Cumartesi, Kasım 29, 2025

Kasım 2025 - Okuma ve Seyir Güncesi

 ---KİTAPLAR--


Ian Grenberg -Detaylar: Çok büyük büyük laflar etmeden hayatımı sorgulamama neden oldu Detaylar. Burada bahsettim. 

Anne Rabe - Mutluluk İhtimali: Doğu ve Batı Almanya'nın birleşme dönemine dair en iyi kitaplardan sayacağım artık Mutluluk İhtimali'ni. İşlevsiz aile romanı gibi de okunması daha çok sarsıyor. Yine bu ay ayrıntılarıyla yazmıştım buraya.

Rachel Cusk - Resmigeçit: Bu kitabın roman diye lanse edilmesi aldatıcı bir beklenti yaratıyor. Adı G harfiyle başlayan çeşitli kadın sanatçıların hikayeleri üzerinden mizansanler yaratmış yazar ve kadın sanatçıların sanattaki, toplumdaki, ailedeki yeri, mücadeleleri üzerine sorgulamaya davet etmiş okuru. Düşünsel olarak etkilendim. Kurgusal olarak ise beklediğimi bulamadım. Tüm bu mizansenlerin birbirine bağlanmasını bekledim. Felsefi bir metin gibi de okunuyor. Daha önce de Cusk'la yıldızım barışmamıştı. Resmigeçit'i bir nebze daha çok benimsedim ama tam bana hitap ettiğini söyleyemem kurmaca tercihlerinin. 

Roy Jacobsen - Sınırlar: İyi başladı. 2.Dünya Savaşı döneminde bir sınır kasabasındaki bir avuç insanıın öyküleri evrensel hisler veriyor. Farklı karakterlerin öyküleri şeklinde, birbirine bağlı olarak ilerliyor. Markus'un savaş hikayesinde dağıldım. Fazla uzamış, gerçek savaş ayrıntılarına bu kadar gerek yoktu bence. Karakterin kendi ikilemleriyle devam etmesini tercih ederdim. Diğer Jacobsen romanlarının bir tık altında kaldı benim için Sınırlar. 

Margaret Atwood - Yaşlı Bebekler: Öykülerde Margaret Atwood imzasının en yoğun olduğu örneklerden bu yazıda bahsetmiştim. En iyi kitaplarından olmasa da bağrıma basmama neden olacak yönleri az değil.  

Sasa Stanisic - Dul Kadın Su Kabını Ağzı Ağzı Öne Gelecek Şekilde Mezarın Üstüne Bırakıyorsa, Bilin Ki İlgi İstiyordur: Kitabın adını yazarken bile yoruldum. Birbirine bağlı öyküleri severim. Baştaki bir öykü karakterinin ilerideki öykülerde tekrar karşımıza çıktığı örnekleri görmek keyifli oluyor ister yan karakter şeklinde, ister anlık, ister diğer öyküdeki ana karakterle yakın bir bağı olan kişi olarak. Bu kez her öyküyü beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Göçmen teması var fakat yazar bu temayı öne çıkarmaktan ziyade kurmaca türünde deneyler yapmayı tercih etmiş gibi. Bazı öykülerde fantastiğe ve bilim kurguya yelken açıyor. Bu da eğlenceli olabilir fakat en baştan beklentim bu olmayınca yabancılaştım. Dilek İmamoğlu adlı Almanya'daki temizlikçi kadın karakterin öyküsü çok iyiydi. Ta ki son sayfalarına kadar. Kitaba adını veren öykü en güzeli. Georg ve oğlunu da sevdim. Diğerlerinin sadece birbirleriyle bağlantılı olması bir şeyler ifade etti. Yazarın Asker Gramafonu Nasıl Tamir Eder adlı romanını daha çok sevmiştim. 

Helene Hanff - 84 Charing Cross Road: 50-60 yıl öncesinin okur ve kitapçı mektuplaşmaları neden ilgimi çeksin diye sorma ihtiyacı duymadım bu kitabı elime alırken, zira yazın filmini seyredince iki kişinin nezaket, dürüstlük, istikrar ve düşüncelilikle dolu mektuplaşmaları, nadir kitapların peşine düşen kadınla tipik bir orta sınıf İngiliz muhafazakarı olan, işini titizlikle ve istikrarla yapan kitapçının yazışmalarını günümüz sosyal medya ruhsuzluğu çağında izlemek çok iyi gelmişti. Hanff'in kitabını okumak da iyi geldi haliyle. Kendisinin alaycı bakış açısı da keyifle okutuyor kitabı. 

