Deniz Balcı's Reviews > Şeytan Tangosu
Şeytan Tangosu
by
by
Allahım!
“Şeytan Tangosu”nu biraz önce bitirdim ve yazarın son bölümde indirdiği yumrukla sersemleyip, bir süre anlamsızca kitabı bitirmiş olmanın getireceği tatmin duygusundan da yoksun; kafamda sorularla boş boş etrafa bakındım. Ne diyeceğimi bilemiyorum! Aslında bu öyle bitirince direkt olarak yorum yapacağım eserlerden biri değil. Biraz üzerine çalışmak gerek. Metaforlar ve ayrıntılar gösterdiğinin ötesinde neleri anlatıyor kafa patlatmak lazım. Fakat bazen bir eseri bitirdiğinizde, onun hakkında birileriyle acilen konuşma ihtiyacı hissedersiniz ya “Şeytan Tangosu” da tam olarak onlardan biri işte. Biraz çırpınıp şuan bu eseri okuduğunu bildiğim birkaç arkadaşımı taciz ettim ama henüz sonlandırmadıklarından istediğim fikir alışverişini yapamadım. Dedim en iyisi bir kafamdakileri yazayım, rahatlayayım:)
“Şeytan Tangosu” aslında yabancısı olduğum bir hikâye değil. Çünkü 1994 senesinde Bela Tarr tarafından kotarılmış uyarlama filmi iyi bildiğim yapımlardan bir tanesidir. Klasik sinema estetiğinin son kalelerinden biri olan Bela Tarr zaten tartışılmaz bir yönetmendir. Onu ve filmlerini konuşmak sinemanın içerisinde olan biri olarak sıklıkla gerçekleştirdiğim bir şey. Genelde “Torino Atı” isimli filmiyle tanınıyor ancak başyapıtı “Satantango”dur. 7,5 saatlik süresiyle ve ağır aksak ilerleyen devinimleriyle çoğu seyirciyi korkuttuğundan belki de, çok öne çıkamamıştır ama nefis bir yapımdır. Yani bu filmden kaynaklı hikâyeye aşinaydım ve kitap Türkçede basıldığından beri de hep okumak için bir itki arıyordum. Sonunda ve iyi ki okudum.
Krasznahorkai, “Şeytan Tangosu”nu 1985 senesinde kaleme almış. Ülkesinde çıktığında belli tartışmalar yaratmış olan kitap, Bela Tarr’ın uzun uğraşlarıyla film haline getirilince; 1994’te dünya izleyicisiyle buluşunca; kitap daha çok tanınmış ve okuyucuların daha çok ilgisine nail olmuş. Çok ilginç bir şey belirtmek isterim ki “Şeytan Tangosu” Krasznahorkai’nin ilk romanı. Evet, bir debut ve nasıl bu kadar yetkin ve etkin, hayret verici doğrusu. Roman çok yoğun, özgün ve zeki bir aklın elinden çıkma kurgusuyla edebi anlamda hayranlık uyandırıcı. Modernist romanın güzel bir örneği olarak kabul edebileceğimiz kitabın, modernist hamleleri iç titreten cinsten. “Ses ve Öfke” mi dedik misal ya da “Benim Adım Kırmızı”nın sonunda konuşan Orhan Pamuk mu? O hesap bir güzellik yapıyor romanının bazı noktalarında Krasznahorkai. Ve bunu ilk eserinde yapabilmiş olması beni açıkçası en çok etkileyen şeylerden bir tanesi. Bir dil ustasının yazdıklarını okur hissi baki ve güçlüyken; bunu bu kadar erken başarabilmiş olması sadece hayranlık uyandırıcı.
