favoriler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
favoriler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Perşembe, Temmuz 31, 2025

Temmuz 2025-Okuma ve Seyir Güncesi

 ---KİTAPLAR---


Kitaplar açısından yılın en iyi ayını geçirmiş olabilirim şu ana kadar. Temmuz sıcağına rağmen çoğunu sevdiğim kitaplar okuyabildiğime memnunum. Sırasıyla ayın özeti:

Humphrey Carpenter Tolkien biyografisinde, yazarın iç dünyasına çok gir(e)meden genel olarak yaşamının izlediği seyri, çocukluk ve ilk gençlik yıllarının olaylı ve krizli dönemlerinden sonra geleneksel, çalışkan, kılı kırk yaran ve mesafeli bir olgunluk içeren yaşamının sonraki dönemlerini ve elbette Hobbit, Silmarillion ve Yüzüklerin Efendisi'nin ortaya çıkış ve geliştirilme anlarını kaleme almış. Tolkien'in 10 kadar dil öğrenmesinin edebi yanına etkisinin yadsınmaması gerektiğini bir kez daha görüyoruz bu biyografi aracılığıyla. Orta Dünya karakterlerinin ilham kaynaklarını okumak tebessüm ettirdi. Diğer detaylar bu yazımda

R.F.Kuang'ın tipik bestseller kıvamındaki Sarı Yüz'ünden önceki yazılarımdan birinde bahsetmiştim. Yayıncılık dünyası kadar sosyal medya ve iptal kültürüyle de dalga geçmesi eğlenceliydi. Edebi dil arayanların değil, eğlenmek isteyenlerin durağı olabilir. Yazarın Babil romanını daha çok sevmiştim. 

Mohamed Mbougar Sarr'ın İnsanların En Gizli Hatırası kadar dehşetengiz kurgusuna ve oyuncaklı yapısına sahip olmayan, daha düz bir kurgu izleyen, tema olarak da daha yıkıcı romanı Safi İnsan Onlar. Homofobiye, özgürlüğe, din faşizmine karşı yüreğim daralarak okudum.

Andrea Abreu'nun Yaz Köpekleri ile Karayipler'e yolculuk yaptım. Detaylarıyla kah eğlendiren kah iğrendirebilen, kız çocuklarının büyüme sürecinin genelde görmezden gelinen yanlarını vurgulayan, çocukluk ve ilk gençlik arkadaşlığında öne çıkan tarafla geride kalan tarafı hikayeleyen, finaliyle donup kaldığım, akıcılığına kapılıp gittiğim bir roman. Sempatiyle okunuyor. Ferrante sevenler buna da baksın derim.

Cecile Pin'in Gezgin Ruhlar'ı yıllara yayılan Vietnamlı sığınmacı öyküsü. Aralarda da, erkek kardeşin hayaletinin bakış açısını, Thatcher'ın göçmen politikasıyla günümüz arasındaki paralellikleri, Amerikan askerlerinin sorgulamadan yaptıkları kıyımı okuyoruz. Biraz da, Anh gibi güçlü bir kadın karakteri bize tanıştırdığı için minnettarım kitaba. En çok da, ajitasyok yapmadan sığınmacı hikayesi anlatabilmesine.

Hernan Diaz'ın bayıldığım Güven romanından daha önceki yazımda bahsettim. Yılın en iyilerinden, sırf kapitalizm eleştirisiyle değil, toplumsal cinsiyet eleştirisiyle de şapka çıkartan, kurgusu beni benden alan o "kurmacanın sınırlarını genişleten" nadide örneklerden. 

Deborah Levy'nin Eve Yüzerken'indeki karakterlerin ikilemleri yavaş yavaş açığa çıkıyor. Bir nevi arthouse filmi tadı var kurgusunda ve satır aralarında. Finali beklemediğim şekilde bitti ve bundan memnunum. Levy okuru edebiyata ortak eden, talepkar bir yazar. Kitaba bayılmadım ama Kitty'nin araftaymışçasına bocaladığı anlara ve kitabın diğer eleştirel yanlarına tanık olduğuma memnunum. 

Mariana Enriquez'de boş yok. Kasvetli İnsanlar İçin Güneşli Bir Yer, önceki öyküleri gibi toplumsal gerçeklerle, toplumsal cinsiyetle ve sistemin aksayan yönleriyle tekinsiz atmosferi ve korku öğelerini birleştiren öykülere sahip. Hiçbir doğaüstü unsurun eril şiddet kadar korkunç olmadığını yüzümüze vuruyor. Bir miyomun body horrorvari ürkütücü bir öğeye dönüştüğü öyküden lanetli kasabalarda geçen öykülere, hem türe getirdiği bakış açısı hem sosyal gerçekleri vurgulaması muazzam. Rahatsız edici öğeleri kesinlikle sırf okuru şok edeyim diye yazmıyor. Alttan alta yayılan çığlığı, umutsuzluğu, kaçışı ve tekinsizliği çok iyi kullanıyor, kör gözüm parmağıma bir tavrı yok. Ne yazsa okurum diyebilirim artık. 

Jan Neruda'nın Eski Prag Öyküleri tekinsiz 1800'ler atmosferinden ironi dolu 5 öyküyü içeriyor. Ayın güzel sürprizlerinden oldu bu ince kitap. Dili ve hikayeciliği ekonomik kullanan öyküleri çok severim. Prag'a tekrar yolculuk etmiş kadar oldum bahaneyle. 

---SİNEMA---


Bu ay sinema açısından verimli geçmedi ama izlediğim az ve öz filmden memnunum. Araya da birkaç slasher serisi rewatchu, 80'ler Mickey Rourke'unun Ira ve kilise arasında kalan tetikçilikten bıkmış kaybeden karakteri canlandırdığı A Prayer for the Dying, Fransızların olur olmaz her şeyin içine seks kattıkları bıktırıcı örneklerinden L'ete Dernier, İzlanda'dan kayıplarla aldatmayı sorgulatan orta karar Runar Runarsson yenisi When the Light Breaks girdi. Asıl favorilerim aşağıda:  


Martin 

Vampirlik mi, akıl hastalığı mı? George A.Romero seyirciyi muallakta bırakırken ikircikli ve gerilimli sahnelerle vampir türüne yeni bir bakış açısı getirmiş. Sorunlu beyaz genç adamların tüm sorunlu yanlarına rağmen yüceltildiği bir dünyayı da sorgulatıyor. Korkutmaktan ziyade inançların tutuculuğuna yöneltmiş bakış açısını Romero ve çok iyi bir psikolojik gerilim ve karakter dramı çıkmış ortaya. 