Ferdia Lennon - Muhteşem Zaferler: Kitaptan detaylı olarak burada bahsettim. Antik Çağda insanlık çok daha fazla şiddetle boğuşuyormuş ama bazı konularda da çok daha umutlu ve sebatkarmış diye düşünmek için birebir. Hikayelerin gücü önemlidir, akıl sağlığımızı hikayelere sığınarak koruyoruz. Hikayelerin karın doyurmayacağı gerçekler vardır. Muhteşem Zaferler tam da bunun romanı. 

Ursula K. Le Guin - Lavinia: Antik Çağdan Le Guin imzalı bir retelling. Aeneas'ın eşi Lavinia'ya ses olmuş canım Ursulam. Vergilius'la karşılaşma anı, o mistik uyanış, kehaneti işleme biçimi tam bir Ursula K.Le Guin imzası. Özgün eserde adı minnacık geçen bir karakterden koca bir evren yaratması, erkeklerin savaşını bir kadınlık destanına çevirmesi, gerçeklerle kurmacayı iç içe geçirmesi de kendisi gibi bir ustaya yakışırdı. Okumaya bayılmadığım bir dönemde geçmesine rağmen severek okuduğum ikinci kitaptı bu ay. 

Bu ay John Fowles'ın Güncelerinin 2.cildine de başladım fakat ara vererek okuduğum için bu yazı bittiğinde henüz kitabı bitirmemiştim. Aralık ayında okuyup bitirebilirsem günceler hakkında ayrıca bir yazı eklemeye çalışacağım. 

---SİNEMA---

The Bird with the Crystal Plumage

Argento'dan sürprizli bir seri katil giallosu. İtalya sokaklarının, mimarisinin, ışığın ve gölgenin etinden sütünden yararlanmış Argento. Korkutma enerjisi yoğun değil de gerilimi daha fazla. Bir kere film cinayet soruşturması şeklinde ilerliyor. Beklenmedik bir katille karşılaşmak, şaşırtmacalı anlar, kovalamaca sahneleri beğenimi kazandı. "Bir Suspiria değil ama" diye başlayan cümleler kurdurmaya meyletse de sevdiğim Argento filmleri arasında sayabilirim. 


Guillermo Del Toro's Frankenstein

Filmin ilk yarısını gözümü devirerek izledim. İkinci yarıda Yaratık'ın bakış açısı devreye girince film biraz kurtuldu benim açımdan. Mary Shelley'nin klasiğini layığıyla yansıtıp yansıtamadığı tartışılır ama yaratığın bakış açısını vermekte daha başarılı olduğunu düşünüyorum filmin. Jacob Elordi'yi işlevsiz görürdüm. Kendisine olan fikrim değişti. Tüm duygusal ikilemleri yansıtabilmiş. Dr.Frankenstein olarak Oscar Isaac ise hiç olmamış maalesef. Fazla agresif bir portre çizmesinden hoşlanmadım. Kendi yarattığı varlık için kendini suçlayan bir karakterdir normalde fakat burada kendi yaratımına karşı abartılı bir öfkesi var. Mia Goth'un varlığıyla da bir parça aşk dozu katmaya çalışmışlar ama bundan fazlası olduğunu biliyoruz romanda. Bir erkek karakterin klişe bir kadın karakteri gibi görünüyor bu haliyle. Var oluş felsefesini, insanın yaratıcıyla ve bilimle ilişkisini daha derinlemesine işleyen bir film görmek için doğru örnek olmayabilir. En azından Shape of Water'dan daha iyi benim gözümde. Beğendim de diyemem, beğenmedim de genel olarak. Görme engelli çiftçiyle Yaratığın ilişkisi kurtardı filmi nispeten. 


The Salt Path

Borçları yüzünden evlerini kaybedip yollara düşen yaşı ilerlemiş İngiliz çiftin hikayesine kalbimi bıraktım. Kırsalda hayatta kalma yolculuğundan ziyade karı kocanın önceki ve bundan sonraki yaşamlarını sorgulamalarına odaklanmasını, en çok da varış noktasına değil de, yolculuğun kendisine vurguyu yapmasını sevdim. Gillian Anderson fevkalade oynuyor. Jason Isaacs de aşağı kalmıyor tabii. Yolculuklarının bazı anlarında yağmura, fırtınaya, açlığa nasıl dayanabildikleri kafamı kurcalasa da, aslolan zaten yaban hayatta kalma rehberi değildi. Gerçek bir hikayeye dayanan film 'uygarlığa karşı doğallık' klişesiyle de ilgilenmiyor. Sınıfsal gerçekleri de es geçmiyor öte yandan. Hüzünle karışık şifa gibi film. 