Romanımız Macaristan taşrasının bir köşesinde kendi çürümüşlüğüne hapsolmuş bir 'site'de geçiyor. Buradaki site aslında Sovyet’lerdeki kolhozlara denk düşen bir oluşum. Elbette oradaki kooperatifler gibi buradaki site de işlevini yitirmiş, minik bir hapishaneye dönüşmüş, içinde yaşayanlarıyla tam da taşrada bulabileceğimiz bir devinimsizlik içerisinde varlığını sürdürüyor. Bu sitenin yaşayanları özenle seçilmiş, Tanrı’nın şefkatinden mahrum kalmış, aciz ama bir o kadar da yozlaşmış ve daha fazla yozlaşmaya açık; birey olmaya çok uzak insancıklar: Bay ve Bayan Schmidt, Doktor, Futaki, Meyhaneci, Halicsler, Kramerlar ve diğerleri… Krasznahorkai bize ilkin bu insanların, site içerisindeki yaşamlarını anlatıyor. Sitedeki her ayrıntısını gösterdiği çürümüşlük ve kokuşmuşlukla; bir yandan da Doğu Avrupa alegorisi sunuyor. Birbirlerini sürekli evlerinin pencerelerinden izleyenler, sürekli olarak başkasının eşleriyle cinsel ilişkiye giren ya da hayalini kuran kadın ve erkekler, vücudunu satan minik kızlar, güç ve para (kurtuluş) için ailesi de dâhil ait olduğu yeri satabilenler vs. Anlayacağınız son derece kokuşmuş biz yozlaşma hâkim siteye. Ve bir beklenen olduğunu görüyoruz: Irimias. Aslında beklenen doğru kelime değil, hiç beklenmiyor ama yaratacağı etkiyle gizliden gizliye o olsun olmasın bir benzeri de olsa her daim ‘beklenen’ bir yandan da. Başında tacı dirilişten gelen İsa misali. Nihayetinde de geliyor. Kitap bu noktadan sonra başka bir akışa giriyor ve anlatının üzerinden de sis perdesi bir nebze kalkıyor. Bu sis perdesinin asılı olduğu ilk bölümün büyüsü de temel olarak anlatımında yatıyor. Çünkü burada epizotları okurken aslında aynı zamanın içerisinde süzüldüğümüzü anlıyoruz. Zaman belki bizim için dakikalarla ilerliyor. Bir gelişme kaydedemiyor gibi bir hissin içine düşüp, Laszlo’nun bizi hapsettiği o zamanın içerisinde sitenin ve insanların her haline ve ayrıntısına hâkim oluyoruz. Irimias’ın geldiği yerden sonra hikaye daha aksiyonel. Yine kimseyi ölümcül bir spoiler ile üzmek istemediğimden hikâyenin bu noktadan sonraki ilerleyişine çok fazla bir şey söylemek istemiyorum.
Ama roman ritminden hiçbir şey kaybetmiyor. Bir katran gibi yoğun ve yavaş akmaya devam ediyor. Bütün betimlemeler bizi anlatılan ana, öznel olduğundan daha çok nesnel bir yargılar zinciriyle taşıyor. Görselliğe ya da eylemlere dair gri alan bırakmıyor yazar. Hepsini kafamıza çiziyor. Karakterin zihinlerini bize açmayarak bir oyun oynuyor belki de. Sadece çok beylik fikirlerini hissedebiliyoruz ya da tanık oluyoruz. Ancak belki de yazar tam olarak da bunu istiyor. Zira kitabı sonlandırdığımızda bu karakterlerin yazarın anlattığından daha fazlası olmadığını da anlıyoruz acı acı.
