlememiz çok zor. Hele ki isimsiz İspanyol anlatıcımız yıllar sonra Yarınki Yüzün üçlemesinde Jaime Deza’ya evrildiğinde bu kurgunun otobiyografiyle ne kadar bağı kaldığını bilmek imkansız. Yine de Tüm Ruhlar’ı okuduktan sonra, Marias’ın çoğu kitabında karşımıza çıkan Luisa ismi ve bu tekrarların müsebbibinin Oxford günlerinden kalma olduğunu düşünmeden edemiyorum. Peki bu kadar üzerine konuştuktan sonra bu kitap yazar ile tanışmak için ideal bir kitap mı diyecek olursanız, değil maalesef. Zira Tüm Ruhlar’ı sevmek Marias’ı sevmek gibi, biraz zaman ve sabır isteyen bir süreç. Eğer bir kaç kitabını okuduysanız ve kendisini erken dönem eserlerini dahi okuyacak kadar sevdiyseniz; bundan da öte belki de yıllar sonra Yarınki Yüzün’ün girişini “İnsan asla hiçbir şey anlatmamalı, bilgi de vermemeli, hikaye de aktarmamalı, hiç var olmamış, yeryüzüne ayak basmamış, dünyayı dolaşmamış ya da bu dünyadan geçmiş ama tek gözü kör kararsız unutuşa gömülerek yarı yarıya kurtulmuş varlıkları da insanlara hatırlatmamalı.” cümlesi ile yapmasına sebep olan “anlatmanın pişmanlığı”nın izlerini sürmek isterseniz bu kitabı mutlaka okuyun.
“Her şey en az bir kez anlatılmalıdır. ….zamanına göre anlatılmalıdır. Ya da aynı kapıya çıkar ki, tam zamanında anlatılmalıdır ve insan tam o anı yakalayamamışsa ya da bile isteye atlamışsa, artık bir daha dile getirilemez. O an bazen (çoğu kez) apansızın, şaşmaz biçimde ve ivedilikle ortaya çıkıverir ama bazen de ancak belli belirsiz ve aradan beş on yıl geçtikten sonra, en büyük sırlarda böyle olur. O nedenler kimi kişiler yeniden ortaya çıkarlar. O nedenle hep söylediklerimizden ötürü başımızı belaya sokarız. Ya da başkalarının söylediklerinden ötürü.”
Bu yazı aynı zamanda Lemur Dergi'nin Ocak 2023 sayısında yer almıştır. Lemur Ocak'23
Bu kitap hakkında ne anlatabiliyorum bilemiyorum. Zira değil benzerini buna yakın bir kurguyla oluşturulmuş bir kitap okuduğumdan dahi emin değilim. 5Bu kitap hakkında ne anlatabiliyorum bilemiyorum. Zira değil benzerini buna yakın bir kurguyla oluşturulmuş bir kitap okuduğumdan dahi emin değilim. 515 sayfalık anlatıda 350’nin üzerinde karakter bulunuyor ve hepsi birbirine değerek, hayatları birbirine karışarak bir ruh sağlığı ve hastalıkları hastanesinin (aka. Deliler Evi’nin) ekseni etrafında akıp gidiyor. Kitabın bazı noktalarında kafamı kaldırdığımda “bir hastanede konferanstan buraya nasıl geldik, allahım ben ne okuyorum” dediğim çok an oldu. Hatta sona dair inancımı kaybedip, “kitap başlangıca asla bağlanmayacak, bambaşka bir yüzyıldayız şu anda” diye düşündüğümü de inkar etmeyeceğim. Ancak Ayfer Tunç beni bir kez daha utandırdı ve muazzam bir son ile kitabı bağladı.
Kitabın konusuna ve anlatılanlara dair hiçbir şey söyleyemeyeceğim. Zira dediğim gibi 350’den fazla yan karakterle desteklenip, ana karakterinin bir Deliler Evi olduğu kitabı nasıl anlatayım bilmiyorum. Olsa olsa bu konuda - baş kahramanı bir köprü olan - İvo Andriç’in Drina Köprüsü’ne ekseni ve zaman geçişleriyle benzetebilirim. Ancak burada asıl kıymetli olan daha doğrusu okurken aklınızı alan şey, sabit bir zaman çizgisi takip etmeden, karakterler arasında muazzam geçişler yaparak sizi yaklaşık 200 yıl ve 350+ karakterin öyküsüne dalıp çıkarken kaybolmamanızı sağlayan muhteşem kurgu. Keşke herbir karakterin kendine ait ayrı bir öyküsünü okuyabileceğimiz bir seri olsaydı diye, her bir hikayeye ayrı hayranlık duyup, aklım bir öncekinin sonuna takılmış halde okudum bütün kitabı. Ülkenin yakın siyasi tarihine, toplumun değişen yapısına ve azınlıklara dair de çokça detay bu kalabalık ve çok sesli romanının içine güzelce kaynamış durumda. Gerçek hayattan karakterlerle de desteklenmiş ancak kurguyla bambaşka bir tarih yazılmış. Bazı karakterlerin gerçek hayatta kimden ilham ile yaratıldığını ya da bazı karakterlerin de tek bir ismi işaret etmese de temsil ettiği karakter yapısının ne olduğunu zaten çok rahat anlayabiliyorsunuz. Yine de bazılarında “acaba böyle birisi gerçekten var mıydı” diye Google peşine düştüğümü itiraf etmeden geçemeyeceğim.
Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi, kesinlikle okuması kolay olmayan, gerçekle kurgunun çok iyi kaynaştığı, çok sesli ve çok kalabalık bir kitap. Ancak kendisine çok ara vermeden -çünkü olayları karıştırmaya başlayıp geri dönme ihtiyacı duyuyorsunuz- ve bütün dikkatinizi/ilgisini kendisi üzerinde toplayarak okuduğunuzda size bütün zamanınızın karşılığını veren, muazzam bir kitap....more