film etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
film etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cumartesi, Kasım 29, 2025

Kasım 2025 - Okuma ve Seyir Güncesi

 ---KİTAPLAR--


Ian Grenberg -Detaylar: Çok büyük büyük laflar etmeden hayatımı sorgulamama neden oldu Detaylar. Burada bahsettim. 

Anne Rabe - Mutluluk İhtimali: Doğu ve Batı Almanya'nın birleşme dönemine dair en iyi kitaplardan sayacağım artık Mutluluk İhtimali'ni. İşlevsiz aile romanı gibi de okunması daha çok sarsıyor. Yine bu ay ayrıntılarıyla yazmıştım buraya.

Rachel Cusk - Resmigeçit: Bu kitabın roman diye lanse edilmesi aldatıcı bir beklenti yaratıyor. Adı G harfiyle başlayan çeşitli kadın sanatçıların hikayeleri üzerinden mizansanler yaratmış yazar ve kadın sanatçıların sanattaki, toplumdaki, ailedeki yeri, mücadeleleri üzerine sorgulamaya davet etmiş okuru. Düşünsel olarak etkilendim. Kurgusal olarak ise beklediğimi bulamadım. Tüm bu mizansenlerin birbirine bağlanmasını bekledim. Felsefi bir metin gibi de okunuyor. Daha önce de Cusk'la yıldızım barışmamıştı. Resmigeçit'i bir nebze daha çok benimsedim ama tam bana hitap ettiğini söyleyemem kurmaca tercihlerinin. 

Roy Jacobsen - Sınırlar: İyi başladı. 2.Dünya Savaşı döneminde bir sınır kasabasındaki bir avuç insanıın öyküleri evrensel hisler veriyor. Farklı karakterlerin öyküleri şeklinde, birbirine bağlı olarak ilerliyor. Markus'un savaş hikayesinde dağıldım. Fazla uzamış, gerçek savaş ayrıntılarına bu kadar gerek yoktu bence. Karakterin kendi ikilemleriyle devam etmesini tercih ederdim. Diğer Jacobsen romanlarının bir tık altında kaldı benim için Sınırlar. 

Margaret Atwood - Yaşlı Bebekler: Öykülerde Margaret Atwood imzasının en yoğun olduğu örneklerden bu yazıda bahsetmiştim. En iyi kitaplarından olmasa da bağrıma basmama neden olacak yönleri az değil.  

Sasa Stanisic - Dul Kadın Su Kabını Ağzı Ağzı Öne Gelecek Şekilde Mezarın Üstüne Bırakıyorsa, Bilin Ki İlgi İstiyordur: Kitabın adını yazarken bile yoruldum. Birbirine bağlı öyküleri severim. Baştaki bir öykü karakterinin ilerideki öykülerde tekrar karşımıza çıktığı örnekleri görmek keyifli oluyor ister yan karakter şeklinde, ister anlık, ister diğer öyküdeki ana karakterle yakın bir bağı olan kişi olarak. Bu kez her öyküyü beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Göçmen teması var fakat yazar bu temayı öne çıkarmaktan ziyade kurmaca türünde deneyler yapmayı tercih etmiş gibi. Bazı öykülerde fantastiğe ve bilim kurguya yelken açıyor. Bu da eğlenceli olabilir fakat en baştan beklentim bu olmayınca yabancılaştım. Dilek İmamoğlu adlı Almanya'daki temizlikçi kadın karakterin öyküsü çok iyiydi. Ta ki son sayfalarına kadar. Kitaba adını veren öykü en güzeli. Georg ve oğlunu da sevdim. Diğerlerinin sadece birbirleriyle bağlantılı olması bir şeyler ifade etti. Yazarın Asker Gramafonu Nasıl Tamir Eder adlı romanını daha çok sevmiştim. 

Helene Hanff - 84 Charing Cross Road: 50-60 yıl öncesinin okur ve kitapçı mektuplaşmaları neden ilgimi çeksin diye sorma ihtiyacı duymadım bu kitabı elime alırken, zira yazın filmini seyredince iki kişinin nezaket, dürüstlük, istikrar ve düşüncelilikle dolu mektuplaşmaları, nadir kitapların peşine düşen kadınla tipik bir orta sınıf İngiliz muhafazakarı olan, işini titizlikle ve istikrarla yapan kitapçının yazışmalarını günümüz sosyal medya ruhsuzluğu çağında izlemek çok iyi gelmişti. Hanff'in kitabını okumak da iyi geldi haliyle. Kendisinin alaycı bakış açısı da keyifle okutuyor kitabı. 

Ferdia Lennon - Muhteşem Zaferler: Kitaptan detaylı olarak burada bahsettim. Antik Çağda insanlık çok daha fazla şiddetle boğuşuyormuş ama bazı konularda da çok daha umutlu ve sebatkarmış diye düşünmek için birebir. Hikayelerin gücü önemlidir, akıl sağlığımızı hikayelere sığınarak koruyoruz. Hikayelerin karın doyurmayacağı gerçekler vardır. Muhteşem Zaferler tam da bunun romanı. 

Ursula K. Le Guin - Lavinia: Antik Çağdan Le Guin imzalı bir retelling. Aeneas'ın eşi Lavinia'ya ses olmuş canım Ursulam. Vergilius'la karşılaşma anı, o mistik uyanış, kehaneti işleme biçimi tam bir Ursula K.Le Guin imzası. Özgün eserde adı minnacık geçen bir karakterden koca bir evren yaratması, erkeklerin savaşını bir kadınlık destanına çevirmesi, gerçeklerle kurmacayı iç içe geçirmesi de kendisi gibi bir ustaya yakışırdı. Okumaya bayılmadığım bir dönemde geçmesine rağmen severek okuduğum ikinci kitaptı bu ay. 

Bu ay John Fowles'ın Güncelerinin 2.cildine de başladım fakat ara vererek okuduğum için bu yazı bittiğinde henüz kitabı bitirmemiştim. Aralık ayında okuyup bitirebilirsem günceler hakkında ayrıca bir yazı eklemeye çalışacağım. 

---SİNEMA---

The Bird with the Crystal Plumage

Argento'dan sürprizli bir seri katil giallosu. İtalya sokaklarının, mimarisinin, ışığın ve gölgenin etinden sütünden yararlanmış Argento. Korkutma enerjisi yoğun değil de gerilimi daha fazla. Bir kere film cinayet soruşturması şeklinde ilerliyor. Beklenmedik bir katille karşılaşmak, şaşırtmacalı anlar, kovalamaca sahneleri beğenimi kazandı. "Bir Suspiria değil ama" diye başlayan cümleler kurdurmaya meyletse de sevdiğim Argento filmleri arasında sayabilirim. 


Guillermo Del Toro's Frankenstein

Filmin ilk yarısını gözümü devirerek izledim. İkinci yarıda Yaratık'ın bakış açısı devreye girince film biraz kurtuldu benim açımdan. Mary Shelley'nin klasiğini layığıyla yansıtıp yansıtamadığı tartışılır ama yaratığın bakış açısını vermekte daha başarılı olduğunu düşünüyorum filmin. Jacob Elordi'yi işlevsiz görürdüm. Kendisine olan fikrim değişti. Tüm duygusal ikilemleri yansıtabilmiş. Dr.Frankenstein olarak Oscar Isaac ise hiç olmamış maalesef. Fazla agresif bir portre çizmesinden hoşlanmadım. Kendi yarattığı varlık için kendini suçlayan bir karakterdir normalde fakat burada kendi yaratımına karşı abartılı bir öfkesi var. Mia Goth'un varlığıyla da bir parça aşk dozu katmaya çalışmışlar ama bundan fazlası olduğunu biliyoruz romanda. Bir erkek karakterin klişe bir kadın karakteri gibi görünüyor bu haliyle. Var oluş felsefesini, insanın yaratıcıyla ve bilimle ilişkisini daha derinlemesine işleyen bir film görmek için doğru örnek olmayabilir. En azından Shape of Water'dan daha iyi benim gözümde. Beğendim de diyemem, beğenmedim de genel olarak. Görme engelli çiftçiyle Yaratığın ilişkisi kurtardı filmi nispeten. 


The Salt Path

Borçları yüzünden evlerini kaybedip yollara düşen yaşı ilerlemiş İngiliz çiftin hikayesine kalbimi bıraktım. Kırsalda hayatta kalma yolculuğundan ziyade karı kocanın önceki ve bundan sonraki yaşamlarını sorgulamalarına odaklanmasını, en çok da varış noktasına değil de, yolculuğun kendisine vurguyu yapmasını sevdim. Gillian Anderson fevkalade oynuyor. Jason Isaacs de aşağı kalmıyor tabii. Yolculuklarının bazı anlarında yağmura, fırtınaya, açlığa nasıl dayanabildikleri kafamı kurcalasa da, aslolan zaten yaban hayatta kalma rehberi değildi. Gerçek bir hikayeye dayanan film 'uygarlığa karşı doğallık' klişesiyle de ilgilenmiyor. Sınıfsal gerçekleri de es geçmiyor öte yandan. Hüzünle karışık şifa gibi film. 


Blow Out (Rewatch)

Yıllar sonra yeniden izledim De Palma klasiğini. Antonioni'nin klasiğinin görsel, işitsel, toplumsal açıdan düşündürdükleri bir yana, bu yeniden çevrimi daha çok sevdiğime karar verdim artık. Ergenlikte televizyonda izlemiştim ama sonunu hatırlamıyordum. Final bunca sene sonra daha fena çarptı. Sıradan bir gerilimden fazlası olduğunu bir de benim söylememe gerek yok zaten. Daha açılış sahnesindeki film içinde filmden seyirciyi düşünmeye, kendini sorgulamaya davet ediyor. Kusursuz çığlığın peşindeki obsesif ses teknisyeninin bir cinayete tanık olması, cinayetin arkasındaki kirli gerçekler, ilişkiler, siyasi katakullüler, en önemlisi de tüm dünyanın kadına ve kadın bedenine karşı olması. Peeping Tom'da daha kişisel bir obsesyon vardı. Burada toplumsal bir obsesyona varıyor konu. Sırf teknik açıdan bakınca da kusursuz. İyi ki yeniden izledim dediğim bir filmdi bu ay özetle. 