Blow Out (Rewatch)

Yıllar sonra yeniden izledim De Palma klasiğini. Antonioni'nin klasiğinin görsel, işitsel, toplumsal açıdan düşündürdükleri bir yana, bu yeniden çevrimi daha çok sevdiğime karar verdim artık. Ergenlikte televizyonda izlemiştim ama sonunu hatırlamıyordum. Final bunca sene sonra daha fena çarptı. Sıradan bir gerilimden fazlası olduğunu bir de benim söylememe gerek yok zaten. Daha açılış sahnesindeki film içinde filmden seyirciyi düşünmeye, kendini sorgulamaya davet ediyor. Kusursuz çığlığın peşindeki obsesif ses teknisyeninin bir cinayete tanık olması, cinayetin arkasındaki kirli gerçekler, ilişkiler, siyasi katakullüler, en önemlisi de tüm dünyanın kadına ve kadın bedenine karşı olması. Peeping Tom'da daha kişisel bir obsesyon vardı. Burada toplumsal bir obsesyona varıyor konu. Sırf teknik açıdan bakınca da kusursuz. İyi ki yeniden izledim dediğim bir filmdi bu ay özetle. 


Reflection In A Dead Diamond

Cattet ve Forzani ikilisinden izlediğim ilk film. Daha çok sinematografik ve deneysel yönleriyle aklımda kalacak bambaşka bir kült sinema örneği. Ajan filmleriyle, femma fatale'lerle, film içinde filmlerle, rüya içinde rüyalarla, 70'ler softcore örnekleriyle dalga geçiyor. Baş döndürücü bir görselliği ve kurguyu üzerimize boşaltıyor bunu yaparken. Ben ne izledim, sinema nedir, dünyada mıyım dedirtiyor bitince. Senaryonun ucu bucağı yok. Fransa sahillerinde emekli modunda takılan orta yaşlı bir adamın geçmişine, zihnine, düşlerine yolculuk nerelere varmıyor ki. Belli bir çözüm, sonuç, hikaye bekleyenleri yoracaktır. Kendinizi akışa bırakınca daha çok keyif alabileceğiniz filmlerden. Farklı bir şeyler görmek için ise doğru adres. 


Huesera: The Bone Woman

Genç bir kadının hamilelikle, aileyle ve toplumun beklentileriyle sınavının Meksika folk öyküsüyle birleştirilen travmatik hikayesi. Korku-gerilim anlarının çoğu minimal öğeler taşıyor. Çocuk istemeyen, post punk seven, aslında queer kimliği olan fakat toplumun normlarından kaçamayan bir kadının geleneksel evliliği seçince korkuları açığa çıkıyor. Böyle bir karakterin doğaüstü korkulara da ihtiyacı yok aslında. Eşsiz değil belki ama psikolojik korkuyla folk horror öğelerini fena birleştirmeyen bir film. Kutsal annelik mitini sorgulayan kaydadeğer örneklerden. 


Train Dreams

Denis Johnson'ın romanının şiirselliğini hakkıyla veren bir film Train Dreams. Görsel seçimleriyle, tren yollarıyla, karakterin yalnızlığıyla, doğa ve yerşekillerinin büyüleyici görüntüleriyle ve dış sesle yansıtmayı seçmiş yönetmen bu şiirselliği. Özellikle anlatıcı sesiyle klişeye meyledebilirmiş ama sinematik olarak doyurucu bir film çıkmış ortaya. Yası, acıyı, kaybı usul usul işlemesini çok sevdim. Duygusal dozu ölçülü. Bir yandan tüm insanlığın hikayesi gibi, bir yandan da Amerika'nın kuruluş ve ilerleyiş döneminin bir portresi. Ruhsuz bir uyarlama izlemediğimiz için sevinçliyim. İyi bir uyarlama. 


If I Had Legs I'd Kick You

"Tüm dünya kadınlara ve annelere karşı" filmi. Anksiyete yakın planlarla daha da vurgulanıyor. Feminist Uncut Gems dedikleri kadar var, ki onu hiç sevmem. Rose Byrne'ın çok çok iyi performansının  ve feminist duruşunun etkisiyle buradaki kurguyu sevdim. Bir kadının çaresizliğini, yalnızlığını, öfkesini ve bunalımını her sahnede hissettirmiyor, seyirciye de aynen yaşatıyor adeta. Sadece bir oyuncu performansı filmi değil. Bazı düşsel öğeleri daha iyi kullanabilseydi şahane olacaktı. Finalinden memnun olup olmadığıma emin değilim sadece. Conan O'Brien'ın rolünü önce garipsedim, sonra ilginç bir şekilde yakıştırdım. 