HyperNormalisation

Post truth çağında gerçeğe ne gerek var ki. Emperyalist batının, özellikle ABD'nin, Orta Doğu planlarını gözler önüne seriyor Adam Curtis'in belgeseli. Haberlerle, teknoloji çağıyla, internetin yayılımıyla gerçeğin manipüle edilişinin zirve yaptığı günümüze ışık tutuyor. ABD eleştirisi büyük ölçüde Cumhuriyetçi Parti liderleri ve başkanları ekseninde olmasaydı keşke. Bazı eksiklikleri var, yer yer de bizim ulusalcıların Amerika eleştirilerini andırıyor ister istemez fakat sorgulattıkları mühim yine de. Orta Doğu politikaları belgeseli parselleyen tema olmuş. İşin teknoloji boyutunu biraz daha öne çıkarmasını isterdim. Zira sınırların olmadığı, dünyanın her yerinden herkesin istediğini paylaştığı ve bilgi alışverişi yaptığı özgür bir mecradan şirketlerin manipüle ettiği bir sosyal medya çağına dönüşen internet dünyasına dair söylenebilecek ve tartışılabilecek daha çok şey var. 


Marshmallow

80'lerden çocuk ve gençlik kampı korkusunun finalinde yaptığını beğendim şahsen. Senaryodaki twistler rastgele seçilmemiş. 80'ler nostaljisinden ibaret kalmadı böylece film kendi adıma. Gerilimi de gayet dozundaydı. Korku-gerilim filmlerinde geçmişin tekrarından çok yeni bir şeyler katabilenler, atmosfere önem verenler, illa ödümüzü patlatsın diye jump scare kovalamayanlar ve sosyolojik alt metin içerenler öne çıkıyor benim için. Marshmallow da fena sayılmazdı. 



Fata Morgana

Werner Herzog'un tarifi zor bilim kurgu ve varoluş temaları içeren filmi şiirsel sinema sevenler için bulunmaz nimet. Sahra Çölünde çekilen bu kendine özgü film sömürgeciliğe karşı metniyle düşündürüyor. Cave of the Forgotten Dreams'den daha soyut bir anlatımı var. Herzog otobiyografisinde en radikal filmim diye nitelemiş Fata Morgana'yı. Katılmamak elde değil. Tek seferde özümsemesi zor. Felsefi yanına sonradan tekrar dönmek isabet olur. Mayaların yaratılış mitiyle insanın varlığına anlam arıyor, uygarlıkla ilkellik arasındaki ince çizgi üzerinde yürüyor. Çöl atmosferi halüsinatif etki yaratıyor izleyende. Yaşam bir ilüzyondur ne de olsa. 

---DİZİLER---

Angel 5.Sezon-Final

Angel'ın 5.sezonunun hem fantastik bir evrende geçen bir diziden beklenecek şekilde baş döndürücü ve dolu dolu bir final sezonu gibi olması hem de aslında final sezonu olarak çekilmemesi ve kanalın zamanında diziyi iptal etmesi enteresan. Artık kötücül, gizemli, manipülatif ve Iluminativari Wolfram&Hart şirketinin başına geçen ekibe Spike'ın da katılması sezonun en önemli, büyük ve güzel gelişmesiydi. Spike sezona müthiş bir dinamizm katmış beklendiği gibi. Şirketle ilgili gerçekler açığa çıkarken yeni gizemlerin de ortaya çıkışı bu tür dizilerin alamet-i farikası tabii. Sezonun ortalarında Fred'in başına gelenler kalbimi kırdı ama maalesef. Finalde mantıklı bir yere bağlamaları beni mutlu etse de yarım kalmış bir hikaye söz konusu. Sonuç olarak, Buffyverse'ü özleyeceğim. İleride gerek Buffy The Vampire Slayer'a gerek Angel'a tekrar zaman ayırmak isterim. Dizilerin tekrar tekrar izlenmesi şenliğine yakışacak bir evren. Sonradan gelen benzer türdeki birçok diziye ilham kaynağı olmaları da kaçınılmazmış. 


Rivals

 Rivals Taggie ve Lizzie hariç birtakım nefretlik karakter arasındaki entrikalar gibi işleniyor. 80'lerin Thatcher İngiltere'sindeki ikiyüzlü muhafazakarlığı yerden yere vuran bir dizi. Politik doğruculuktan çok uzak bir dönemde geçen dizide TV dünyasının işleyişi, basın manipülasyonu ve kirli ilişkiler konu ediliyor. İlişkiler açısından da kaos az değil. David Tennant ve Aidan Turner'ın başı çektiği kadroda Kaherine Parkinson'ın yeri ayrı diyebilirim. It Crowd'ı anımsıyorum ister istemez kendisini görünce. İlk sezonu kritik bir noktada bitirilmiş. 2.sezonu beklemek için nedenlerden biri de bu işte.

Pazartesi, Aralık 30, 2024

2024'te Sevdiğim Kitaplar



Yılın o en güzel anlarından birine geldik ve işte karşınızdayım. Bilenler bilir. Sene içerisinde okuduğum kitaplardan sevdiklerimi okuduğum sıraya göre burada özetliyorum. Bazılarının daha önce yazdığım detaylı yazılarının linklerini ekledim. Genelde daha önce okuyup sevdiğim yazarlar öne çıktı 2024'te. Bazı yeni keşifler de heyecanlandırmadı değil. Hazırsanız favorilerim aşağıda: 

Philippe J.Dubois – Kuşların Felsefesi

Kuşların yaşam alışkanlıklarından kendi sıkıcı insan yaşamımıza aktarabileceğimiz güzellikler üzerine kurmaca dışı bu kitapla başlamıştım 2024'e. Çok derin felsefi analizler bekleyenler aradığını bulamayabilir. Keyfi, dinlendirici, insanı pamuk gibi yapan, huzur veren bir kitap. Öte yandan, kişisel gelişim klişelerinden uzak olması da artılarından. Her bölümün başındaki farklı kuş resimleri kitaba dair bir başka mutluluk sebebi. 