Reflection In A Dead Diamond

Cattet ve Forzani ikilisinden izlediğim ilk film. Daha çok sinematografik ve deneysel yönleriyle aklımda kalacak bambaşka bir kült sinema örneği. Ajan filmleriyle, femma fatale'lerle, film içinde filmlerle, rüya içinde rüyalarla, 70'ler softcore örnekleriyle dalga geçiyor. Baş döndürücü bir görselliği ve kurguyu üzerimize boşaltıyor bunu yaparken. Ben ne izledim, sinema nedir, dünyada mıyım dedirtiyor bitince. Senaryonun ucu bucağı yok. Fransa sahillerinde emekli modunda takılan orta yaşlı bir adamın geçmişine, zihnine, düşlerine yolculuk nerelere varmıyor ki. Belli bir çözüm, sonuç, hikaye bekleyenleri yoracaktır. Kendinizi akışa bırakınca daha çok keyif alabileceğiniz filmlerden. Farklı bir şeyler görmek için ise doğru adres. 


Huesera: The Bone Woman

Genç bir kadının hamilelikle, aileyle ve toplumun beklentileriyle sınavının Meksika folk öyküsüyle birleştirilen travmatik hikayesi. Korku-gerilim anlarının çoğu minimal öğeler taşıyor. Çocuk istemeyen, post punk seven, aslında queer kimliği olan fakat toplumun normlarından kaçamayan bir kadının geleneksel evliliği seçince korkuları açığa çıkıyor. Böyle bir karakterin doğaüstü korkulara da ihtiyacı yok aslında. Eşsiz değil belki ama psikolojik korkuyla folk horror öğelerini fena birleştirmeyen bir film. Kutsal annelik mitini sorgulayan kaydadeğer örneklerden. 


Train Dreams

Denis Johnson'ın romanının şiirselliğini hakkıyla veren bir film Train Dreams. Görsel seçimleriyle, tren yollarıyla, karakterin yalnızlığıyla, doğa ve yerşekillerinin büyüleyici görüntüleriyle ve dış sesle yansıtmayı seçmiş yönetmen bu şiirselliği. Özellikle anlatıcı sesiyle klişeye meyledebilirmiş ama sinematik olarak doyurucu bir film çıkmış ortaya. Yası, acıyı, kaybı usul usul işlemesini çok sevdim. Duygusal dozu ölçülü. Bir yandan tüm insanlığın hikayesi gibi, bir yandan da Amerika'nın kuruluş ve ilerleyiş döneminin bir portresi. Ruhsuz bir uyarlama izlemediğimiz için sevinçliyim. İyi bir uyarlama. 


If I Had Legs I'd Kick You

"Tüm dünya kadınlara ve annelere karşı" filmi. Anksiyete yakın planlarla daha da vurgulanıyor. Feminist Uncut Gems dedikleri kadar var, ki onu hiç sevmem. Rose Byrne'ın çok çok iyi performansının  ve feminist duruşunun etkisiyle buradaki kurguyu sevdim. Bir kadının çaresizliğini, yalnızlığını, öfkesini ve bunalımını her sahnede hissettirmiyor, seyirciye de aynen yaşatıyor adeta. Sadece bir oyuncu performansı filmi değil. Bazı düşsel öğeleri daha iyi kullanabilseydi şahane olacaktı. Finalinden memnun olup olmadığıma emin değilim sadece. Conan O'Brien'ın rolünü önce garipsedim, sonra ilginç bir şekilde yakıştırdım. 

--- DİZİLER---


The X-Files 6.Sezon ile 7.sezonun ilk yarısı

İlerledikçe kendini tekrar ediyor diye kalmış aklımda ama hiç de öyle değilmiş. Etkisinden bir şey yitirmemiş 6.sezonda da. Bugünlerde izledikçe kıymetini daha iyi anlıyorum. Uzaylı teması, hükümet şaibeleri, Scully'nin kaçırılması sonrası gizlenenlerle yüzleşmesi üstüne yeni öğeler konularak ve senaryo geliştirilerek ama sarkmadan ilerlemiş. Tam da The Sopranos ve Oz gibi dizilerin yeni çıktığı dönemde yayınlanmış 6.sezon. Deneysellikten kaçınmamışlar o yüzden. Sürprizli doğaüstü öğeler, trajikomik episodlar, Amerikan kırsalı klişeleri, banliyö gerilimi, yağmur krallar, bedeni yer değiştiren Mulder'ın yeni bedeniyle imtihanı, zaman yolculuğu, bilime meydan okuyanlar derken yine ellerini korkak alıştırmamışlar. Dizinin kendi efsanesiyle dalga geçmeye devam ettiğini görüyoruz bu sezonda da. FBI yeniden yapılanırken gizli dosyaların kapatılması ve Mulder ile Scully'nin uyduruk görevlere verilmesiyle başlıyor sezon. Güney Afrika kıyılarında bulunan inanılmaz bir keşifle bitiyor. 7.sezonun başlarında eski bir karakterin dönüşüyle ivme yükseltiliyor. Mulder ve Scully'e yeniden destek ve mücadele geliyor. Aralık ayı 7.sezonla devam edecek. 


Pluribus İlk 5 Bölüm

Rhea Seehorn'un yapay zekadan bozma uzaylı virüslü insanlıkla savaşına hoş geldiniz, hoş geldik. Vince Gilligan insanların çoğunun tektipleştiği ve bunu da pek sorgulamadığı günümüz internet, daha doğrusu sosyal medya, algoritmalar ve etkileşimler çağına epey bilenmiş belli ki. Sonuçta da çeşitli bilim kurgu klasiklerini de andıran bu yapım çıkmış ortaya. Daha çok tek bir karaktere sırtını yaslayacak şekilde ilerliyor şu ana kadar dizi. Detayların önemini Breaking Bad ve Better Call Saul sevenler olarak biliyoruz ve ilerisi için heyecanlanıyoruz. Sezon bitince yine burada buluşacağız. 


It: Welcome to Derry İlk 5 Bölüm

Stephen King'in en sevdiğim romanlarından birinin spin-off'una elbette heyecanlanacaktım. Her dakika korku, gerilim, kan revan yok dizide. Bu da beklentileri düşürmüş gibi bazı seyircilerde. Dönem dizisi havasında olmasını, Amerika'nın yakın tarihinden ırkçılık, zorbalık, ayrımcılık anlarını sunmasını, insanın ve toplumun içindeki kötülükle paranormal kötülüğü birleştirmeye çalışmasını sevdim. Pennywise yavaş yavaş kendini göstermeye başladı. Amerikan yerlilerinin ve ordunun işin içine katılması da iyi fikir. Çocukların mücadelesi en güzeli tabii de kendilerine bir türlü inanmayan yetişkinlerle sahnelerine katlanmak daha zor. Finalde görüşmek üzere. 


Cuma, Ekim 31, 2025

Ekim 2025- Kitap, Film, Dizi Güncesi

 ---Kitaplar---


Hernan Diaz'ın Güven'i bu yıl okuduğum en iyi kitaplardandı. Uzaklarda daha klasik anlatımlı bir kurguya ve hikayeye sahip. İsveç'ten ABD'ye göç eden ana karakterin naifliğine ters orantılı şekilde şiddetle yüz yüze geldiği anlar tırnakları yedirdi. Western romanı gibi okunuyor Uzaklarda. Altın arayışı dönemi, yeni kurulan ülkedeki kanunsuzlar, bilim ve din çatışması ve hayatta kalma yolculuğu romanın dikkat çeken temaları. Naif devin kardeşini arayışı buruk ilerlerken yine Amerikan rüyasını irdeliyor Diaz.

Gareth Brown'ın Kapılar Kitabı kendimi kaybettiğim ve bayılarak okuduğum bir zaman yolculuğu gizemi. Her bölümde sürprizlerle dolu bir macera sunuyor. İsteyen kaçış kitabı gibi de okur, karakterlerle bağ kurarak da, kötülüğün kökenlerini düşünerek de. İstek değil, ihtiyaçmış resmen. 

Enrique Vila-Matas edebi kurguyla oynadığı çok severek okuduğum kitaplarından sonra Bu Ne Saçma Sis'te en az benimseyerek okuduğum bir hikayeyle çıktı karşıma. Thomas Pynchon ve J.D.Salinger'ı aratmayan gizemli bir yazarın peşinde kendi buhranlarıyla yüzleşen anlatıcının zihninde kaybolmak isteyenleri bu postmodern yolculuğa davet ediyor yazar. Okuduğuma memnunum ama diğer kitaplarını tekrar okumak isterim diyebilirken bunu yeniden okumaya gerek yok derim. 

Alejandro Zambra Çocukluk Edebiyatı'nda baba olmanın zor, eğlenceli, komik ve şefkatli yanlarını kaleme almış. Çocuk sevmek veya sevmemek, çocuklara katlanmak veya katlanamamak, çocuklarla arkadaş olabilmek veya ebeveyn olarak sınırı korumak, anne baba figürleri olarak toplumla yüzleşmek üzerine denemelerini başka bir yazardan, özellikle de başka bir erkek yazardan okusaydım bu kadar severek benimseyebileceğimi sanmıyorum. Zambra mutlaka yazdıklarını sevdiriyor bir şekilde. Çocuk sahibi olan her erkeğin okuması gereken bölümler var kitapta. Öyküleri ve anıları da birkaç türü içeren bu kitabın hoş birer tamamlayıcısı olmuşlar. 