--- DİZİLER---


The X-Files 6.Sezon ile 7.sezonun ilk yarısı

İlerledikçe kendini tekrar ediyor diye kalmış aklımda ama hiç de öyle değilmiş. Etkisinden bir şey yitirmemiş 6.sezonda da. Bugünlerde izledikçe kıymetini daha iyi anlıyorum. Uzaylı teması, hükümet şaibeleri, Scully'nin kaçırılması sonrası gizlenenlerle yüzleşmesi üstüne yeni öğeler konularak ve senaryo geliştirilerek ama sarkmadan ilerlemiş. Tam da The Sopranos ve Oz gibi dizilerin yeni çıktığı dönemde yayınlanmış 6.sezon. Deneysellikten kaçınmamışlar o yüzden. Sürprizli doğaüstü öğeler, trajikomik episodlar, Amerikan kırsalı klişeleri, banliyö gerilimi, yağmur krallar, bedeni yer değiştiren Mulder'ın yeni bedeniyle imtihanı, zaman yolculuğu, bilime meydan okuyanlar derken yine ellerini korkak alıştırmamışlar. Dizinin kendi efsanesiyle dalga geçmeye devam ettiğini görüyoruz bu sezonda da. FBI yeniden yapılanırken gizli dosyaların kapatılması ve Mulder ile Scully'nin uyduruk görevlere verilmesiyle başlıyor sezon. Güney Afrika kıyılarında bulunan inanılmaz bir keşifle bitiyor. 7.sezonun başlarında eski bir karakterin dönüşüyle ivme yükseltiliyor. Mulder ve Scully'e yeniden destek ve mücadele geliyor. Aralık ayı 7.sezonla devam edecek. 


Pluribus İlk 5 Bölüm

Rhea Seehorn'un yapay zekadan bozma uzaylı virüslü insanlıkla savaşına hoş geldiniz, hoş geldik. Vince Gilligan insanların çoğunun tektipleştiği ve bunu da pek sorgulamadığı günümüz internet, daha doğrusu sosyal medya, algoritmalar ve etkileşimler çağına epey bilenmiş belli ki. Sonuçta da çeşitli bilim kurgu klasiklerini de andıran bu yapım çıkmış ortaya. Daha çok tek bir karaktere sırtını yaslayacak şekilde ilerliyor şu ana kadar dizi. Detayların önemini Breaking Bad ve Better Call Saul sevenler olarak biliyoruz ve ilerisi için heyecanlanıyoruz. Sezon bitince yine burada buluşacağız. 


It: Welcome to Derry İlk 5 Bölüm

Stephen King'in en sevdiğim romanlarından birinin spin-off'una elbette heyecanlanacaktım. Her dakika korku, gerilim, kan revan yok dizide. Bu da beklentileri düşürmüş gibi bazı seyircilerde. Dönem dizisi havasında olmasını, Amerika'nın yakın tarihinden ırkçılık, zorbalık, ayrımcılık anlarını sunmasını, insanın ve toplumun içindeki kötülükle paranormal kötülüğü birleştirmeye çalışmasını sevdim. Pennywise yavaş yavaş kendini göstermeye başladı. Amerikan yerlilerinin ve ordunun işin içine katılması da iyi fikir. Çocukların mücadelesi en güzeli tabii de kendilerine bir türlü inanmayan yetişkinlerle sahnelerine katlanmak daha zor. Finalde görüşmek üzere. 


Perşembe, Kasım 27, 2025

Ferdia Lennon - Muhteşem Zaferler

 


Antik Çağda ne işim var diye başladım kitaba ama okudukça sevdim, son 100 sayfada vazgeçilmezim oldu. Bazen şaşırdım, bazen tahmin ettim akıbeti. Rahatsız etmedi bu da.