Lorrie Moore – Amerika Kuşları

Yılın en iyi kadın öyküleri derlemelerinden Amerika Kuşları. Kendi yolunu bulmaya çalışan, bu çabalarında bazen kaybolan kadınlar. Benzer deneyimlere sahip olmasak da empati uyandıran karakterler. Bir bebeğin ölümüne sebep olan kadının öyküsünü unutabilmek ne mümkün.  


Susan Sontag – Yeniden Doğan (Günlükler)

Sontag'ın ilk gençliğinden 30 yaşına kadar tuttuğu günlükler. Bilinç Tene Kuşanınca'da yer alan sonraki yıllarının günlükleri gibi onlarca film ve kitap sıralıyor yine Sontag. Yoğun hisleriyle başa çıkmaya çalışıyor, queer kimliğini sorguluyor, kültürel ve entelektüel açlığı kendimle benzerlik kurmama sebep oluyor, hayal kırıklıkları hüzünlendiriyor. Günlük okumayı seviyorum. Sontag'ın şu ana kadar okuduğum metinlerinden en çok günlüklerini sevdim dersem ayıp olmaz umarım. 


Paul Auster – Baumgartner

Paul Auster’ın magnum opus’u resmen desek yeridir. Edebiyatla, yazıyla ve hayatla vedalaşma kitabıymış meğer. Yokluğunda dünyanın eskisi gibi olamadığı yazarlardan Auster. Daha önce yazdıklarından farklı olarak Avrupa edebiyatını anımsatan bir üslup ve var oluş sorgulaması var Baumgartner’da bana göre. Hayata da, yazmaya da çok şık ama hüznü eksik olmayan bir veda. Bu kadar içe dönük olması şaşırttı. Geriye dönüşlerle okuduğumuz karakterin öyküsü asla klişe geri dönüşlü hikayeler gibi değil. Auster'ın her zamanki kıvrak akıcılığı bu kez var oluş sorgulamalarıyla çok daha fazla iç içe. Yılın en önemli kitaplarından benim için. 


Bülent Çallı – İstanbul Posta Treni

"Neden pandemi etkili bir roman okumak isteyeyim ki bu saatten sonra" derken kendimi fena kaptırdım sevgili Bülent Çallı’nın post-apokaliptik romanına. Kusursuzluk saçmayan karakterler, distopya, salgın ve hayatta kalma atmosferi, bilinmeyen yolculuk, ihanetler, cunta ve vicdani sorgulamalar var 2070'lerin çıkışı olmayan İstanbul'unda. Ayrıca radyo yayınları olmasa eksik kalırmış bu roman. En güzeli de, bir soundtracke sahip olan bir roman olması. Hala döndürüp dinliyorum arada. İki Yol var demiştin, evet. 


Ferit Edgü – Biçimler, Renkler, Sözcükler

Elimin mutlaka gittiği Türk yazarlardan biri Ferit Edgü son zamanlarda, zira geç keşfettim kendisini. Edgü alışveriş listesi yazsa okurum dediğim yazarlardan sayılabilir artık. Ressamlar ve sanatçılar üzerine denemeleri arada bir dönüp bakmayı gerektiriyor. Edgü'nün kendine özgü minimalizmine çok yakışmış bu denemeler. 


Ferit Edgü – Yazmak Eylemi

Bir yandan farklı bir kurgu ve üslup denemesi yaparken bir dönemin siyasi gerçeklerine tanık ediyor bizi Ferit Edgü Yazmak Eylemi'nde. Raymond Queneau'dan ilhamla 101 bölümde farklı türler arasında gezdiriyor okuru. Olaylara da aklıselim, tarafsız ve gerçekçi bir bakışla yaklaşmış. Her bölümü eşit derecede sevmek zor ama genel olarak enteresan bir kitap. 


Julia Deck – Kış Üçgeni

Bir acayip kitap, bir acayip karakter, bir acayip kurgu. Yazarın bir diğer romanı Viviane Elizabeth Saville kadar bayılmasam da birçok açıdan benzerine zor rastlanan bu romanı okuduğuma memnunum. Gerçekle hayal iç içe geçerken bir kadının buhranları, kapitalist sistemle imtihanı, yalanlarıyla şaşırıyoruz. Eric Rohmer'e göndermeleri tatlı. 


Alasdair Gray – Zavallılar

Farklı türler arasında gezinmesi, 19.yüzyıl edebiyatından aldığı öğeler, Frankenstein’dan H.G.Wells’e çeşitli göndermeleri, patriyarkayla dalga geçmesi, erkek anlatılarını tersyüz etmesi Zavallılar’ın beni mutlu eden yanları. Bella’nın geçmişinin aydınlatıldığı bölüm çeşitli gizem anlatılarında her şeyin açığa çıktığı bölümlere benziyor. Finaldeki “Aslında öyle değil de, böyle oldu” diyen tavrın sanki her şey aslında rüyaydı demeye getirmesini sevemedim yine de. Halbuki güvenilmez anlatıcılara zaafım vardır. Bella'nın kültürel ve zihinsel eğitiminin cinsel uyanışının geri planda kalmasına da itirazım var ama roman en azından daha çok hakkını veriyor kadın karakterin bakış açısına Lanthimos'un filmine nazaran.


Kim Gordon – A Girl In A Band

Kim Gordon çocukluğunu, erkek kardeşinin gölgesini, müzisyenlik yolculuğunu, 60'lardan 90'lara alternatif müzik sahnesini, değişen şehir kültürünü, rock dünyasında kadın müzisyen olmayı, çöken evliliğini, sevdiği ve sevmediği diğer müzisyenleri ve ünlü figürleri anlatıyor. Öfkesini hem müzik dünyasına hem evliliğine yöneltmiş. Thurton Moore'la geçen coşku dolu ilk gençlik günlerinden sonraki hayal kırıklıklarına öfkesi en çok da Moore'a yönelik tabii. Bazen kötümser ve sert gelebilir tavrı. Müzik dünyasının kadın müzisyenlerden beklediği klişelerin hala değişmediğini yüzümüze vuruyor. Bunu sosyolojik değil, kişisel bir yerden yaptığını, nostaljiye çok batmadan anılarını anlattığını belirteyim. Değişen şehir hayatına dair yazdıkları da ilgimi çekti. 