Elizabeth Hand Wylding Malikanesi'nde 70'lerde bir psychedelic-folk rock grubunun hikayesiyle gotik korkuyu birleştirmiş. Daisy Jones&The Six'i andıran rock grubu dramlarıyla geçiyor roman daha çok. Yine aynı roman gibi grup üyelerinin bakış açısıyla ilerlemesini sevdim. Bazı ürkütücü anları var ve bunların daha fazla olmasını isterdim. Çok çabuk bitiyor gizem maalesef. Tekinsiz, ürpertici ve gizli odaların yer aldığı perili evler arayanların tadını damağında bırakıyor biraz. 

Andres Barba'nın Küçük Eller romanı Sineklerin Tanrısı'na benzetiliyor. Ben üslup ve kurgu açısından Fleur Jaeggy'e de benzettim. Anne babasını kaybeden bir kız çocuğunun yetimhanede karşılaştığı zorbalıklar bas bas bağırmadan, psikolojik ve atmosferik gerilime meyledecek şekilde anlatılıyor. Marion ve diğer kız çocukları arasındaki gece ve gündüz çatışması iktidar çatışması şeklinde de okunuyor. Farklı okumalara açık kısacası. Barba'nıın Işıklar Ülkesi romanını daha çok sevmiştim. Çok çabuk biten ve daha fazlasını aradığım bir novellaydı Küçük Eller. Notos Kitap kapağı şahane, çeviri yazarın zorlayıcı anlatımın hakkını verecek kadar akıcı.

Isabel Allende'yi yıllardır okumamıştım. Violeta yazarla tekrar buluşmamı sağladı. Büyülü gerçekçilikten çok realizmle romantizm arasında seyreden bir 20.yüzyıl tarihi romanı gibi Violeta. Bir kadının çocukluğundan 100 yaşına kadarki hayatının arka planında siyasal ve toplumsal gelişmeleri okumak güzeldi. Sınıf bilinci düşük bir karakter aslında Violeta. Bazı gerçeklerin farkına varması zaman alıyor. Bu beni yordu açıkçası. Toksik ilişkisinden bir türlü kurtulamadığı hikaye çok uzamış. Hayatında da hep bir aşk oluyor. Allende romantizmi seviyor, yapacak bir şey yok. En iyi yaptığı şey aslında Şili'nin yakın tarihini, darbeyi, katliamları, faşizm kurbanlarını, saklanan ölüleri, ABD ve CIA parmağını anlattığı bölümler. Bu romanı sadece Violeta'nın değil, diğer karakterlerin de bakış açısından okumak vardı asıl. Ruhlar Evi'ni aratmazdı o zaman.

Melisa Kesmez, öykülerini çok sevdiğim bir yazar. Çiçeklenmeler'in bir roman olarak sevdiğim yönleri de var, eksik ve aceleye getirildiğini düşündüğüm yönleri de. Eşinin ölümünden sonra hem evliliğini hem genel olarak hayatını sorgulayan, yaşadıklarının bir yalan olup olmadığını düşünen bir kadının hayatını tekrar kurma hikayesi olarak başlayıp ilerliyor. Kesmez'in yazınının güzelliği detaylarda saklı. Karakterlerin bağ kurduğu eşyalarda, anılarında canlarının acıdığı ve içlerine attığı sahnelerde, denize çıkan kasaba yollarında. Sarı karavanla çıkılan yolculuk İstanbul'da sona eriyor. Biraz fazla hızlı toparlanmış gibi geldi son bölümleri. Ulaş karakteri fantastik gibi geliyor. İnsanlar arasındaki sınırlarla mesafeleri aşmak üzerine düşündürmesini sevdim en çok.

Gustav Meyrink'in Golem'i varlıkla yokluk, düşlerle gerçekler, mistisizmle semboller, korkularla bilinç arasında gidip gelen, fantastik bir romandan ziyade felsefi ve karanlık bir var oluş yolculuğu şeklinde okunan ve daha çok bu yanıyla öne çıkan özel bir roman. Olay örgüsü dikkat gerektiriyor. Beklediğimden daha çok etkilendim. Kasvetli Prag sokaklarında kaybolan Pernath'ın karşılaştığı gerçek veya hayali karakterler insanı metafor araştırmasına yöneltiyor. Yahudi ve Kabala inancının bir ürünü olan "Golem'in" varlığı (veya yokluğuyla) insanın içindeki gölgeyle yüzleştirmeye kadar götürüyor okuru. Yetmediyse Hint ve Mısır gizemlerine dair de merak uyandırıyor. Halloween haftasına yakıştı. 

Gwendy'nin Düğme Kutusu, Stephen King ve Richard Chizmar'ın birlikte yazdığı serinin ilk kitabı. Gizemli bir düğme kutusuyla gücü elinde tuttuğunu öğrenen Gwendy'nin büyüme hikayesi aslında bu ilk kitap. Gwendy'nin güçle sınavının çok üzerinde durulmuyor. İşleri bir şekilde hep yolunda gidiyor Gwendy'nin bu gizemli kutu sayesinde. İntihar eden arkadaşı, kendisine saldıran tecavüzcü gibi karanlık anlar var ama hızlıca geçip gidiyor bu bölümler. Serinin devamı nasıldır bilmiyorum ama bu haliyle yetmedi Gwendy'nin hikayesi. Devamına ileride göz atarım belki. 

---Sinema---

Bu ay çoğunlukla korku-gerilim filmleriyle geçti. Baştaki ilk iki film bu genellemeye istisnaydı. Spooktober ile Halloween ayınıın hakkını verdim gibi. Korku sineması açısından zevklerim de aşağı yukarı anlaşılıyordur sanırım. Vahşet, gore ya da ne kadar rahatsız ediciyse o kadar iyidir düşüncesinden uzak korku-gerilim filmlerini tercih ediyorum, teşekkürler. Atmosfer her şeydir. 


Drommer/Dreams

Hayallerle gerçeklerin arasında kalmak sadece bu filmdeki genç kızın sorunu değil elbette. Platonik aşkını yazıya döken ve kendini yazarak ifade etmeye çalışan genç karakterle geçmişe bakışımızın taraflılığı, yaşadıklarımızı daha sonra tekrar anlatırken yeniden kurgulamamız kaçınılmaz mı acaba. Annesi ve anneannesinin Johanne'in yazdıklarını okumasıyla istismar tartışmaları başlıyor. Üç kuşak kadının da olaya bakışınıın farklılığını göstermesi Norveç yapımı filmin en güçlü yanı. Sonuna kadar bu üç kuşak kadının karakterleri üzerinden çelişkileri üzerinden ilerleseydi Bergmanvari bir örnek çıkabilirmiş karşımıza. Geriye dönüşlerdeki güvenilmez anlatıcı hususuna da dikkat etmemizi öneriyor sanki film. Muazzam değil ama üzerine konuşulası yönlerini, diyalogları ve kurgusunu sevdim. 


One Battle After Another

Paul Thomas Anderson'ın yönetmenlik başarısını görmeyen azdır sinefiller arasında. One Battle After Another yönetmenin son başyapıtı. Sinemada izleyebilmek de iyi geldi. Anderson'ın politik duruşu, militan-anarşist solcular üzerinden sistem eleştirisi, bunu da anne-kız olamama, baba kız ilişkisi ve aksiyon üzerinden yapması coşkulu bir seyirlik çıkarmış ortaya. Aksiyon dozu yüksek diye devrimcilerin işin cilası olduğunu düşünenlere katılmıyorum. Anderson beyaz muhafazakar heteroseksüel erkeklerin yönettiği bir ülkenin perde arkasına, değişmeyen kapitalizme, anne baba rolleri üzerindeki klişelere lafını esirgememiş. Bu tavrı da çok mühim bence. Anderson'ın filmlerinin kurguları kadar oyuncu yönetimi de hep çok iyidir. Bu filmde de tüm kadro döktürmüş. Trajediye dönecekken kara komediye meyleden sahnelerinde, otoban sahnelerinin soluksuz bırakışında, direnişle konformizm arasında takılıp kalırken umudun direnişte olduğunu salık veren finalinde takdir edilecek epey malzeme mevcut. Yılın en iyilerinden. 


Messiah of Evil

Suspiria'yı epey anımsatan bir atmosferi var Messiah of Evil'ın. Yönetmenlerin adına bakmayınca bir Mario Bava klasiği de sanılabilir. Küçük kasaba tekinsizliğini başka bir seviyeye çıkarmış geleneksellikten uzak senaryosuyla ve özenli sinematografisiyle. Karakterlerin bir türlü kaçamadığı kasabalarda kabusa dönen tekdüzelikler kategorisinden. Zombileşen halkın aynılığının yarattığı korku, gerilim ve dehşet. Alttan alta vuruyor. Slow burn temposu atmosferik gerilimi artırıyor. Her sahnesinin bir sanat eseri havasında olması beklemediğim bir özelliğiydi. Tiyatro sahnesi izler gibiydim. Atmosferik korku sevenlere daha çok hitap edecek bir film. Sinema salonundaki sahneyi unutamam. 


Kill, Baby...Kill!

Senaryo bilindik çizgide, tahmin edilir şekilde ilerlese de atmosferini, korku öğelerini kullanış biçimini, anlık çarpıp kaçan gerilimini ve mizansenlerini sevdiğim bir film oldu Kill Baby...Kill! Cadısından korkunç bebeklere, intikamcı hayaletinden tekinsiz çocuğuna sevdiğim öğeler söz konusu olunca gözlerimi alamadım. Gotik korku seviyorum çünkü. Mario Bava'nın sinematografiye ve set tasarımına gösterdiği özenin günümüzün efekt bağımlısı sinemacılarına örnek olmasını temenni ederim. 