 Savaşın yıkımının yaşandığı Sirakuza'da tiyatro oyunu sergilemeye kalkan iki kafadarın mütevazı, nahif ve samimi çabaları insanların hikayelere duyduğu ihtiyacı vurguluyor. Dünya gerçekten de "hikayelerle derman bulabilecek yaralı bir yerdir." Ancak hikayeler ve sanat bile kurtarmaz bazen, kurtaramaz. Gerçeğin şiddetinin yanında hikayeler hafif kalır. Taş ocağında sahnelenen oyun "sanatın iyileştirici gücü" gibi beylik lafları sorgulatıyor. Dostluk, sevgi, kahramanlık, kıyım, fakirlik, merhamet temalarıyla ilerliyor. Atinalılarla Sirakuzalılar arasındaki savaşın etkileri var arka planda.

Orijinal dilinden okumayı isterdim kitabı, zira onca küfür kıyamet özgün metinde nasıldı merak ettim. İrlandalı olup bu dili bilerek okumak vardı kitabı. Türkçe okumak genel olarak akıcı bir deneyimdi. Antik Çağın diliyle değil de günümüz diliyle okuyabilmemiz kitabın elbette en güzel yanı. Aradaki "oh" ünlemleri aynı şekilde çevrilmese daha iyiydi tabii.

 Trajediyle komediyi dengeli birleştirmiş yazar. Diyalogları ve hikayeleme biçimi de sayfaları ilerledikçe daha da iyiye gitmiş. Başta parodi gibiydi zira. Son bölümde ise evrenselliği özellikle yakalamış. Medea ve Euripides'e daha farklı bir gözle bakmama vesile olacak bu kitap.

Salı, Kasım 18, 2025

Margaret Atwood - Yaşlı Bebekler



Margaret Atwood'dan bir öykü kitabı Yaşlı Bebekler, İngilizce adıyla Old Babes in the Woods. Tig ve Nell adlı yaşı ilerlemiş bir çiftin farklı anlarını içeren başlangıç ve bitiş öykülerinin yanısıra, kendi dünya görüşünü yansıttığı, feminizm, cadılık, ekoloji, sosyalizm konularındaki düşüncelerini bazen alttan alta, bazen bağıra çağıra yansıttığı öykülerinin çoğunu sevdim.  

Nell ve Tig'in öyküleri 80'lerindeki Margaret Atwood'un hayatı sorgulaması gibi. Bir çiftin yaşamlarının sıradan rutinlerini de, ayrıksı anlarını da, paylaşılan güzelliklerini de şefkatle anlatıyor. Son bölümde özellikle yas duygusu hakim. Tig'in gidişinin ardından Nell'in yalnızlığı, burukluğu, yaşadığı boşluk Margaret Atwood'un kendi yas deneyimlerini de yansıtıyor gibi. Eski bir arkadaşlarını anlattıkları savaş anılarıyla savaş dönemi ve savaş sonrası kuşağın kaygıları, sevinçleri ve yaşam tarzları arasındaki farkları görüyoruz. Bir kediye veda şiirini içeren öykü de bir nevi teselli gibi hissettiriyor. Smudgie tatlı bir kedi ismi. 

İskenderiyeli Hypatia'ya ses olduğu Midye Kabuğunda Ölüm kitaptaki en sevdiğim öykü olabilir. Nefretle ve şiddetle yok edilen bir kadın bilimcinin hikayesi bir monologla tarihteki kadın katliamları üzerine öfkelendiriyor. Kadın nefretinin dayanağını arıyor. Tarihte bilimle, felsefeyle, düşünceyle, eğitimle uğraşan kadınlara yapılanları, engellemeleri, baskıları hatırlatıyor. Hypatia'nın kinik ama gerçekçi sitemini herkes duysun isterim. 

George Orwell'le kendisinin hayali sohbetini içeren Ölüyle Mülakat'ta Orwell bir ruh çağırma seansıyla Margaret Atwood'un karşısına geliyor. Değişen ve değişmeyen dünyayı sorguladıkları diyaloglarda keskin bir mizah var. Büyük biraderden internet dünyasına şekil değiştiren etkiler, aslında 1984'ten ziyade Huxley'nin Cesur Yeni Dünya'sını yaşadığımız gerçeği, Rebecca Solnit'in Orwell'in Gülleri kitabına gönderme, Stalin gibi diktatörlerin baskılarının kapitalizmi güçlendirmesi hep bu diyaloglarda var. Kitabın içinden ayrıca seçilip okunabilir.

Şeytan Ruhlu Anne adlı bölüme adını da veren anne kız öyküsü tam bir anne kız çatışması, işlevsiz aile, travmalar öyküsü. Tek başına bir romana da dönüşebilirmiş. Margaret Atwood'un cadılar, spiritüalizm, tarot ve astrolojiye olan ilgisinin etkilerini de bu öyküdeki anne karakterinde görüyoruz. Yönetmen olsam filme çekmek isteyebileceğim bir öykü.