Roy Jacobsen – Harika Çocuk

İlk Jacobsen romanım. Bir büyüme hikayesinden fazlasını sunarak 1960'lardan itibaren yoksulluktan refah dönemine geçen Norveç'in toplumsal değişimini de aktarıyor. Çocuk anlatıcılardan bıkmış olabilirsiniz ama Harika Çocuk ağlak olmadan söylenemeyenlerin hüznünü ölçülü bir tavırla anlattığı için bir şans verin derim kitabı okumadıysanız eğer. Yazarın diğer kitaplarını da radarıma aldım elbette.


Marianne Fritz – Şeylerin Ağırlığı

Okura ilk elden istediğini vermeyen, üslubuyla çaba gerektiren, sonunda da ödülünü veren bir anlatı Şeylerin Ağırlığı. Savaş travmalarından yaşamın zorluklarına uyum sağlayamamaya temaları az buz değil. 90 sayfalık bir novellanın verdiği ruhsal yük ağır. Fritz'in kurgusu yavaş yavaş açığa çıkan sırlar adına biçilmiş kaftan. Bir Jaguar Kitap klasiği. 


Natalia Ginzburg – Bütün Dünlerimiz

En güzel Ginzburg romanı bu şu ana kadar. Benim için tabii ki. 2.Dünya Savaşı öncesinde ve sonrasında geçen bir aile romanı olarak özetlenebilir konusu. Ekonomik krizle, sınıf çatışmasıyla, faşizmle, savaşla, ayrılıklarla sınanan bir aile. Diyalogsuzluğuna rağmen sürükleyici. Aile Sözlüğü'nden daha akıcı olduğu kesin. Karakterlerinin akıbeti konusunda merak uyandırıyor sonuna kadar. Özellikle Cenzo Rena kendine haslığı ve vicdanıyla unutulmaz bir karakter. 


Maggie O’Farrell – Evlilik Portresi

Bütün retellingleri Maggie O'Farrell'dan okuyacaksın deseler okurum. Mitolojiye dair yeniden yazılan kitaplar da ilgi çekici ama O'Farrell'ın tarihten ve edebiyattan geri planda kalmış, hakkı yenmiş kadınlara ses olması bana daha çok hitap ediyor. Medici'nin ortanca kızı Lucrezia'ya ses olmuş bu romanında O'Farrell. Damızlık muamelesi yapılarak erkenden zorla evlendirilen Lucrezia'nın resim yeteneğinin ve zekasının yok sayılması tarihten birçok kadının hikayesinin temsili gibi okunuyor. Geriye dönüşlerden ileriye atlamalı kurgusu ve bol betimlemeli oluşu herkese hitap etmeyebilir. 

Ursula K.Le Guin – Boşa Geçirecek Vakit Yok

Ursula Hanımcığımın blogundan derlenen yazıları var kitapta. Yaşlılık, kediler, feminizm, evrim, doğa ve büyük Amerikan romanı fikrine dair söyledikleri üzerine düşünülmeli. Kraliçe Hanımın bir blogunun olduğundan bihaberdim. Yazılarının kitap olarak yayımlanmasına sevindim. Alışveriş listesi yazsa okuruz kategorisinden ne de olsa. 


Volker Kutscher – Olimpiyat (Gereon Rath’ın 8.Vakası)

Nazilerin 1936 Olimpiyatlarındaki gövde gösterisi ve imaj şovlarının arka planındaki cinayetlerin peşine düşüyor Gereon Rath bu kez. Komplolar, zorbalıklar, ayrımcılıklar, güç savaşları gırla gidiyor tahmin edileceği gibi. Bu seride cinayetler hiçbir zaman en önemli unsur olmadı. Bu romanda daha belirgin bir tarihi siyaset romanı havası hakim. Gestapo'dan komünistlere uzanan bir yelpaze var cinayetlerin arka planında. Öyle bir noktada bitti ki roman, hayat bitti, soluksuz kaldım. Son birkaç Kutscher romanında da dediğim gibi, yine yeni yeniden Charlotte Ritter'ın öfkesi ve hüznüyüz. Sanırım son bir kitap daha kaldı serinin bitmesine. Beklemedeyim.  


Erlend Loe – Volvo Kamyonlar

Erlend Loe ve Dag Solstad’ı birbirine karıştırdım bir süre. Arka arkaya okuyunca da tuz biber ekti. Tam bir kafa dağıtma romanıymış meğer Volvo Kamyonlar. Yeni karakterlerle renklenmiş. İlk romandan daha çok eğlendim. İskandinav klişeleriyle ve şirketlerle dalgasını geçiyor Loe. Edebi nitelikten çok mizahla öne çıkıyor. 

Laszlo Krasznahorkai – Direnişin Melankolisi

Beni en çok yoran Krasznahorkai romanı demek zorundayım Direnişin Melankolisi için. Şeytan Tangosu ve Savaş ve Savaş’tan daha fazla çaba gerektiriyor. Ama illaki bu listede olması gerekiyordu. İyi kitaplar bizi yormamalı diye bir beklentimiz yok. Unutulmayacak etkide bir edebiyat olayı. Roman demenin yetmeyeceklerinden. Eszter Bey ve Valuska karakterleri de zaten ilgiyi sonuna kadar hak ediyor. Edebi, biçimsel ve tematik açıdan kaos sevenleri buraya alalım. 


Edouard Louis – Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri

Bir yazarın annesinin yaşamını sosyolojik gerçekler çerçevesinde anlatması beni illaki etkileyecekti, yoksa şaşırdınız mı? Edouard Louis otokurmacayı iyi kotaran isimlerden. Tıpkı Annie Ernaux gibi, bazılarının iddia ettiğinin aksine, dümdüz anı ya da otokurmaca yazmaktan uzak çok şükür. Eril şiddet, toplumsal cinsiyet ve sınıf bilinci üzerine öfke uyandıran, buruk bir anlatı Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri. Louis'nin kendi davranışları konusunda da özeleştiri yapması ve annesinin mutlu eden değişimi en az Babamı Kim Öldürdü kadar sarsıcı bir hale getirmiş kitabı. Louis hayatını sorgulamaya devam etsin, toplumsal eleştirilerini de sıralasın bakalım, severek okuruz biz. 

Agota Kristof – Okumaz Yazmaz

Bu anı kitabının yalnızca 40 sayfa olması haksızlık. Macaristan'daki sistem değişimi, göçmenliğin etkileri ve kapitalist çalışma hayatına dair kısa olmasına rağmen epey detay veren bir kitap. Yetmedi yine de Agota Hanım. Tadı damağımızda kaldı. 