Onibaba

Dışsal öğeler, gölgeler, bilinmeyenin tekinsizliği, doğaüstü şüpheleri. Bunların hiçbiri insanın içindeki kötülük kadar korkunç değil diyen bir film çok değerli bir filmdir şüphesiz. Siyah beyaz klasiğin görsel kullanımları, ışık ve gölgeyle derinleştirilen gerilim ve karakterler arasındaki mücadele örnek gösterilecek minimalizmiyle çok başarılıymış. İzlemek anca kısmet oldu. İzlemenin üzerinden zaman geçtikçe daha da değerlenecek gibi. 


The Autopsy of Jane Doe

Bunda da senaryonun gidişatını tahmin ediyoruz ama gerilmelere doyamadım yine de. Adsız kadın naaşın yüzyıllar öncesine kadar uzanan malum hikayesini de takdir ettim. Dünyanın nefretle hayranlık, hasetle kontrol arasında tavırlar sergilediği kadın bedeninin dünyadan intikamı bilimle din arasında kalan karakterler ekseninde işleniyor. Düşük puanlara kanmadan daha önce izleseymişim keşke. Tek mekan gerilimi olarak da, babanın izinden gitmekle gitmemek arasında kalan oğul hikayesiyle de gayet iyi iş görüyor. Bilimle din çatışması artık bıktığım bir konu olmasına rağmen bu filmde bu temadan sıkılmadım. 


Season of the Witch/Hungry Wives

Orta sınıfta belli rollere hapsolmuş kadınlar cadı olsalar yeridir diyor George A.Romero bu filmiyle. Korku öğelerinden ziyade psikodelik feminist temasıyla ve psikolojik gerilimle öne çıkan filmi dağıtımcılar erotik gerilim diye pazarlamışlar. Hungry Wives adıyla yayılmış. Romero'nun nispeten geri planda kalmış filmlerinden olan Season of the Witch'in ortamlarda sansürlü hali dolaşıyor. Bir diğer Romero klasiği Martin'le benzer görsel tercihleri ve tekniği var. Filmi 60'larla 70'lerin ikinci dalga feminizmiyle birlikte okuyan yazılara rastlanabilir. Romero'dan böyle bir filmin çıkmış olması çok değerli. Kadın karakterin kabusları, cinsel korkuları ve medyumla karşılaşmasından sonraki psikolojisi kendi başlarına birer korku öğesi olarak da görülebilir. Hakkının daha fazla teslim edilmesini dilerim. 


Scary Stories to Tell In The Dark

The Autopsy of Jane Doe'nun Norveçli yönetmeni Andre Ovredal'dan bir başka sürpriz. Terk edilmiş bir evde gizemli bir kitap bulan çocukların teen slasherla fantastik gerilim arasında seyreden hikayesi çok şaşırıp şok olmayı veya korkudan ödlerinin patlamasını bekleyenleri tatmin etmeyebilir. Ama ben sevdim, zira 68 yılının toplumsal dönüşümünün ayak seslerinin yarattığı gerilim, karakterlerin sempati uyandırması, Stephen King romanlarının karakterlerini de andırmaları, gençlerin her birinin kendi korkularıyla yüzleşmelerine mahal veren ürkütücü mizansenleri ve hikayeler anlatmanın hayatiliğini içermesi benim için yeterliydi. Guillermo Del Toro'nun yapımcı olduğunu öğrenince de taşlar yerine oturdu. 

---Belgeseller---


Ozzy: No Escape From Now

Ozzy Osbourne'un son yılları, son günleri fazlasıyla depresif fakat eşi Sharon Osbourne'un katkısıyla Ozzy'nin son verimli müzikal hamlelerini görmek güzeldi. Bu yaz çıktığı son konser, konuk sanatçılar, destekçileri ve metal müziğin atasıyla bir devrin sonu gibiydi. Parkinson lanetiyle uzun süredir zor günler geçirdiğini görmek üzücüydü. Belgesel röportajlarla ve birkaç konser görüntüsüyle geçiyor. Ozzy'nin şarkı yazdığı anları da göstermesi bu yapımın en iyi anlarından olabilir. Osbourne ailesinin reality showlarından hep uzak durdum. Bu belgeselde de Sharon Osbourne övgüsü çok. Ozzy'i hayatta tutan kadın olması vurgulanıyor. (Filistin karşıtı olmasaydı keşke.) Genel bir Ozzy'nin hayatı belgeseli için doğru seçim değil No Escape From Now. Duygusal dozu yüksek bir belgesel. 


Mr.Scorsese

Martin Scorsese'yi her yönüyle takip edenler yeni bir şeyler bulamayabilirler bu belgeselde. Ben çok sevdim. Hakkında bilmediğim bazı gerçekleri de öğrendim. Scorsese'nin her yaştaki heyecanı, sinemaya olan tutkulu, yoğun ve naif sevgisi mutlu ediyor. Rebecca Miller'ın röportajlarla, geri dönüşlerle, filmlerinden kurgusal görüntülerle çektiği belgesel 5 bölümden oluşuyor. Retrospektif gibi izlenmesi, yönetmenin tüm filmlerinin yapım öyküsü, çocukluğunda büyüdüğü mahalle, mafyöz tipleri gözlemleyerek geçirdiği çocukluk ve ergenlik, işkolikliği, sinemaya olan muazzam sevgisi, Hollywood yapımcılarıyla sınavları (özellikle Weinstein'ın sete casus yolladığını öğrenmek ve bunu artık açıkça söylemeleri iyiydi. Yine de daha cesur konuşmalarını isterdim bu herif hakkında), ilişkileri, aile kurmayla ilgili sınavları, uyuşturucuyla girdiği karanlık günler, yer yer depresyona gömülmesi, kızlarının yorumları; hepsi bu 5 bölümlük belgeselde mevcut. Scorsese'nin birlikte çalıştığı yapımcılar, oyuncular, kızları, Isabella Rossellini ve kurgucu kraliçe Thelma Schoonmaker'la röportajları da unutulmaz. De Niro, Di Caprio, Day Lewis, Jodie Foster ve daha nice oyuncunun yorumları saygı duruşu gibiydi. Di Caprio'nun bu kadar parasal destek sağladığını bilmiyordum. En çok da Sharon Stone'un röportajına şaşırdım. Stone'un oyunculuğunun ve karakterinin Casino'daki katkısının yadsınamayacağını vurguluyor Scorsese. Erkeklerin dünyasında geri plana atılmamaya çalışan Sharon Stone'un hakkının yendiğini ve Hollywood'un kadın oyunculara bakış açısını da görüyoruz bir kez daha bu vesileyle. Mr.Scorsese tekrar tekrar dönüp izlenecek bir belgesel. Travis Bickle'ı örnek alan problemli erkekler, Goodfellas'taki gerçeklik bağı, Alice Doesn't Live Here Anymore ile 70'lerde anlattığı kadın direnişi hikayesi, The Age of Innocence'taki görkemli ve ikiyüzlü dünyadaki bir başka direniş, Raging Bull'daki aile içi şiddet...Yönetmenin aslında 2000'lere kadar yoluna hep taş konduğunu öğrenmek üzücü. Amerika'nın en önemli, başarılı ve iyi yönetmenlerinden biri bile istediği filmleri yapabilmek için parasal kaynak bulamıyorsa sistemin kendini yenilemesi şart. Sabaha kadar Scorsese sineması ve Hollywood stüdyo sistemi konuşulabilir. Şimdilik burada bırakıyorum. 

---Diziler---


The X-Files  Rewatch: 4.Sezon ve 5.Sezonun İlk Yarısı

The X-Files'ın en güzel sezonları olduğuna karar vereceğim gibi bu izleyişimde 4.ve 5.sezonların. Scully'nin ölümden döndüğü, kaçırılışıyla ilgili detayları öğrendiğimiz, dönüp dolaşıp geldiğimiz Scully'nin bebeğiyle ilgili bölümlerde canımızın sıkıldığı, Cancer Man'le ilgili gerçeklerin ortaya çıktığı, Amerika'nın McCarthy dönemine kadar uzandığımız, Mulder'ın tüm inançlarının sarsıldığı, kız kardeşini aramaya devam ettiği bölümlerden insanın gözlerini alabilmesi zor. Tamamı Cancer Man'le ilgili olan bölümde Mulder ve Scully'nin yokluğu hissedilmiyor. Sürekli yalanlarla, komplolarla ve manipülasyonlarla uğraşan ikilinin arada dizinin alamet-i farikalarıyla dalga geçtiği bölümler güldürüyor. Virüsler, seri katiller, çomar aileler de uzaylı ve hükümet komplolarının arasındaki diğer gerilimli bölümler olarak benzer konulu başka yapımlara ilham verdiğini hissettiriyor. Diziyi tekrar izlerken en çok unuttuğum bölümlerin komediye yelken açan bölümler olduğunu fark ettim. Kasım ayında 5.sezonu bitirip 6.sezonu da izlemeyi düşünüyorum. Sonrasını da zaten ilk defa izleyeceğim. Ortalarda bir yerde kopmuştum diziden. 


Gen V 2.Sezon

The Boys spin-off'unun ilk sezonu okulda geçen bölümleriyle ve yeni tanıdığımız karakterlerle güçlerini tanımakla geçiyor, The Boys'a bağlanan hikaye de heyecanlandırıyordu. 2.sezonda tek bir karakterin etrafında çok fazla durulmasından, son 2 bölümün tahmin edilebilir yanlarından ve Homelander'la mücadeleye bağlanan senaryodan ne kadar memnun kalmadığım tartışılır. The Boys'u 4.sezonun hayal kırıklığından sonra bırakmayı düşünüyordum zira. Dizinin aşırı gore sahnelerine de tahammül edebildiğimi söyleyemem ama imajlar ülkesinden, Nazi kılıklı Homelander ve ekürisinden, medya manipülasyonundan mutevellit dizinin hikayesini de sevmiyor değilim. Devam edip etmeyeceğime daha sonra karar vereceğim. 