Metempsychosis: ya da Ruhun Yolculuğu kitaptaki en şaşırtıcı öykülerden biri. Bir kadın bedeninde yeniden dünyaya gelen salyangozun insan doğası, ilişkiler, cinsellik ve iş hayatının bunaltıcı saçmalıklarına dair yorumları tebessüm ettirirken düşündüren cinsten. Sabırsız Griselda ise bir uzaylının bakış açısıyla eleştirel mizahı yakalıyor. 

Felsefi mizahı keskin gözlemleriyle yapıyor Margaret Atwood. Bir grup orta yaşlı akademisyen kadının feminizmin geçmişi ve günümüz üzerine diyaloglarında da (Havalanmış Kadınlar adlı öykü) bu etki var. Herkese Serbest adlı öykü Damızlık Kızın Öyküsü'nün bir paraleli adeta. Distopik feminist bilim kurgu türünde Atwood'dan aşina olduğumuz bir etkiye sahip. İki kadının arkadaşlığını sorguladıkları Çürük Dişler adlı öykü kitapta en az aklımda kalan öykü oldu. 

Bu derlemedeki öyküler Margaret Atwood'un en çarpıcı eserleri olmayabilir fakat yine yazarın vurguladığı konuları, türler arasında kıvrak geçiş yapabilmesini, keskin eleştirel gözlemciliğini ve kurmacaya verdiği önemi ziyadesiyle yansıtıyor. En çok da, Nell ve Tig'in sayesinde sevgi ve şefkat uyandırıyor. 


Perşembe, Kasım 06, 2025

Mutluluk İhtimali - Anne Rabe

Mutluluk İhtimali toplumsal değişimlerle kişisel travmaları birleştiren, yer yer anı ve otokurmaca türlerini andıran, Berlin Duvarı'nın yıkılışı sonrası Almanya'daki havayla Nazi dönemine kadar uzanan sorgulayıcı, sorgulatıcı, travmatik ve düşündürücü bir roman. Farklı dönemlerde gezinen kurgusu anlatıyı daha güçlü kılmış. 

Anlatıcı Stine kendi aile travmalarının derinlerine inerken dönemsel gerçekleri de gözler önüne seriyor. Bunu yaparken de, Yea Lipi'nin Özgürlük'ünü anımsatan detaylara yer veriyor fakat değişen günlük hayat, sistemsel değişimler ya da politik altyapıdan çok aile tarihinin köklerine iniyor. Bence kitabın en iyi yaptığı şey ve en çok düşündüren yanı, politik sistemlerin zorbalığının okul hayatına, öğretmenlerin davranışlarına, aile içi şiddete nasıl yansıdığını ve tüm bunların nasıl da iç içe olduğunu göstermesi. Diktatöryen uygulamaların zorbalığı bir öğretmenin öğrencisine olan tavırlarına yansıyor. Toplumdaki haksızlıklara karşı başını kuma göğen halkın yansımalarını aile içi zorbalıklarda annenin tavırlarını görmezden gelen babanın tavırlarında görüyoruz. Politikacıların manipülasyonlarıyla aile ilişkilerindeki manipülasyon hep bir arada. Bunun gibi çok örnek var kitapta. Benzer anlatılardan farkı, kişisel travmaları biraz daha fazla vurgulaması gibiydi. Ajitasyona kaçmadan ve mekanik de olmadan yüzleşmekte zorlanılan gerçekleri didik didik ediyor. 

Kitabın en can alıcı ve okuması zorlayıcı bölümleri, Stine'nin annesinin disiplin adı altındaki zorbalıklarını, istismarını ve şefkatsizliğini okumaktı. Küvette geçen bölüm basbayağı korku filmlerinden çıkmıştı sanki. Okul zorbalıkları, arkadaşlarıyla arkadaşlarının ailelerinin yaftaları, önyargıları, ırkçılığın şekil değiştirmiş halleri yeterince sert değilmiş gibi, günümüzdeki hayatına da gölge düşüren korkularını okumak da çarpıcı. 