Ann-Helen Laestadius – Çalınan

Yılın en güzel sürprizlerindendi bu kitap. Sami halkının yaşadığı ayrımcılığı ve hayat tarzını Elsa karakteri üzerinden anlatıyor. Ren geyiği katliamlarının temsil ettiği ırkçılık, ötekileştirme, çevrecilik üzerine düşündürüyor. Bir nevi büyüme öyküsü aynı zamanda okuduğumuz. Elsa'nın yıllara yayılan hikayesinde acılar da var, umut da, öfke de, güzellikler de. Kız çocuklarından beklentilerin dünyanın başka kesimlerinde de değişmediğini görmek üzücü. Romana dair Goodreads yazım için buraya tıklayabilirsiniz. 


Dag Solstad – 17. Roman ve Björn Hansen’e Dair Üçüncü ve Son Roman

Bu serinin son iki romanını sevdim. Batılı beyaz bir erkeğin kendine ve çevresine yabancılaşmasının kara mizahla örülü öyküsü tam da kara mizahından dolayı enteresan. Hansen'in oğluyla bir türlü ilişki kuramayışı, çok sevemediğim ilk kitaptan kalan utancıyla daha aydınlatıcı doneler sunuyor ilk kitaba nazaran. Son Roman'da bu kez Hansen'in yaşlılıkla, ölümle ve geçmişle yüzleşmesi söz konusu. Hayatı sorgulayan yaşlı Avrupalı erkek karakterlerle dolu edebiyatla da bir nevi dalga geçiyor yazar bence. Torunuyla tanışan Hansen'in yaptığı son sürpriz de Solstad'ın trajikomik anlatım seçimine uygun bir finaldi. 


Veronica Raimo – Yalan Dolan

Sarkastik anlatımları, edebiyatta ve anı yazınında mizahı sevsem de burada içime sinmeyen bir şeyler vardı ama sevdim genel olarak kitabı. Listeye girmeye hak kazandı o yüzden. Medusa Kitap bu yılın en güzel kazanımlarından kadın yazarlardan oluşan seçkisiyle. Veronica Raimo gerçekle kurmacayı birleştirmeyi seçmiş çocukluk ve ergenlik anılarını kaleme alırken. Aşırı endişeli anne babayla büyümeye dair tecrübeleri olanlar tebessümle okudu kitabı. Anı, otokurmaca, otobiyografi gibi türlerde daha fazla edebi derinlik veya sosyolojik alt metin arıyorsanız aradığınız kitap bu olmayabilir. 


Raina Telgemeier – Hayaletler

Yılın grafik roman şahanesi Hayaletler. Pek hoş bir büyüme ve kardeşlik öyküsü olarak kalbimi çarptı. Çizimler deseniz zaten harika. İki kızın hayaletlerle yüzleşmesi, ölümü ve kayıpları sorgulaması korktuğum kadar üzüntüye boğmadı. Ölüler Günü ve Cadılar Bayramı bölümleri pek keyifli. 


Gabriel Garcia Marquez – Yaprak Fırtınası

Marquez'in ilk romanı bile yeterince kurmaca oyunlarına sahip. Marquez'den sadece Kırmızı Pazartesi ve Yüzyıllık Yalnızlık'ı okumuştum. İlkini çok severim, ikincisine herkes kadar bayılmam ama sevmiyorum da diyemem.Yaprak Fırtınası'nı da sevdim listede görünce anladığınız gibi. Bilinçakışıyla ilerleyen, farklı karakterlerin bakış açısıyla karşılaştığımız romanda sanki Kırmızı Pazartesi'ye de hazırlık yapmış Marquez. Son bölümdeki masallarla da büyülü gerçekçiliğe en başından göz kırpmış.  (Bu yıl Anlatmak İçin Yaşamak adlı otobiyografik kitabını da okudum ama onu buraya almadım şimdilik, zira devamı da lazım. Devamını okursam hepsini birleştirip yorum yazmaya çalışırım.)


Edmund Crispin – Kaybolan Oyuncak Dükkânı

Oxford'da geçen keyifli bir cinayet romanı. Cozy detective tarzını sevenler koşsun. Her bölümün başka bir karakter üzerinden gizeme kapı açması, edebi göndermeleri kitabı sevdiren özellikleri. Cinayetin çözümü de makuldu. Kara gün dostu kitaplardan. 


Jhumpa Lahiri – Olduğum Yer

Saçında Gün Işığı adlı romanını ve öykülerini sevdiğim Lahiri bu kez bir kadının yaşamından enstantaneler şeklinde bir anlatı kurgulamış. Önceki okuduklarımdan farklı bir tarz benimsemiş bu kitabında. Modern dünyada yalnız yaşayan bir kadının tekbaşınalığın verdiği huzura tutunmasını çok sevdim. Günlük gözlemleri sade ama okudukça insanı dalıp uzaklara götüren bir etkiyle yazılmış. Her bölümü ayrı bir öykü gibi okunuyor. 


Cem Kalender – Kayıp Gergedanlar

15-20 senelik sanal hayatımda bir çekilişten kitap kazandığım sayılıdır. Bu da onlardan biriydi. Aylak Adam Yayınları sayesinde keşfettim Cem Kalender’i. Gerçeküstücülüğü ve derinlerdeki siyasi konunun ağırlığı yer yer zorluyor. Hatırı sayılır yaratıcılığa sahip bir yazar, yazılışı minnettarlık uyandıran bir roman. 


Alex Schulmann – Malmö İstasyonu

Alex Schulmann’dan ikide iki. Yılın doludizgin kurgulu, bir o kadar da sarsıcı işlevsiz İskandinav aile romanı kategorisini doldurdu. Önceki romanı kadar iyi, hatta daha da iyi denebilir bazı yönleriyle. Keşke farklı bir yayınevinden çıksaydı diye düşünmeden edemedim ama maalesef. Tren raylarındaki yolculuklarla üç kuşağa ve geçmiş travmalara uzanıyor. Bazı sürprizlerin sırf okuru şok etmek için yazılmadığı belli. En az Hayatta Kalanlar romanı kadar vurucu. 