Only Murders In The Building 5.Sezon

Sempatik üçlü 4.sezonda Hollywood'a kadar gitmişti. 5. sezonda köklerine dönmeleri sevindirici. Apartmanda geçen mikro ölçekli cinayetleri daha çok seviyorum. Yine de, 6.sezon için Londra'ya kapak atmaları heyecanlandırdı. 5.sezon mafya komedisi gibi başladı. 3 gizemli CEO, maktullerin eşleri, apartmanı tehdit eden casino projesiyle ilgiyi genelde ayakta tutacak ölçüde ilerledi. Oliver, Charles ve Mabel kendi romans maceralarına yönelmediği sürece keyifli gidiyor dizi. 5.sezonda konuk oyuncuların abartılmamasını da sevdim. Sezon finali makuldü. 

Kasım yazısında görüşmek üzere...

Salı, Eylül 30, 2025

Eylül 2025-Kitap, Film, Dizi Güncesi

 ---KİTAPLAR---

Bu ay çok özel kitaplar okudum. Yazdan bu yana ara ara okuduğum John Fowles'ın günlüklerinden daha sonra bahsedeceğim. Clarice Lispector ayın yıldızı. Guadalupe Nettel ayın keşfi. Alejandro Zambra ayın eski dost kontenjanı. Jorge Ibarguengoitia ayın ilham vericisi. John Fowles ayın mentor'u. Ödüllerimi bu şekilde dağıttıktan sonra detaylara geçiyorum. 

Ayın hatırı sayılır bir kısmını Clarice Lispector'la geçirdim. Can Yayınları'ndan çıkan Karanlıktaki Elma ve Bir Hayat Nefesi adlı romanları birçok açıdan arındırıcı bir okuma deneyimiydi. Bu iki kitaba dair yazılarımı önceki blog postlarında bulabilirsiniz: Karanlıktaki Elma Bir Hayat Nefesi. Başka bir dünyanın, ruhun, yüreğin yazarı Lispector. 

Guadalupe Nettel'den iki kitap okudum bu ay. İlki Kıştan SonraKarakterlerinin motivasyonlarını anlamakta zaman zaman zorluk çekmeme rağmen empatiden de yoksun hissetmeden okuduğum bir roman. Modern yaşamda karşımızdakilere ve kendimize yabancılaştığımız anları, günümüz insanının yalnızlıkla, bağlanmayla, romantizmle, erotizmle ve genel olarak ilişkilerle sınavını Claudio ve Cecilia'nın bakış açısından okuyoruz. Romanın en başarılı yönü günümüz insanının çelişkilerini irdelemesinde yatıyor. Bir diğer başarılı bulduğum yanı da, karakterlere mesafe alsak bile kendilerine yabancılaşmamamız, çelişkilerine rağmen merak duygusuyla sayfaları çevirmekten kendimizi alamamamız diye düşündüm okurken. Claudio'nun bencilliğine, kadınları kullanmayı normalleştirmesine, güya içten tavırlar sergilerken yaptığı sahtekarlıklara ne kadar kızsam da, yaşadığı buhranları ve tek başınalığındaki takıntılarını garipsemedim. Cecilia'nın saplanıp kaldığı döngüye üzüldüm. Beklentilerine, hayal kırıklıklarına ve depresyonuna rağmen güçlü bir karakter olduğunu hissettim. Romanda bahsi geçen yazarlar ve müzisyenleri listelemek istedim. Guadalupe Nettel'den okuduğum ilk kitaptı. 

Nettel'den okuduğum bir diğer kitap hakkında ayrıca bir blog yazısı yazdığım İçinde Doğduğum Beden, Guadalupe Nettel'in kendi anılarından yola çıkarak yazdığı kitabı. Fırtına gibi geçen bir çocukluk ve ergenlik. Geleneksellikten uzak ailelerin de işlevsiz aile olmaktan kurtulamadıklarını gösteren örneklerden biri. Daha uzun olsun isterdim. Detaylar linkteki yazıda. 

Jorge Ibarguengoitia'nın Ölü Kızlar'ı tutanak ve tanık ifadeleri şeklinde yazılan, siyasetle mafya, genelevlerle bürokrasi ilişkilerini ele alan, hicvi de eksik etmeyen bir kitap. Soluksuz okudum. Baladro kardeşlerin komplike ilişkileri, acılarla ve şiddetle dolu hayatları romanın ekseninde. Arka planda ise toplumun gerçek yüzünü görüyoruz. Büyülü gerçekçiliğe değil de çıplak gerçekliğe sırtını yaslayan, farklı karakterlerin hikayelerinin gidişatıyla inanılmaz bir kurgu sunan, Bolano'ya da ilham veren bir yazarmış ismini güç bela yazabildiğim yazar. Sistem eleştirilerini polisiye anlatılarının içine yerleştiren kitaplara kapımız hep açıktır. 

Alejandro Zambra Bir Noel Hikayesi'nde editörüyle inişli çıkışlı ilişkisini eğlenceli ve bol göndermeli bir dille anlatıyor. Dipnotlarda editörün kendi alaycı sesi var. Dostlukla iş ilişkisinin iç içe olduğu editör-yazar ilişkisi başka bir yazarın elinde sıkıcı bir metne dönüşebilirdi. Zambra'nın elinde oyuncaklı bir hal alması şaşırtıcı değil. Bolano'dan Vila-Matas'a hayran oldukları Güney Amerikalı yazarlardan da dem vuruyorlar yazar ile editörü. 2666'nın ilk nüshasının paylaşılamadığı bölümü okumak romanı sevenler için ayrıca tebessüm sebebi. 

---FİLMLER---

Eylül ayı güncel filmlerle geçti. Dizilere daha çok zaman ayırdım. İzlediklerimin arasında en sevdiklerim aşağıda:  

Sorry Baby

Cinsel istismar göstermeden güçlü bir istismar ve travma hikayesi anlatabilenler genelde kadın yönetmenler ve yazarlar oluyor. Eva Victor hem yönettiği hem de can alıcı bir şekilde oynadığı filmde döktürmüş. Lolita'ya dair edebiyat tartışmaları, jüri seçimi sahnesinin kritikliği, gerçek kadın dostluğu ruhu ve bir o kadar da fitne fesat kadın düşmanlığı filmden unutamadığım anlar. Eva Victor'ın büyük büyük oynamadan doğallıkla sergilediği performans az bile övülüyor. Cinsel suçlara maruz kalan kadınların travmalarını yansıtma şekli bazılarına ders olsun. Gösterişsizliğiyle büyük filmlerden. 


It's Never Over, Jeff Buckley

Jeff Buckley belgeseli illaki yaşamının dramatik yönlerinden de bahsederek canımızı sıkacaktı fakat o annesine attığı ses kaydı yok muydu; işte en can sıkıcısı buydu. Babasız büyüyen ve kendi yeteneğini babasının adıyla anılmadan kanıtlamaya çalışan, albümlerinde birçok müzik türünü kullanan, ses skalası inanılmaz boyutlara ulaşan, müzik sektörünün dayattıklarıyla derdi olan, fazlasıyla yoğun hislerle ve tutkuyla müzik yapan bir figür Jeff Buckley. Kendisine dair daha önce bilmediklerime üzüldüm. Annesine düşkün oluşu, son günleri, David Bowie'den Thom Yorke'a birçok müzisyeni etkilemesinin boşuna olmayışı ve Grace albümünün patlamasından sonra şöhretle baş edemeyenler kervanına katılarak girdiği bunalım. Yine zor bir sanatsal kaybın acısını yaşadım izlerken. Kendi ses kayıtlarına (maalesef) son teknoloji desteğini de eklemişler. Bir süre yine Grace'le yatıp kalkmamın müsebbibi bu belgesel. 


Weapons

Weapons'ın karakter odaklı ilerlemesi ve It Follows havası vermesi beni yakalayan unsurlarıydı, yoksa korkutucu anlar ya da senaryonun gidişatı büyük ölçüde tahmin edilebilir. Korku-gerilim sinemasında  şaşırtıcı twistlerden çok atmosferin iyi olmasını bekliyorum, o yüzden iyi bir seyirlikti benim için. Benzer lafları edip durmama da gerek yok bence. Yılın en iyilerinden mi, onu da yıl sonunda düşünürüz artık. Filmin manyağının geçmişi için ayrı bir film çekilecek oluşuna sevinsem mi, üzülsem mi karar veremedim. İlgi çekici bir şey çıkarsa neden olmasın diyor, Julia Garnercığımı yanaklarından öpüyorum. Ozark'ın finaline hala sövdüğümü de eklemeden geçemeyeceğim. 

Frewaka

Çoğu İrlanda dilinde çekilmiş bu folk horror filmi benim için ayın sürprizi oldu. Bazı ürkütücü anlar kör gözüme parmak gibi gelebilir ama alt metinlerinden atmosferine, iki karakterin yüzleşmelerinden finale doğru gidişata beni etkileyen filmlerden biri oldu Frewaka. Düşük bütçeli yapısıyla çok şey başardığını düşünüyorum. Kadınların travmalarıyla İrlanda halkının travmalarının nasıl iç içe olduğunu yüzümüze vuruyor. Sanırım folk horror türüne daha fazla zaman ayırsam iyi olacak. Aislinn Clarke umarım bu minvalde devam eder. Slow burn atmospheric folk horror yeni takıntım. 

Yeniden İzlediklerim:

Sinemada Back To The Future izleme deneyimini yaşamadım demem artık. Marty McFly ve Doc Brown'la büyüyen herkes için çok sevindiriciydi sinema gösterimi. Milyon kere izleyip güldüğüm sahnelerde yine aynı tepkileri vermeyi ve sırıtmayı kendime bir borç bildim. Sinema salonunda bangır bangır Johnny B Goode dinlerken kendimi kaybettim.