Stine'nin dedesi Paul'ün hikayesi roman içinde roman gibi anlatılıyor. Eski Doğu Almanya belgelerini araştıran anlatıcı bir yandan da ailenin elinde kalan Nazi dönemi belgelerini arıyor. O dönemin Almanlarının Nazilerle bağını gösteren her şeyini yok ettiklerini görmek düşündürücü. Paul'ün kardeşinin önce koruyucu aileyle bambaşka ferah bir dünya görüp sonra yine kendini Nazi Almanyasında bulması ve ileride kardeşlerin başka yerlere savrulması, anneannesinin gençlik fotoğraflarındaki sevinçli ve umutlu halinden Stine'nin kendisinin anneannesiyle ilişkisinde hiçbir ize rastlamaması, babaannesini zorbalayan babasının babası ve kendi anne babasının Doğu Almanya'daki totaliter uygulamaları desteklediğini öğrenmek ülke tarihiyle de yüzleşen bir Alman kadınının hikayesi olarak ezici etkilere sahip. Tüm bunları parçalı kurguyla ama bütünlükten de uzaklaşmadan, dağılmadan anlatıyor yazar.

Kendi ülkesinde sosyalizm neden başarısız oldu, kapitalizme mahkum muyuz, tüketim için yaşamak zorunda mıyız, günümüz Neonazilerinin eski Nazilerden ne farkı var, kişisel aile tarihleri nereden başlar ve kolektif hafıza bunların neresindedir gibi soruları da soruyor Anne Rabe. Deneme türüne meyleden sorgulamalar da yok değil kitapta. Kötülüğün sıradanlığı vurgusu romanı güçlü kılan en önemli özelliği belki de. Çevirmen Anıl Alacaoğlu bu yoğun anlatıyı özenli ve akıcı bir çeviriyle karşımıza getirmiş. Kitabı fırlatıp atma isteği uyandıran sarsıcı bölümlerine rağmen elimden bırakamadım. Anne Rabe'in sonraki kitaplarını da merakla bekliyorum. 

Pazartesi, Kasım 03, 2025

Detaylar - Ia Genberg

Detaylar tam da yazmak isteyebileceğim türden bir kitap gibi. Hayatıma girip çıkan insanlar, insan ilişkilerinde verdiğim tavizler, maruz kaldığım manipülasyonları içselleştirmem, psikolojik sorunu olanlar karşısındaki tavırlarım, gözümde büyüttüklerimle hayal kırıklıklarım bir bir gözümün önünden geçti okurken. Kişisel bağ kurmayı beklediğim bir kitap değildi.

Yazar Ia Genberg yaşamına giren dört kişiyle bir dönemin portresini de sunuyor. Bunu yaparken de, hediye kitaplar, birlikte gidilen konserler, vakit geçirilen mekanlar, evin içindeki objeler, kullanılan sözcükler ve daha birçok detayı kullanarak çağrışıma davet ediyor bizi. Çok büyük olaylar yokmuş gibi görünüyor ve bazı okurlar olaysız bulabilir kitabı bu açıdan, halbuki şeytanın ayrıntıda gizli olduğunu düşününce her ayrıntı o kadar çok anlam kazanıyor ki. Okuyanlar bağ kurmasa da toplumsal düzlemde düşündürdükleri, insan ilişkilerini sorgulatması önemli kılıyor kitabı. 

İlk bölümde eski sevgisili Johanna'nın pat diye hayatından çıkışının düşündürdükleri var. Paul Auster romanlarındaki tesadüfler ve şans faktörüne göndermeler Auster seven benim gibileri sevindirmiştir. Her yaşadığımıza fazlasıyla anlam yükleme hastalığından muzdaripsek herkesin istikrarlı ve vefalı olmadığını kabullenerek şifalanabiliriz belki dedirtiyor. Bana hissettirdiği buydu bu bölümün. Johanna gibi aşırı kontrolcü ve ruh hallerini rahatlıkla maskeleyebilen insanlara konulan bir tanı var artık. Yazarın bunları yaşadığı dönemde çok bilinmeyen bir gerçekmiş bu. Kişi çok bağ kurduğu insanların bazı yanlarını görmezden geliyor ya da bastırıyor. En kırılgan anında bunların açığa çıkması yıkıcı oluyor. Kendi yazma çabaları konusundaki karamsarlığı da sinmiş bu bölüme. 