Camilla Sosa Villada – Kötü Kızlar

“Bize trans demeyin, travestiyiz biz” diye kestirip atan yazarın kavramlardan çok daha fazlasıyla dertleri var. İkiyüzlü muhafazakarlık anlayışı, ötekileştirme saplantısı, farklı olana karşı üstünlük ve zorbalıktan vazgeçemeyen, bir türlü kucaklayıcı olamayan toplumlara karşı isyanı. Bir yandan da, arka kapakta belirtildiği gibi, Almodovar filmlerini aratmayan bir curcuna, şefkat ve hüzün. Çok sevdim Camila Sosa Villada’nın kitabını ve tarzını. En çok da Encarna Teyzeyi sevdim. Alabildiğine sert bir dünyada iyi ki varsın dedirten karakterlerden.

Mehmet Murat Somer – Peruklu Cinayetler (Hop-Çiki-Yaya Serisi 4)

Hop-Çiki-Yaya serisini bitirdim bu yaz. Tam bir yaz keyfi bu seri. Burçin ve kızların argolu maceraları soluklanma vesilesi oldu. Son 3 kitaptan favorim Peruklu Cinayetler. 


Paul Auster – İç Dünyamdan Notlar

Auster'ın çocukluğu, ilk gençliği, Paris'teki günleri ve sevdiği iki film var kitapta. Çocukluğunu anlatırken arka planda dönemin toplumsal gelişmelerini de görebiliyoruz. Daha uzun anlatsın isterdim bu bölümü. Son bölümdeki eski sevgilisi Lydia Davis'le mektuplaşmalarında Paris ve New York'taki parasız günlerini anlatıyor. Bir yandan da, yazarlığının ilk izleri ortaya çıkıyor. Paul Auster hayranları için yazarla sohbet kitabı diyebiliriz. 


Marie Darrieussecq – Burada Olmak Muhteşem

Ressam Paula Becker'in hayat hikayesi kadın sanatçılara reva görülen ayrımcılıkla iç içe anlatılıyor. Yazarın üslubundaki zarafet, toplumsal eleştirisindeki keskinlik her satırda hissediliyor. Bu yıl okuduğum birkaç biyografinin en güzeli. 


Shirley Jackson – Let Me Tell You

Shirley Jackson öykülerine doyamamıştım Piyango ve Diğer Öyküler'de. Let Me Tell You'da daha fazlası var. Günlük hayatın tekinsizliğini, her yaştan kadınların huzursuzluğunu şaşırtıcı anlarla kurgulamış Jackson. Kurgu dışı yazılarındaki mizah da gözden kaçmıyor. Aile hayatını, 4 çocuk yetiştirirken ve yazı yazarken iki ayrı dünyasının olmasını eğlenceli bir dille anlatması şaşırtıcı oldu en çok. Öyküleri üzmüyor, denemeleri ve anıları da yazarı yakından tanımamıza imkan sağlıyor. 


Clarice Lispector – Daydream and Drunkenness Of A Young Lady

Üstat Clarice’in o özel kaleminden üç huzursuz kadın öyküsü. Çok beğendim, ne kadar mutlu oldum bu öykülerin güzelliğiyle anlatamam size dostlarım. Anlatıyorum işte, daha ne yapayım. Üslup, öykü, tema, toplumsal eleştiri kombinasyonunun başarısı had safhada. Tüm öykülerini okuyabilsek keşke. 

Kitaba adını veren öykü sinemaya uyarlansaydı Cate Blanchett’ın oynamasını isterdim. Amour öyküsü son zamanlarda okuduğum birçok şeyden daha güçlü, müthiş bir anlatı. Aile Bağları öyküsünde bir ailenin üç kuşak kadın ve erkeklerinin karakterlerini, travmalarını, yaşam şekillerini öyle incelikle ve aynı zamanda ustaca işlemiş ki şapka çıkarılası. Lispector’ın yoğun içsel gözlemlerine en çok kitaba adını veren ilk öyküde rastlıyoruz. En sade üsluba sahip öykü Aile Bağları. Amour ise her yönüyle dengeli, detaylarıyla da, genel olarak düşündürdükleriyle de baş döndürücü güzellikte.


Alba Arikha – Eğer Beni Ararsan

Savaş, göçler, ayrılıklar, ırkçılık, hayal kırıklıkları ve ailenin tanımı kitaptaki temalar. Yoğun bir edebi üslubunun olduğu söylenemez yazarın fakat oldukça akıcı, iki karakteriyle de bağ kurduran bir roman. Kapak güzel, tekirciğim daha da güzel, biliyorum.


Clara Dupont-Monod – Taşların Anlattığı

Engelli bir çocuğun üç kardeşin bakış açısıyla yansıtılan öyküsü, daha doğrusu üç kardeşin engelli kardeşlerinin varlığıyla şekillenen hayatlarının öyküsü Taşların Anlattığı. Şefkat uyandırmasına, empatiyi vurgulamasına, ölçülü duygusallık diye zaman zaman tabir ettiğim o aradığım dozu kullanışına, detayların hayat kurtarıcılığını unutmamasına ve tabii ki edebi dokuya önem vererek incelikli bir üslupla tüm bunları aktarışına hayran kaldım yazarın. Aile olmaktan toplumun ötekileştirmesine dokundurduğu temalar da önemli. Bu yıl okuduğum en güzel kitaplardan biri.

Agatha Christie – Şampanyadaki Zehir

Her yıl buraya bir Agatha Christie romanı girer. Bu yılın şanslısı Şampanyadaki Zehir oldu. En sevdiğim Christie gizemlerinden olmasa da kendimi kaybetmekten hoşlandığım bir gizeme sahipti. 


Kevin Wilson – Paniğe Mahal Yok

Kevin Wilson'ın diğer kitapları gibi sığınak resmen. Sıradışı genç sanatçıların büyüme hikayesi Salinger ile Wes Anderson benzerliği yaptırıyor okuyana ister istemez. Alttan alta toplumsal histeriye açık Amerika ile dalga geçiyor. 90'lar popüler kültür göndermeleri, günümüze uzanan kurgusu, karakterlerin genç halleriyle şimdiki halleri arasında gerçekçi farklar görebilmemiz kitabı sevdiren diğer özellikleri. 


Alexandre Seurat – Sakar

Tek derdi dramatik gerçek hikaye anlatmak olmayan, sistemin çarpıklıklarının nasıl hayati sonuçlar doğurabileceğini en sert ve üzücü şekilde gösteren bir anlatı. Bu yıl en çok canımı yakan kitaplardan biriydi Sakar. İbretlik. 