Paul Thomas Anderson'ın son filmi One Battle After Another öncesi Magnolia'yı tekrar izlemek istedim. (Notlarıma göre 3.veya 4.izleyişim.) Çok iyi oldu. Baş döndürücü kurgusu, insan hikayelerinde ironi ve hüzün birleşimi, oyuncu seçimi ve en çok da tekniğinin ve yönetmenliğinin kusursuz oluşu hala aynı etkiyle izletiyor. Tek şikayetim Tom Cruise'un sahnelerinin Philip Seymour Hoffman'dan daha fazla oluşu. Julianne Moore gibi "Ne haddinize" çıkışı yapabilmeyi diliyorum densizlere karşı. Her izlediğimde farklı bir karaktere üzülüyorum. Bu kez yarışmacı çocuğa daha fazla üzüldüm. 

---DİZİLER---


The X-Files Rewatch: 3.Sezon

Mulder'ın hükümet komplolarının peşinde ölüp ölüp dirildiği, Scully'nin yaşadığı kayıplarla kendini sorguladığı, Gizli Dosyalar'ın bir kapanıp bir açıldığı, malum gizli topluluğun biraz daha ifşa olduğu bir sezon. Mulder ve Scully'nin amirleri Skinner'ın da bir bölümde komplolardan nasibini aldığını görüyoruz. Amerikan çomarları, laflarına kulak asılmayan bilge yerliler, işlerine karışılmasından hoşlanmayan yerel polis yetkilileri gibi bilindik öğeler hiç sırıtmıyor, seyirci olarak evimizde hissediyoruz kendimizi bunları görünce bu dizide. (Bence öyle yani.) Uzaylıların ve dizinin komple ti'ye alındığı Outer Space adlı bölümün güvenilmez anlatıcılı gayriciddi havası bir yana, genel olarak atmosfer, gerilim, kasvetli sonbahar-kış havası, şemsiyelerle kabanların içinde kaybolan Mulder ve Scully'nin atışmaları, ışık ve gölge kullanımı yine az buz değildi bu sezon da. Ekim ayı 4.sezonun yeniden izlenmesiyle geçecektir. 


Las Muertas/Ölü Kızlar

Kitaplarla uyarlamaları arasındaki iyi örneklerden biri olarak sayarım artık Las Muertas'ı. Kitaba göre görsel olarak şiddet daha baskın. Yazarın kara mizahı diziye direkt yansımış. Karakterleri canlandıran oyuncular çok iyi seçilmiş. Dizinin renk paletinin klişe olması dışında bir sıkıntısı yok. Meksika'yı görünce hep aynı sarılı kahverengili tonları dayamasalar artık keşke. Yıl 2025. Baladro kız kardeşlerin gerçeklere de dayanan hikayesi kurgusal olarak da birebir uyumlu kitapla. Kadınların istismar öykülerine dokundururken vurguyu en çok ikiyüzlü devlet adamlarına yapıyor. Kitapla eş zamanlı uyarlamasını izlemek iyi oldu ve hayal kırıklığına uğratmadı. 


Cien Anos de Soledad/Yüzyıllık Yalnızlık

Netflix'in Yüzyıllık Yalnızlık uyarlaması şaşkınlık uyandıracak kadar Marquez'in klasiğiyle uyumlu bir uyarlama. Netflix kitap uyarlamalarına bazen özen gösterebiliyor. Söz konusu Marquez olunca da uyarlama işini iyi ki Güney Amerikalılara bırakmışlar dedirtti. Toplam 16 bölüm olacağını ben ilk 8 bölümü bitirince öğrendim maalesef. İlk 8 bölümde yer yer temponun ağırlaşmasının sebebi belli oldu. Çok sayıda karakter, olay örgüsü, detay ve o büyülü gerçekçilik anları mükemmel olmasa da olabildiğince başarılı bir şekilde yansımış diziye. Marquez denince benim klasiğim Kırmızı Pazartesi'dir. Beklentimi çok yükseltmemiştim bu sebepten dolayı. Romanda kadınların toplumda bulunduğu konum ve ilişkiler yumağı beni yormuştu ilk okuduğumda. Atmosfere de, direniş hikayelerine de, ailenin kırılma noktalarına da özenle çalışmışlar dizide. Kalan 16 bölüm için beklemede olacağım. 


House of Guinness

House of Guinness İrlanda'nıın Succession'ı olsa da yeterdi sadece. Ben zaten Guinnessçiyim, her türlü açıp izleyecektim de dizinin İrlanda tarihi gibi izlenmesi memnuniyetimi daha da artırdı. Soundtrackinde Fountaines D.C.'yi ve Kneecap'i duyunca da yelkenleri suya indirmiş olabilirim. Peaky Blinders'ın yapımcılarından gayet iyi bir dönem dizisi. Siyaset, sosyolojik bulgular, direniş, kapitalizm, entrikalar, aile içi dinamikler bütünlüklü işlenmiş. Peaky Blinders'ı hiç izlemedim, o yüzden kıyas yapamayacağım, zaten kıyaslamaya da mecbur değilim. Yine dönem dizisi diye sarılı, yeşilli tonları dayamışlar. Bir tek ondan şikayet edeceğim. Kadro cuk oturmuş. Favorilerim James Norton ve Jack Gleeson. Gelsin 2.sezon. 

Cumartesi, Ağustos 30, 2025

Ağustos 2025-Okuma ve Seyir Güncesi

---KİTAPLAR---


Ağustos ayına Denton Welch'in büyüme hikayesi Gençlik Hazları'nı okuyarak başladım. Her bölümde kitabın genç karakterinin hem kendisinin hem dünyanın farklı bir yanıyla yüzleşmesine tanık olduğumuz kitap Odipa Yayınlarından çıkmış. Artık büyüme hikayelerine doyduğum için sanırım beni çok etkileyen bir roman olmadı ama genç yaşta hayatını kaybeden yazarın üslubuna ve atmosferinin şiirsel yanına tanık olmak güzeldi. Kitabın cep kitaplarına benzeyen boyutu da sempatimi kazandı. 

Ağustosta illaki polisiyelere kaptırmam lazım kendimi, yoksa aşırı sıcak ve nemde zombiye dönüşmek kaçınılmaz olabilir. Camilla Lackberg'in Fjalbacka serisinin 7 ve 8.kitapları da ziyadesiyle bu ihtiyacımı karşıladı. Deniz Kızı yine geçmişteki bir travma çevresinde ilerleyen bir intikam hikayesiydi. Cinayete konu olan dört erkek karakterin sakladıkları sırrı geriye dönüşlerle öğrendik. Sürpriz gibi görünen kısımlar çok da sürpriz olmadı ama kapılıp gitmeme de engel olmadı. Camilla Hanım Erica'yı tekrar hamile bırakmasa ve durmadan çocuk/bebek muhabbeti yapmasa daha mutlu olacaktım ama aile kavramına önem veriyor belli ki Nordik Agatha Christie lakaplı yazar ve her kitapta Erica ve Patrick'in de ilişkilerini okuyoruz bir yandan. En azından ilişki buhranı görmek zorunda değiliz. 8.kitap Hayalet Adası daha dallı budaklı ilişkilere ve geçmişe dönük, hatta 1800'lere uzanan bir hikayeye sahipti. Üstelik Erica'nın kardeşi Anna'nın yeni bir travmasına tanık olduk. Bu kadar drama gerek var mıydı bilemedim. Cinayet romanı olarak da serinin en zayıf kitaplarından biri. Bazı karakterler gereksizdi. Araya homofobi, dolandırıcılık hikayesi ve kadına şiddet temaları da katmış yazar fakat daha ekonomik kullansaydı karakterlerini kurguda da dağılıp gitmezdi hikaye. Finalinin de homofobik olup olmadığı tartışılır.

Elaine Feeney'nin Dünyaya Açılan Tekne adlı romanı annesini tanımadan büyüyen otistik bir çocuk ile çocuk sahibi olmakla olmamak arasında kalan öğretmeni Tess'in hikayesini anlatıyor büyük ölçüde. Kendine has bakış açısına sahip Jaime okulda zorbalanıyor, annesini anmak ve özgürleşmek için bir tekne inşa etmeye çalışıyor. Tess ise artık içinde olmak istemediği evliliğinden çıkmaya çalışırken bocalıyor. Karakterlerle empati kurmak ve kendilerine sinir olmak arasında gidip gelerek okudum romanı. Şiir de yazan Feeney'nin bu yeteneği özellikle son sözde ve dili kullanma biçiminde görülebiliyor.  

Tavan Arasındaki Buda romanını çok sevdiğim Julie Otsuka'nın bizdeki son çevirisi İmparator Tanrıyken Amerika'daki Japon halkının 2.Dünya Savaşı ve Pearl Harbor döneminde günah keçisi ilan edilişini, ailelerin yerlerinden ve evlerinden edilip bir toplama kampına kapatılışını, Uzak Doğu kökenlilere karşı bitmeyen ırkçılığı konu alıyor. Otsuka yine kolektif anlatı biçimini kullanarak halkına ses oluyor. Anne ve çocukların bakış açısı, detayların zenginliği, nesnelerle sembolize edilen insan hayatının biricikliği romana değer katan diğer özellikler. Dili ekonomik kullanırken çok şey anlatan yazarlardan Otsuka. 

Hwang Bo-Reum'un Hyunam-Dong Kitabevi'ni sürpriz bir şekilde sevdim. Kitabevi romantizmi yapan sıradan romanslı bir bestseller romanı olduğundan şüphelenirken kapitalizm eleştirisi, günümüzün iş hayatının sıkıntıları, ilişkilerden beklenenler, modern hayattaki yabancılaşma, internet kullanımıyla kendini ifade etme çabaları, kendini gerçekleştirmeyle bir tutulan hırs küpü olma durumunun saçmalığını irdeleyen ve tüm bunları mütevazı bir tavırla yapan, kişisel gelişimden ve nutuk çekmekten kaçınan bir roman çıktı karşıma. İyi ki okudum. Çavdar Tarlasında Çocuklar'dan Kirpinin Zarafeti'ne çeşitli edebi göndermeleri de sevindirdi. 