Çanlarla açılan ve çanlarla sonlanan roman içerisinde, diriliş, melekler, İncil vs üzerine hakikatli bölümler ayrıldığını görüyoruz. Bu anlamda roman çok zengin. Fakat bunların doğru okuması için biraz üzerine düşünmem gerekiyor, o yüzden işkembeden yorumlamak istemem. Ama bu anlamda kitap Tarkovski tarafından uyarlansaydı “Satantango”dan daha güçlü bir film ortaya çıkar mıydı acaba diye de sormadan edemiyorum. Dini okumasını bir kenara bırakırsak filmin bir de politik bir okuması olduğunu görebiliriz. Macaristan’da da tıpkı kolhozlar gibi tarım için başlatılan reformların ve inşaların; planlanıldığı gibi başarılı sonuç vermediği bilinmekte. Krasznahorkai’de bu kitabıyla ülkesinin, o zamanın hakim sistemi karşısında kaybetmiş insanlarına muzip ve taşlayan bir ağıt yakıyor. Ne de olsa hikayenin ortasına kurtuluşun ve yeniden başlangıcın simgesi olarak Şato’yu koymuş. Direkt olarak Kafka’nın Şato’suna gidebiliriz bu noktada zira oldukça açık bir metafor şato. K. şatoya nasıl ulaşamıyorsa bizim karakterlerimiz de tersine bir kolaylıkla şatoya ulaşıyorlar. Ama orada beklediklerinden çok daha farklı bir gerçekle buluşuyorlar. Kısa süren farkındalıkları süresince bir uyanma bekliyoruz aslında ama Şato o noktada bir değişim noktası. Kurtarıcı geri döndüğünde ve karakterlerimizi geleceklerine teslim ettiğinde, Şato’nun ne kadar da Kafka’nın şatosuna benzediğini görüyoruz. Sistemin yürütücüsü otoritenin bükülmez gücüne bir kere daha sert bir şekilde tanıklık ediyoruz. Hele ki mutlu bir şekilde kölelik için zemin hazırlandıysa, o zaman her şey muhteşem bir vuruş ve razı geliş dansına dönüşüyor. Bundan ala sado-mazo mu var aslında? Farkındalık olmayınca her şey doğru mu oluyor? Günümüz Türkiye’sine de burdan baksak mesela? Celladına aşık garipler ve otorite, otorite, otorite.
Kitabın sonunda da Doktor üzerinden çok şık bir hamle yapıyor yazar. Bizi yeniden çan seslerine götürüyor ve orada makarayı başa sarıyor. Akıl almaz bir dekupaj yapıyor. Son bölüm beni çok etkiledi. Burada ilahi bir şeyden gelen tokatla sersemlemiş hissettim. O deli ve çanlar… Kitabın ortasında vuku bulan akıl almaz olay, Eliste’nin yükselen naşından daha da çok etkiledi. Bir önceki bölümde Iramias üzerinden kurulan İsa metaforunun elimizde tuzla buz olması da ayrı bir güzellikti. Belki de İsa sandığımız aslında şeytanın ta kendisinden başkası değildir. Romanın ortasından itibaren hissettiğimiz o fenalık, ötelememize rağmen burada zalimce gerçekleşince, insanın umudunda bir yara açılıyor illaki.
Çok uzattım ve karma karışık bir yazı oldu farkındayım ama kitap da beni böyle bir karmaşanın içine attı, gitti. Örümcek ağı ve tangodan bahsetmedim henüz ama mecalim de kalmadı pek. Belki daha sonra bir düzeltme yaparım.
Herkese tavsiye etmiyorum. Okuması oldukça zor bir eserdi. Temposu düşük, ayrıntılaması çok fazla ve birileri için ‘hiçbir şeyin olmadığı’ eserlerden biri olduğundan herkese mutlaka okuyun demem. Ama modernist romandan hoşlanan, biraz zamanı eğmektense, zaman tarafından eğilmek isteyen okur kendisini biliyor, onlar sevecektir. O mutlu azınlığa tavsiye ederim. Sonrasında filmi izlemenize de mutlaka tavsiye ederim.
İyi okumalar.