Camille Lackberg – Buz Prenses ve Vaiz

Yıla damga vuran polisiye serisi Patrick Hedström serisiydi. Serinin ilk 3 kitabını okudum. İlk ikisini sevdim diyebilirim. Kadın düşmanlığı, örtbas edilen taciz vakaları, işlevsiz aileler, taşra yobazlığı, lohusa depresyonu, işbilmez polisler geçmişle gelecek arasında kurgulanan bu cinayet serisinin içerdiklerinden bazıları. Tırnak yediren minvalde olmasıyla bu listeye girdi. Polisiyelerde aslında en önemli beklentimiz bu. 


Agota Kristof – Dün

Sığınmacı işçi sınıfından bir karakterin Agota Kristof sertliğindeki sade ve çarpıcı öyküsü. Yine kısa ama bıçak gibi kesen cümleler. Sadece aşk hikayesi biraz basmakalıptı, daha fazla derinleşebilirdi diye düşünüyorum ama Kristof saygı duyduğum yazarlardan ve Dün'ü genel olarak sevdim. 


Rosemary Sullivan – Kırmızı Pabuçlar (Margaret Atwood)

Aslında çok da derine inmeyen bir Margaret Atwood biyografisi Kırmızı Pabuçlar. Atwood bu şekilde olmasını, bazı deneyimlerini fazla açıklamamayı kendisi istemiştir muhtemelen. Yine de, yazarın gençliğine ve ilk yazarlık adımlarına dair bir şeyler öğrenmek güzeldi. 60'ların değişim dönemini de okuyoruz bir yandan ve kitabı dümdüz bir biyografiden ayıran artılarından biri bu. Kadın yazarlara karşı o dönemki bakış açısına ve sektörde kadın bir yazardan beklenenlerle mücadele ettiği dönemlere değiniyor. Bazı kitaplarının yazılış hikayesini okumak tebessüm ettirdi. Kör Suikastçı'nın ilham kaynaklarını da görmek isterdim örneğin ama her şey istediğim gibi olmadı maalesef. 


Alice Walker – Meridian

Afro-Amerikalı bir kadının çocukluğundan başlayıp devrimsel bir figüre dönüşme hikayesi kolektif bir eleştiriye dönüşmüş. Haliyle ırkçılık, kadın hakları ve Amerikan tarihi sorgulanıyor. 60'lı ve 70'li yılların protestolarının adeta simgesine dönüşen ana karakterin kendi travmalarını okuduğumuz bölümlerde yazarın kusursuz süper kadın portresi çizmemesi de gerçekçi bir bakış açısı ve takdire şayan. Erkeklerin ve kadınların cinselliğe bakış açılarındaki farklar, annelik, istenmeyen hamilelik, kürtaj, cinsel istismar, bastırılmış cinsellik gibi meselelere dair de vurguladığı önemli noktalar var Alice Walker'ın. Seks politikalarının, feminizmin sınıfsal mücadelelerden ve ırkçılığa karşı protestolardan ayrılamayacağını düşündürüyor. Lynne'in yaşadıkları ve yaşadıklarına olan tavrı ezenler ve ezilenler, kurbanlar ve failler, asıl hedefi saptıranlar ve intikam arayanlar konusunda özellikle öfke uyandırıyor. Kitabın okuması en zor kısımları bu bölümlerdi. Kurgusu bazen yoruyor, her karaktere yeterince hakkının verilip verilmediği tartışılır ama sevdim neticede. 

Mariana Enriquez – Yatakta Sigara İçmenin Zararları

Enriquez'in Yangında Kaybettiklerimiz'de yer alan öykülerini daha çok sevsem de buradaki öykülerinin ürkütücülüğünden, sarsıcılığından, sürprizlerinden, alt metinlerinden etkilenmemek zordu. Kadınların huzursuzluğunu öyküleyen yazarların en çarpıcılarından Mariana Enriquez. Başka kitaplarını da okuyabiliriz umarım. 


Irene Vallejo – Papirüs: Antik Dünyada Kitapların İcadı

Kitapların üretim tarihi, yıkılan kütüphaneler, savaşların kültürel hayata yıkıcı etkileri, eski çağlardan beri kadınların kültürel hayattan uzaklaştırılışı kitabın değindiği temalardan bazıları. Kültüre Antik Çağlardan başlayarak bakış şeklinde özetlenebilir Papirüs. Eski Yunan, Mısır ve Roma dönemlerinin kilit savaşlarından da bahsetmeden geçmemiş yazar. Çok şey öğrendiğim, akıcı bir üslupla yazılmış bir derleme. Zaman zaman yazar kendi okuma sevgisinden de dem vuruyor ama kitap sevgisini asla romantize etmiyor. İçerik yüzeysel değil. Alberto Manguel'le karşılaştıran ya da sırf kağıdın tarihini anlatmasını bekleyenler hayal kırıklığına uğrayabilir. Burada daha detaylı bahsetmiştim. 


Bohumil Hrabal – Gürültülü Yalnızlık

Kara mizah, alaycı bir karakter, kültüre, sanata, kitaplara sevgisiyle saygı uyandıran, göründüğünden daha insancıl, bir o kadar da umutsuz bir karakterin monoloğu beni çarptı, finaliyle etkisi daha da katmerlendi. Faşizm eleştirisi ve değişmeyen gerçekler adına üzdü. Anlatıcının yalnızlığında, Roman kızın varlığında gösterdiği şefkatinde, felsefi göndermelerinde ve tamamen bir monolog şeklinde yazılmasında sevecek çok şey buldum ben. Bu senenin en iyilerindendi benim için. 


Elsa Morante – Arturo’nun Adası

İlk kez okuduğum Elsa Morante'ye başlarken usta bir kalemi okuyacağımı biliyordum. Yoğun iç gözlemlerle, psikolojik sorgulamalarla, baba oğul çatışmasıyla, ilk aşk-yasak aşk ikilemleriyle ilerleyen bu büyüme öyküsü klasik anlatılara yakın bir üslupta ilerliyor. Ağır tempolu, daha çok yazarın detaycılığıyla hayranlık uyandıran romanlardan. 