Yu Hua Yedinci Gün'de de harikalar yaratmış. Öldükten sonra arafta kalan anlatıcının hayatının gözlerinin önünden geçişi, yaşadığı acı tatlı anılar, hayatına giren insanlar Çin toplumunun sıkıntılarıyla iç içe anlatılıyor. Yaşamak ve Kanını Satan Adam kadar sevdim kitabı diyebilirim. Kendisini büyüten üvey babasıyla ilişkisinin sevecenliğine dair bölümler kitabın en sevdiğim bölümleri olabilir. Kafkaesk bir hava estiren bürokrasi, Çin'deki bitmeyen yoksulluk, haliyle Kültür Devrimi'nin etkileri, çocuk politikası, insan ilişkileri, aile kavramı, hızlı sanayileşmenin yarattığı dengesizlikler, yaşam ve ölüm üzerine sorgulamalar, hafızanın tek yanlılığı romanın ana karakterinin metafizik alemden bakış açısıyla yansıyor okura. Yalın bir dil, yalınlığıyla ters orantılı ölçüde derin temalar.

-SİNEMA---

Bu ay sadece birkaç film izleyebildim. İzlediklerimin hepsini sevdim ama en azından. Tarot suçlu zevkler kategorisinde son anda listeye girdi. Az ve öz bir seyir ayı oldu. 


84 Charing Cross Road

Helene Hanff'ın bir türlü bulamadığı kitaplar için İngiltere'deki bir kitapçıyla yazışmalarını anlattığı aynı adlı romandan uyarlanan filmde Anne Bancroft ve Anthony Hopkins ölçülü, etkili ve sessiz bir duyarlılığa sahip performanslar sergiliyorlar. Kitap sevgisi, kitapçı romantizmi, mektuplaşma romantizmi bekleyenlere daha gerçekçi ve ayakları yere sağlam basan bir hikaye sunuyor. Filmin kurgusu da mektupların yazılışına göre yapılmış.  Yıllara yayılan bir anlatı söz konusu. Yıllarca yazışan ve kitap alışverişi yapan iki karakter bir türlü görüşemese de arada kurulan bağ sempati uyandırmaya yetiyor. En çok da, artık mumla aradığımız saygılı ölçülülük, naif ilişkiler, internetin olduğu dünyada hissedilmesi zor duygulara odaklanması etkiliyor. Artık deneyimleyemeyeceğimiz naif ilişkilerle değişen toplumun masala dönüşmeyen gerçeklerini çok iyi birleştiren bir film.


Jeopardy

Barbara Stanwyck'in hayal kırıklığına uğrattığını görmedim hiç. Deniz kenarında kayalara sıkışıp sular altında kalma tehlikesiyle karşı karşıya kalan eşini kurtaracağım derken bir suçlu tarafından kaçırılan bir aile kadını rolünde bu kez kendisi. Bir eski Hollywood klasiği olarak yine mi femme fatale'e dönüştürecekler veya suçlu romantizmi mi yapacaklar derken aileyi yücelten bir sonuca varıyor. İkinci sonuç klasik gelebilir kulağa ama ilkini yapsalardı daha fenaydı karakterler ve filmin teması açısından, zira kaçak suçlunun temelde yaptığı şey taciz kesinlikle. Aslında Hollywood yapımcılarının kadın karakterlere bakış açısını görüyoruz Barbara Stanwyck'in buradaki karakteri aracılığıyla. Ya anne ve eş rolünde, ya da "yaramazlık" yapan femme fatale havasında davranarak hayatta kalması ve eşini kurtarması gerekiyor. Kaçak suçlu sonunda pek bir lütufkar davranıyor ama en azından suçluyla kocası arasında kalan bir kadın karakter saçmalığı görmüyoruz. Çekildiği döneme göre zekice hareket eden, güçlü bir kadın karakter. Aksiyona doyuruyor ve bir yandan da ikircikli duygular yaşatıyor özetle film. 


Fragments of Paradise

Jonas Mekas'ın yaşamını, vizyonunu, onu kendine özgü hale getiren yanlarını, göçe sürüklendiği aile geçmişini, New York'taki yaşamını, aile hayatını, çocuklarla ve kamerayla ilişkisini izliyoruz bu belgeselde. Her anını kameraya alırken var oluşunu sorgulayan Mekas'ı kameraya iten sebepleri de ilk elden irdeliyor yapım. Fani varlığımızın burukluğuyla yaşadığımız her an'ın güzelliğini birlikte hatırlatan bu çok özel ismin gecelerini filmlerini kurgulayarak geçirişi, o kendiyle baş başa filmlerine odaklanırken eşinin hissettiği yalnızlık, çocuksu neşesi, daha sonra Lost Lost Lost'ta detaylı anlattığı Litvanya'ya dönüş yolculuğu ve ailesine kavuşması, yaşlılığında çektiği kameraya ne kadar yalnız olduğunu haykırdığı an belgeselde etkilendiğim anlardan sadece birkaçı. Mekas'ın tanıdıklarıyla ve çeşitli yönetmenlerle röportajlar dışında kendi filmlerinden de görüntülere sahip film. Mekas'ı özlediğimiz anlarda dönüp dolaşıp ziyaret edeceğimiz bir güzellik. 


Tales from the Gimli Hospital

Bu ayki Guy Maddin çılgınlığı Kanada tarihine göndermeleriyle kafamı karıştırsa da biçimsel yönüyle yine şapka çıkardığım bir film oldu. Yine 20'lerle 30'lar estetiğini, kurgusunu ve sessiz film anlatısını kullanan bir film. Farklı hikayeler iç içe geçerken dağıldım bu kez. Bazı eleştirmenlerce Eraserheadvari tuhaf bir müzikal olarak değerlendirilmiş. O derece tuhaf olduğunu söyleyemem. Lynchvari değil de, Fritz Lang ve diğer sessiz ve klasik film yönetmenlerini andırıyor bence. Senaryoda hem bilindik öğeler var, hem de seyirci olarak mesafeli kalıyoruz. En azından ben böyle hissettim. 

---DİZİLER--- 


The X-Files (1 ve 2.Sezon Rewatch)

Liseden beri izlemediğim The X-Files'ı yeniden izlemek yapmam gereken en önemli işlerden biriydi. David Lynch'in vefatıyla bu yılın başlarında Twin Peaks'i bilmemkaçıncı kez yeniden izledikten sonra bunu kafama koymuştum ve bu ay 90'ların en önemli klasiklerinden birini tekrar izlemeye başladım. Birçok bölümün hafızamdan silindiğini gördüm izlerken. Mulder'ın kardeşiyle ilgili gelişmeler, hükümet komploları, gizlenen uzaylı gerçekleri en çok aklımda kalanlarmış. Gerisini her bölümde farklı bir olayın çözülmesinin de etkisiyle ilk kez izler gibiyim. Bu ay dizinin ilk 2 sezonuyla geçirdim seyirlik zamanımın çoğunu. Öncelikle dizinin atmosferiyle ışık ve gölge kullanımını, bitmeyen sonbahar kış havasını bu kez daha çok takdir ettim. Bilim kurgu öğeler, doğa üstü şüpheler ve fiziki kanıtlar arasındaki dengenin muazzamlığı bir yana, kendimi Mulder ve Scully'nin birleşimi gibi görmeye devam ettim. Gillian Anderson'ın Scully'sinin Kim Wexler'ın atalarından olduğunu da düşünmekten hoşlandım ister istemez. Vince Gilligan'ın yazdığı X-Files bölümlerine özellikle dikkat edeceğim bu kez. Soğukkanlılık, dengelilik, ölçülü bakış açısı ve tabii duygularıyla daha fazla çatışan bir karakterde Gillian Anderson'ın çömezliğini izlemek keyifli. David Duchovny de daha sonra ne yaparsa yapsın hep Mulder olarak kalacak gözümde. 


Long Story Short

Bojack Horseman'ın yapımcısının 10 bölümlük son animasyon serisi Long Story Short daha önce benzerlerine rastlamadığımız bir hikaye sunmuyor aslında. İşlevsiz aile hikayelerinin Yahudi bir ailede yıllar arasında gidip gelen versiyonlarından. Her karakter kendine özgü. Komedi dram dengesini iyi kurmuş. Klişelerle dalga geçerken detaylarıyla sevindiriyor. Bojack Horseman kadar çok boyutlu olmasa da severek izledim. 

Perşembe, Temmuz 31, 2025

Temmuz 2025-Okuma ve Seyir Güncesi

 ---KİTAPLAR---


Kitaplar açısından yılın en iyi ayını geçirmiş olabilirim şu ana kadar. Temmuz sıcağına rağmen çoğunu sevdiğim kitaplar okuyabildiğime memnunum. Sırasıyla ayın özeti:

Humphrey Carpenter Tolkien biyografisinde, yazarın iç dünyasına çok gir(e)meden genel olarak yaşamının izlediği seyri, çocukluk ve ilk gençlik yıllarının olaylı ve krizli dönemlerinden sonra geleneksel, çalışkan, kılı kırk yaran ve mesafeli bir olgunluk içeren yaşamının sonraki dönemlerini ve elbette Hobbit, Silmarillion ve Yüzüklerin Efendisi'nin ortaya çıkış ve geliştirilme anlarını kaleme almış. Tolkien'in 10 kadar dil öğrenmesinin edebi yanına etkisinin yadsınmaması gerektiğini bir kez daha görüyoruz bu biyografi aracılığıyla. Orta Dünya karakterlerinin ilham kaynaklarını okumak tebessüm ettirdi. Diğer detaylar bu yazımda

R.F.Kuang'ın tipik bestseller kıvamındaki Sarı Yüz'ünden önceki yazılarımdan birinde bahsetmiştim. Yayıncılık dünyası kadar sosyal medya ve iptal kültürüyle de dalga geçmesi eğlenceliydi. Edebi dil arayanların değil, eğlenmek isteyenlerin durağı olabilir. Yazarın Babil romanını daha çok sevmiştim. 