9/10
“Şeytan Tangosu”nu biraz önce bitirdim ve yazarın son bölümde indirdiği yumrukla sersemleyip, bir süre anlamsızca kitabı bitirmiş olmanın getireceği tatmin duygusundan da yoksun; kafamda sorularla boş boş etrafa bakındım. Ne diyeceğimi bilemiyorum! Aslında bu öyle bitirince direkt olarak yorum yapacağım eserlerden biri değil. Biraz üzerine çalışmak gerek. Metaforlar ve ayrıntılar gösterdiğinin ötesinde neleri anlatıyor kafa patlatmak lazım. Fakat bazen bir eseri bitirdiğinizde, onun hakkında birileriyle acilen konuşma ihtiyacı hissedersiniz ya “Şeytan Tangosu” da tam olarak onlardan biri işte. Biraz çırpınıp şuan bu eseri okuduğunu bildiğim birkaç arkadaşımı taciz ettim ama henüz sonlandırmadıklarından istediğim fikir alışverişini yapamadım. Dedim en iyisi bir kafamdakileri yazayım, rahatlayayım:)
“Şeytan Tangosu” aslında yabancısı olduğum bir hikâye değil. Çünkü 1994 senesinde Bela Tarr tarafından kotarılmış uyarlama filmi iyi bildiğim yapımlardan bir tanesidir. Klasik sinema estetiğinin son kalelerinden biri olan Bela Tarr zaten tartışılmaz bir yönetmendir. Onu ve filmlerini konuşmak sinemanın içerisinde olan biri olarak sıklıkla gerçekleştirdiğim bir şey. Genelde “Torino Atı” isimli filmiyle tanınıyor ancak başyapıtı “Satantango”dur. 7,5 saatlik süresiyle ve ağır aksak ilerleyen devinimleriyle çoğu seyirciyi korkuttuğundan belki de, çok öne çıkamamıştır ama nefis bir yapımdır. Yani bu filmden kaynaklı hikâyeye aşinaydım ve kitap Türkçede basıldığından beri de hep okumak için bir itki arıyordum. Sonunda ve iyi ki okudum.
Krasznahorkai, “Şeytan Tangosu”nu 1985 senesinde kaleme almış. Ülkesinde çıktığında belli tartışmalar yaratmış olan kitap, Bela Tarr’ın uzun uğraşlarıyla film haline getirilince; 1994’te dünya izleyicisiyle buluşunca; kitap daha çok tanınmış ve okuyucuların daha çok ilgisine nail olmuş. Çok ilginç bir şey belirtmek isterim ki “Şeytan Tangosu” Krasznahorkai’nin ilk romanı. Evet, bir debut ve nasıl bu kadar yetkin ve etkin, hayret verici doğrusu. Roman çok yoğun, özgün ve zeki bir aklın elinden çıkma kurgusuyla edebi anlamda hayranlık uyandırıcı. Modernist romanın güzel bir örneği olarak kabul edebileceğimiz kitabın, modernist hamleleri iç titreten cinsten. “Ses ve Öfke” mi dedik misal ya da “Benim Adım Kırmızı”nın sonunda konuşan Orhan Pamuk mu? O hesap bir güzellik yapıyor romanının bazı noktalarında Krasznahorkai. Ve bunu ilk eserinde yapabilmiş olması beni açıkçası en çok etkileyen şeylerden bir tanesi. Bir dil ustasının yazdıklarını okur hissi baki ve güçlüyken; bunu bu kadar erken başarabilmiş olması sadece hayranlık uyandırıcı.