Marisha Pessl – Night Film

Sevgili Ludmilla zamanında okuyup sevdi diye aklımda kalmıştı Night Film. Pessl'ın Siren Kitap'tan çıkan Gündelik Felaket Teorileri'nin baş döndürücü etkisini de sevince uzun süre bu kitabı okumaya fırsat kolladım. Hazır İngiltere'den bir tanıdık aracılığıyla birkaç kitap getirebilecekken, ben de Night Film ve iki Shirley Jackson kitabından yana kullandım oyumu. Sonuçta kendimi kaybetmekten hoşlandığım karanlık gizem romanlarından biri çıktı Night Film. Kurmaca gazete kupürleri ve internet yazılarıyla da süslemiş kitabını yazar. Bir grup kaybedenin gizemli bir yönetmenin intihar eden kızının arkasındaki gerçekleri araştırma serüveni gizemin çözülüşünden çok atmosferiyle sevdirdi kendini. Türkçeye çevrilirse üstünkörü bir sonuçla karşılaşmamasını dilerim, zira gizem romanlarının çevirilerine hak ettikleri özenin gösterilip gösterilmediği tartışılır. 


Viktor E.Frankl – İnsanın Anlam Arayışı

Toplama kampından sağ çıkan Viktor E.Frankl'ın gözlemleri, umuda ve pes etmemeye dair yazdıkları ufuk açıyor. Bir psikoloğun gözünden acılarla başa çıkmaya çalışan insan manzaralarını okuyoruz ilk bölümde. İkinci bölümde Logoterapiye dair detaylar, bu yöntemin nasıl etkili kullanılabileceği yer alıyor. Yazılışı minnettarlık uyandırması gerekenler kategorisinden. 


Shirley Jackson – The Sundial (Güneş Saati)

Kurgusal olarak şaşırtıcı, bir romanın başıyla finali arasındaki uyum konusunda ders gibi gösterilebilecek, enteresan bir intikam hikayesine yer veren, karakterleri hem sinir eden hem eğlendiren, bildiğimiz Shirley Jackson tekinsizliğiyle mizahını harmanlayan iyi bir roman. 


Pilar Quintana – Uçurumlar

Çocuk bakış açısıyla yazılsa da pek de çocuk dilinin olduğu söylenemez bence bu romanın. Yine de sevdim. Kadınların görmezden gelinen mutsuzluklarını, hayal kırıklıklarını, buhranlarını konu alan bir anlatı. Üslubundan çok temalarıyla öne çıkıyor. Günlük yaşamın içindeki sosyal gerçeklere odaklanıyor. Claudia'nın oyuncak bebeği Paulina'nın da özel bir yeri var romanda. 


Mohammed Mbougar Sarr- İnsanların En Gizli Hatırası

Bu yılın en güzel sürprizlerinden. Farklı türler arasında, farklı anlatıcılarla ilerleyen, bir yandan edebiyat dünyasını sorgulayıp ti'ye alırken bir yandan da kayıp bir yazarın peşinde gizemi araştıran bir roman. Sarr'ın Bolano ve Latin Amerika edebiyatı hayranı olduğu bariz. Latin Amerikalı yazarların yaptığını Afrika kökenli yazarların batılılar karşısındaki imajını sorgulamak için kullanmış. Tek itirazım, bazı siyasi göndermeleri kitapta mutlaka olması gerektiğini düşündüğü için yazmış gibi hissettirmesi, kurguyu aksatması. Sömürgeciliğe, ikiyüzlü batılı edebiyat dünyasına, yazın klişelerine, ırkçılığa gerekli cevapları vermiş. Postmodernlikle klasik hikaye geleneğini birleştirmesi de beni mutlu etti. 

Jean Louis Fournier – Küçük Kardeşim

Fournier kendi halinde her zamanki minimal anlatımıyla bu kez kardeşini, kardeşiyle anılarını anlatıyor. Çok çabuk bitmesi ve kısa anekdotlar şeklinde yazılması daha fazlasını aratıyor ama sevgi ve şefkat dolu olduğu için o kadarını mazur görüyoruz. 

Deborah Levy – Bilmek İstemediğim Şeyler

Levy Güney Afrika'da geçen çocukluğunu detaylara odaklanarak ve çocukken belli belirsiz anlamlandırmaya çalıştığı ırkçılığa dair gözlemleriyle birlikte anlatıyor. Otobiyografik anlatıdaki deneme ve günlük bölümlerinde de yazmaya dair notları var. Yazarla tanışma kitabım. Feminizm, kadın yazar olmak, annelik, ırkçılık, göçmenlik üzerine dertleri var. Devamını da edindim, okuyacağım. 


Claire Dederer - Monsters

Önceki yazımda detaylı kişisel sorgulamalarımı yazmıştım kitaba dair. Sorunlu yazar/sanatçı personası ve seyirci/okur/hayran ilişkisi dışında, edebiyatta güvenilmez anlatıcılar ve yazarla karakter arasında ayrım yapılamamasına ilişkin de tartışılacak yönleri var kitabın, en çok da Nabokov özelinde. Bazı bölümler daha kısa olabilirdi, bazı bölümlerin ise çok daha fazla detaya inmesini istedim, yalan yok. Bu yıl okuduğum birkaç iyi kurmaca dışı kitaptan biriydi Canavarlar. 


R.F. Kuang - Babel

Dark academia kılığında bir emperyalizm eleştirisi Babil. Çevirmenler için altın değerinde, hazine bulmuş gibi hissettiren, bazen de yazarın bilgi verirken nutuğa dönüşen satırlarında yorabilen, özellikle yarısından sonra bir genç yetişkin romanı olarak sürükleyip götüren ve bana göre tatmin edici bir şekilde sonlanan bir roman. Robin Swift'i çelişkileriyle, Ramy'i ödün vermezliğiyle, Victoire'ı aklıselimliğiyle sevdiriyor. 1996 doğumlu Kuang'ın beyaz batılılara karşı hiç acıması yok. Sırf aksiyon ve fantazya bekleyenler hayal kırıklığına uğrayabilir ama onu söyleyeyim. 

Tekrar Okuduğum Kitaplar: Mary Shelley –Frankenstein, Clarice Lispector -Yıldızın Saati ve Roberto Bolano-2666


2024'te 3'ü tekrar okuduğum kitaplar olmak üzere toplam 96 kitap okumuşum. Yıl içinde okuduğum, sevdiğim, sevmediğim tüm kitapların Goodreads karnesi burada.

Böylece güzel bir okuma yılının daha sonuna geldik. 2025 kitap bereketi olsun, başka bereketler olsun, her açıdan dopdolu geçer umarım. Herkese mutlu, sağlıklı, neşeli ve huzurlu bir yeni yıl dilerim.