Mohamed Mbougar Sarr'ın İnsanların En Gizli Hatırası kadar dehşetengiz kurgusuna ve oyuncaklı yapısına sahip olmayan, daha düz bir kurgu izleyen, tema olarak da daha yıkıcı romanı Safi İnsan Onlar. Homofobiye, özgürlüğe, din faşizmine karşı yüreğim daralarak okudum.

Andrea Abreu'nun Yaz Köpekleri ile Karayipler'e yolculuk yaptım. Detaylarıyla kah eğlendiren kah iğrendirebilen, kız çocuklarının büyüme sürecinin genelde görmezden gelinen yanlarını vurgulayan, çocukluk ve ilk gençlik arkadaşlığında öne çıkan tarafla geride kalan tarafı hikayeleyen, finaliyle donup kaldığım, akıcılığına kapılıp gittiğim bir roman. Sempatiyle okunuyor. Ferrante sevenler buna da baksın derim.

Cecile Pin'in Gezgin Ruhlar'ı yıllara yayılan Vietnamlı sığınmacı öyküsü. Aralarda da, erkek kardeşin hayaletinin bakış açısını, Thatcher'ın göçmen politikasıyla günümüz arasındaki paralellikleri, Amerikan askerlerinin sorgulamadan yaptıkları kıyımı okuyoruz. Biraz da, Anh gibi güçlü bir kadın karakteri bize tanıştırdığı için minnettarım kitaba. En çok da, ajitasyok yapmadan sığınmacı hikayesi anlatabilmesine.

Hernan Diaz'ın bayıldığım Güven romanından daha önceki yazımda bahsettim. Yılın en iyilerinden, sırf kapitalizm eleştirisiyle değil, toplumsal cinsiyet eleştirisiyle de şapka çıkartan, kurgusu beni benden alan o "kurmacanın sınırlarını genişleten" nadide örneklerden. 

Deborah Levy'nin Eve Yüzerken'indeki karakterlerin ikilemleri yavaş yavaş açığa çıkıyor. Bir nevi arthouse filmi tadı var kurgusunda ve satır aralarında. Finali beklemediğim şekilde bitti ve bundan memnunum. Levy okuru edebiyata ortak eden, talepkar bir yazar. Kitaba bayılmadım ama Kitty'nin araftaymışçasına bocaladığı anlara ve kitabın diğer eleştirel yanlarına tanık olduğuma memnunum. 

Mariana Enriquez'de boş yok. Kasvetli İnsanlar İçin Güneşli Bir Yer, önceki öyküleri gibi toplumsal gerçeklerle, toplumsal cinsiyetle ve sistemin aksayan yönleriyle tekinsiz atmosferi ve korku öğelerini birleştiren öykülere sahip. Hiçbir doğaüstü unsurun eril şiddet kadar korkunç olmadığını yüzümüze vuruyor. Bir miyomun body horrorvari ürkütücü bir öğeye dönüştüğü öyküden lanetli kasabalarda geçen öykülere, hem türe getirdiği bakış açısı hem sosyal gerçekleri vurgulaması muazzam. Rahatsız edici öğeleri kesinlikle sırf okuru şok edeyim diye yazmıyor. Alttan alta yayılan çığlığı, umutsuzluğu, kaçışı ve tekinsizliği çok iyi kullanıyor, kör gözüm parmağıma bir tavrı yok. Ne yazsa okurum diyebilirim artık. 

Jan Neruda'nın Eski Prag Öyküleri tekinsiz 1800'ler atmosferinden ironi dolu 5 öyküyü içeriyor. Ayın güzel sürprizlerinden oldu bu ince kitap. Dili ve hikayeciliği ekonomik kullanan öyküleri çok severim. Prag'a tekrar yolculuk etmiş kadar oldum bahaneyle. 

---SİNEMA---


Bu ay sinema açısından verimli geçmedi ama izlediğim az ve öz filmden memnunum. Araya da birkaç slasher serisi rewatchu, 80'ler Mickey Rourke'unun Ira ve kilise arasında kalan tetikçilikten bıkmış kaybeden karakteri canlandırdığı A Prayer for the Dying, Fransızların olur olmaz her şeyin içine seks kattıkları bıktırıcı örneklerinden L'ete Dernier, İzlanda'dan kayıplarla aldatmayı sorgulatan orta karar Runar Runarsson yenisi When the Light Breaks girdi. Asıl favorilerim aşağıda:  


Martin 

Vampirlik mi, akıl hastalığı mı? George A.Romero seyirciyi muallakta bırakırken ikircikli ve gerilimli sahnelerle vampir türüne yeni bir bakış açısı getirmiş. Sorunlu beyaz genç adamların tüm sorunlu yanlarına rağmen yüceltildiği bir dünyayı da sorgulatıyor. Korkutmaktan ziyade inançların tutuculuğuna yöneltmiş bakış açısını Romero ve çok iyi bir psikolojik gerilim ve karakter dramı çıkmış ortaya. 


HyperNormalisation

Post truth çağında gerçeğe ne gerek var ki. Emperyalist batının, özellikle ABD'nin, Orta Doğu planlarını gözler önüne seriyor Adam Curtis'in belgeseli. Haberlerle, teknoloji çağıyla, internetin yayılımıyla gerçeğin manipüle edilişinin zirve yaptığı günümüze ışık tutuyor. ABD eleştirisi büyük ölçüde Cumhuriyetçi Parti liderleri ve başkanları ekseninde olmasaydı keşke. Bazı eksiklikleri var, yer yer de bizim ulusalcıların Amerika eleştirilerini andırıyor ister istemez fakat sorgulattıkları mühim yine de. Orta Doğu politikaları belgeseli parselleyen tema olmuş. İşin teknoloji boyutunu biraz daha öne çıkarmasını isterdim. Zira sınırların olmadığı, dünyanın her yerinden herkesin istediğini paylaştığı ve bilgi alışverişi yaptığı özgür bir mecradan şirketlerin manipüle ettiği bir sosyal medya çağına dönüşen internet dünyasına dair söylenebilecek ve tartışılabilecek daha çok şey var. 


Marshmallow

80'lerden çocuk ve gençlik kampı korkusunun finalinde yaptığını beğendim şahsen. Senaryodaki twistler rastgele seçilmemiş. 80'ler nostaljisinden ibaret kalmadı böylece film kendi adıma. Gerilimi de gayet dozundaydı. Korku-gerilim filmlerinde geçmişin tekrarından çok yeni bir şeyler katabilenler, atmosfere önem verenler, illa ödümüzü patlatsın diye jump scare kovalamayanlar ve sosyolojik alt metin içerenler öne çıkıyor benim için. Marshmallow da fena sayılmazdı. 



Fata Morgana

Werner Herzog'un tarifi zor bilim kurgu ve varoluş temaları içeren filmi şiirsel sinema sevenler için bulunmaz nimet. Sahra Çölünde çekilen bu kendine özgü film sömürgeciliğe karşı metniyle düşündürüyor. Cave of the Forgotten Dreams'den daha soyut bir anlatımı var. Herzog otobiyografisinde en radikal filmim diye nitelemiş Fata Morgana'yı. Katılmamak elde değil. Tek seferde özümsemesi zor. Felsefi yanına sonradan tekrar dönmek isabet olur. Mayaların yaratılış mitiyle insanın varlığına anlam arıyor, uygarlıkla ilkellik arasındaki ince çizgi üzerinde yürüyor. Çöl atmosferi halüsinatif etki yaratıyor izleyende. Yaşam bir ilüzyondur ne de olsa. 

---DİZİLER---

Angel 5.Sezon-Final

Angel'ın 5.sezonunun hem fantastik bir evrende geçen bir diziden beklenecek şekilde baş döndürücü ve dolu dolu bir final sezonu gibi olması hem de aslında final sezonu olarak çekilmemesi ve kanalın zamanında diziyi iptal etmesi enteresan. Artık kötücül, gizemli, manipülatif ve Iluminativari Wolfram&Hart şirketinin başına geçen ekibe Spike'ın da katılması sezonun en önemli, büyük ve güzel gelişmesiydi. Spike sezona müthiş bir dinamizm katmış beklendiği gibi. Şirketle ilgili gerçekler açığa çıkarken yeni gizemlerin de ortaya çıkışı bu tür dizilerin alamet-i farikası tabii. Sezonun ortalarında Fred'in başına gelenler kalbimi kırdı ama maalesef. Finalde mantıklı bir yere bağlamaları beni mutlu etse de yarım kalmış bir hikaye söz konusu. Sonuç olarak, Buffyverse'ü özleyeceğim. İleride gerek Buffy The Vampire Slayer'a gerek Angel'a tekrar zaman ayırmak isterim. Dizilerin tekrar tekrar izlenmesi şenliğine yakışacak bir evren. Sonradan gelen benzer türdeki birçok diziye ilham kaynağı olmaları da kaçınılmazmış. 


Rivals

 Rivals Taggie ve Lizzie hariç birtakım nefretlik karakter arasındaki entrikalar gibi işleniyor. 80'lerin Thatcher İngiltere'sindeki ikiyüzlü muhafazakarlığı yerden yere vuran bir dizi. Politik doğruculuktan çok uzak bir dönemde geçen dizide TV dünyasının işleyişi, basın manipülasyonu ve kirli ilişkiler konu ediliyor. İlişkiler açısından da kaos az değil. David Tennant ve Aidan Turner'ın başı çektiği kadroda Kaherine Parkinson'ın yeri ayrı diyebilirim. It Crowd'ı anımsıyorum ister istemez kendisini görünce. İlk sezonu kritik bir noktada bitirilmiş. 2.sezonu beklemek için nedenlerden biri de bu işte.