Romanımız Macaristan taşrasının bir köşesinde kendi çürümüşlüğüne hapsolmuş bir 'site'de geçiyor. Buradaki site aslında Sovyet’lerdeki kolhozlara denk düşen bir oluşum. Elbette oradaki kooperatifler gibi buradaki site de işlevini yitirmiş, minik bir hapishaneye dönüşmüş, içinde yaşayanlarıyla tam da taşrada bulabileceğimiz bir devinimsizlik içerisinde varlığını sürdürüyor. Bu sitenin yaşayanları özenle seçilmiş, Tanrı’nın şefkatinden mahrum kalmış, aciz ama bir o kadar da yozlaşmış ve daha fazla yozlaşmaya açık; birey olmaya çok uzak insancıklar: Bay ve Bayan Schmidt, Doktor, Futaki, Meyhaneci, Halicsler, Kramerlar ve diğerleri… Krasznahorkai bize ilkin bu insanların, site içerisindeki yaşamlarını anlatıyor. Sitedeki her ayrıntısını gösterdiği çürümüşlük ve kokuşmuşlukla; bir yandan da Doğu Avrupa alegorisi sunuyor. Birbirlerini sürekli evlerinin pencerelerinden izleyenler, sürekli olarak başkasının eşleriyle cinsel ilişkiye giren ya da hayalini kuran kadın ve erkekler, vücudunu satan minik kızlar, güç ve para (kurtuluş) için ailesi de dâhil ait olduğu yeri satabilenler vs. Anlayacağınız son derece kokuşmuş biz yozlaşma hâkim siteye. Ve bir beklenen olduğunu görüyoruz: Irimias. Aslında beklenen doğru kelime değil, hiç beklenmiyor ama yaratacağı etkiyle gizliden gizliye o olsun olmasın bir benzeri de olsa her daim ‘beklenen’ bir yandan da. Başında tacı dirilişten gelen İsa misali. Nihayetinde de geliyor. Kitap bu noktadan sonra başka bir akışa giriyor ve anlatının üzerinden de sis perdesi bir nebze kalkıyor. Bu sis perdesinin asılı olduğu ilk bölümün büyüsü de temel olarak anlatımında yatıyor. Çünkü burada epizotları okurken aslında aynı zamanın içerisinde süzüldüğümüzü anlıyoruz. Zaman belki bizim için dakikalarla ilerliyor. Bir gelişme kaydedemiyor gibi bir hissin içine düşüp, Laszlo’nun bizi hapsettiği o zamanın içerisinde sitenin ve insanların her haline ve ayrıntısına hâkim oluyoruz. Irimias’ın geldiği yerden sonra hikaye daha aksiyonel. Yine kimseyi ölümcül bir spoiler ile üzmek istemediğimden hikâyenin bu noktadan sonraki ilerleyişine çok fazla bir şey söylemek istemiyorum.
Ama roman ritminden hiçbir şey kaybetmiyor. Bir katran gibi yoğun ve yavaş akmaya devam ediyor. Bütün betimlemeler bizi anlatılan ana, öznel olduğundan daha çok nesnel bir yargılar zinciriyle taşıyor. Görselliğe ya da eylemlere dair gri alan bırakmıyor yazar. Hepsini kafamıza çiziyor. Karakterin zihinlerini bize açmayarak bir oyun oynuyor belki de. Sadece çok beylik fikirlerini hissedebiliyoruz ya da tanık oluyoruz. Ancak belki de yazar tam olarak da bunu istiyor. Zira kitabı sonlandırdığımızda bu karakterlerin yazarın anlattığından daha fazlası olmadığını da anlıyoruz acı acı.
Çanlarla açılan ve çanlarla sonlanan roman içerisinde, diriliş, melekler, İncil vs üzerine hakikatli bölümler ayrıldığını görüyoruz. Bu anlamda roman çok zengin. Fakat bunların doğru okuması için biraz üzerine düşünmem gerekiyor, o yüzden işkembeden yorumlamak istemem. Ama bu anlamda kitap Tarkovski tarafından uyarlansaydı “Satantango”dan daha güçlü bir film ortaya çıkar mıydı acaba diye de sormadan edemiyorum. Dini okumasını bir kenara bırakırsak filmin bir de politik bir okuması olduğunu görebiliriz. Macaristan’da da tıpkı kolhozlar gibi tarım için başlatılan reformların ve inşaların; planlanıldığı gibi başarılı sonuç vermediği bilinmekte. Krasznahorkai’de bu kitabıyla ülkesinin, o zamanın hakim sistemi karşısında kaybetmiş insanlarına muzip ve taşlayan bir ağıt yakıyor. Ne de olsa hikayenin ortasına kurtuluşun ve yeniden başlangıcın simgesi olarak Şato’yu koymuş. Direkt olarak Kafka’nın Şato’suna gidebiliriz bu noktada zira oldukça açık bir metafor şato. K. şatoya nasıl ulaşamıyorsa bizim karakterlerimiz de tersine bir kolaylıkla şatoya ulaşıyorlar. Ama orada beklediklerinden çok daha farklı bir gerçekle buluşuyorlar. Kısa süren farkındalıkları süresince bir uyanma bekliyoruz aslında ama Şato o noktada bir değişim noktası. Kurtarıcı geri döndüğünde ve karakterlerimizi geleceklerine teslim ettiğinde, Şato’nun ne kadar da Kafka’nın şatosuna benzediğini görüyoruz. Sistemin yürütücüsü otoritenin bükülmez gücüne bir kere daha sert bir şekilde tanıklık ediyoruz. Hele ki mutlu bir şekilde kölelik için zemin hazırlandıysa, o zaman her şey muhteşem bir vuruş ve razı geliş dansına dönüşüyor. Bundan ala sado-mazo mu var aslında? Farkındalık olmayınca her şey doğru mu oluyor? Günümüz Türkiye’sine de burdan baksak mesela? Celladına aşık garipler ve otorite, otorite, otorite.
Kitabın sonunda da Doktor üzerinden çok şık bir hamle yapıyor yazar. Bizi yeniden çan seslerine götürüyor ve orada makarayı başa sarıyor. Akıl almaz bir dekupaj yapıyor. Son bölüm beni çok etkiledi. Burada ilahi bir şeyden gelen tokatla sersemlemiş hissettim. O deli ve çanlar… Kitabın ortasında vuku bulan akıl almaz olay, Eliste’nin yükselen naşından daha da çok etkiledi. Bir önceki bölümde Iramias üzerinden kurulan İsa metaforunun elimizde tuzla buz olması da ayrı bir güzellikti. Belki de İsa sandığımız aslında şeytanın ta kendisinden başkası değildir. Romanın ortasından itibaren hissettiğimiz o fenalık, ötelememize rağmen burada zalimce gerçekleşince, insanın umudunda bir yara açılıyor illaki.
Çok uzattım ve karma karışık bir yazı oldu farkındayım ama kitap da beni böyle bir karmaşanın içine attı, gitti. Örümcek ağı ve tangodan bahsetmedim henüz ama mecalim de kalmadı pek. Belki daha sonra bir düzeltme yaparım.
Herkese tavsiye etmiyorum. Okuması oldukça zor bir eserdi. Temposu düşük, ayrıntılaması çok fazla ve birileri için ‘hiçbir şeyin olmadığı’ eserlerden biri olduğundan herkese mutlaka okuyun demem. Ama modernist romandan hoşlanan, biraz zamanı eğmektense, zaman tarafından eğilmek isteyen okur kendisini biliyor, onlar sevecektir. O mutlu azınlığa tavsiye ederim. Sonrasında filmi izlemenize de mutlaka tavsiye ederim.
İyi okumalar.
9/10
Sign into Goodreads to see if any of your friends have read
Şeytan Tangosu.
Sign In »
Reading Progress
September 7, 2016
– Shelved
September 7, 2016
– Shelved as:
to-read
November 29, 2018
–
Started Reading
December 10, 2018
– Shelved as:
macar-edebiyatı
December 11, 2018
–
Finished Reading
December 23, 2018
– Shelved as:
dq
Comments Showing 1-6 of 6 (6 new)
date
newest »
message 1:
by
ArturoBelano
(new)
-
rated it 5 stars
Dec 11, 2018 11:25PM
reply
|
flag
Aynen yaşasın edebiyat! Bir an evvel muhabbete konu edelim de kafamdaki kitaba dair boşlukları doldurayım istiyorum. Bitirmeni bekliyorum:) Esere kefilim, seveceğini hissediyorum.
Teşekkür ederim Bülent. Umarım beğenirsin. Biraz zor bir okuma ama bana kalırsa fazlasıyla değiyor. İyi okumalar diliyorum:)