Niki'nin bölümünde arkadaş ilişkilerini sorgulamamıza olanak tanıyor yazar. İnsanlar hayatımıza girebilir ve aynı şekilde birden çıkabilir. Günümüzde "ghostlanmak" diye tanımlanan görmezden gelinme, sorumluluktan kaçma, pasif agresiflikle manipüle etme davranışlarına tanık oluyoruz bu bölümde. Niki'nin bir psikolojik sıkıntısının olduğu daha bariz Johanna'ya göre fakat anlatıcı yazar bunu kabullenemiyor hemen. İrlanda yollarında peşine düşmesi ailesine dair kendisinden gerçekleri saklayan arkadaşının gerçek yüzünü nihayet görmesini sağlıyor bu yolculuğu. İnsanların onlarla geçirdiğimiz zamanda bize gösterdikleri yanlarının ne kadar gerçeği yansıttığının önemi. Bazı ayrılıklar ayrılık değil kurtuluştur, arınmadır. 

Alejandro üçüncü bölümde yazarla hızlı, tutkulu ve gelip geçici bir ilişki yaşayan, sonradan kızının babası olacak kişi. Alejandro'nun kızının babası olmasını çok vurgulamadan kendisinin de yanar döner bir ilişki yaşadığının farkında olduğu bu tecrübesinin ayrıntılarına odaklanıyor Genberg. Burada birçok flörtte karşımıza çıkan anekdotlar vardı. Hikayenin sonunun baştan belli olduğunu yazar da biliyor, biz de biliyoruz. Beni en az etkileyen bölüm de bu bölümdü. "Gündelik hayatın terörü" yorucu olabilir tabii de rutinlerin mucizevi yönünü de es geçmemeliyiz sanki. Alejandro gibilerin göremediği hayati bir yaklaşım bu. Milenyum psikolojisinden, 90'lar sonundaki o bomboş coşkudan, etkili değişim beklentilerinden de dem vuruyor yazar bu bölümde. Tam bir 90'lar portresi gibi okununca daha çok anlam kazanıyor. 

Birgitte annesiyle ilgili bölüm olmasının etkisiyle detayların söz konusu olduğu bu anlatıdaki en derinlemesine işlenen bölümdü. Annesinin travmaları, kendisinin annesiyle ilişkisi, yer yer kopukluğu ve annesinin yaşamının üzerinden kuşak çatışmasını ve nesillerin maruz kaldığı dayatmaları irdeliyor yazar. Kendini dünyaya kapatan kaygı bozukluğu olan bir annenin etkisi. İlk iki bölüm 80'lerin, Alejandro bölümü 90'ların ruhunu taşırken, son bölüm genel olarak X kuşağının çabalarının bir özeti. Hastalıkla ve ölümle yüzleşmenin ağırlığı da yok değil. Tüm bir hayatın sorgulanmasıyla bitiyor son satırlar 

"Gençken daha çok seyahat etmem, daha uzaklara gitmem, yabancı ülkelerde daha çok zaman geçirmem, kendimi hayata katıp daha derin bir şekilde yaşamak için sürekli bir koşturma içinde olmam gerektiğini düşünürdüm ama zamanla anladım ki, aradığım şey tam burada içimde, etrafımdaki şeylerde, işim haline gelen o geçici işlerde, gündelik hayatın hengamesinde ve bakışlarımı oraya yönelttiğim sürece karşılaştığım insanların gözlerindeydi. Ateşten sonra tıpkı eski ve derin bir yaranın açılıp kanamaya başlaması gibi yeniden yazıyorum ve sanırım bu, tamamlanmamış bir bulmacaya evriliyor, başkaları hakkındaki görüntülerin eksik kaldığı, betimlenenin kim olduğunun asla tam bilinmediği..." 

Niki'nin davranışları klinik psikologlar tarafından incelenebilir, keza Johanna'nınki de öyle. Benim için daha çok, anlatıcı yazarın tepkilerini, tavırlarını ve duygularını görmek önemliydi. Kitabı özel kılan da, farklı davranış bozukluklarından ziyade yazarın bunlar karşısındaki deneyimleri ve buna bağlı olan detaylar bence. Bazı yaşadıklarımızı belli genellemelere veya kategorilere göre yargılayanların incelikleri görmezden geldiğini düşünüyorum. Bölümlerin kendi içindeki kurgusu sıradan anı anlatılarının ötesine geçiriyor Detaylar'ı. Zeynep Tamer çevirisi oldukça akıcı ve özenli. Kısa bir anlatı gibi görünmesine rağmen yoğunluğu fazla bir kitap. 

Cuma, Ekim 31, 2025

Ekim 2025- Kitap, Film, Dizi Güncesi

 ---Kitaplar---


Hernan Diaz'ın Güven'i bu yıl okuduğum en iyi kitaplardandı. Uzaklarda daha klasik anlatımlı bir kurguya ve hikayeye sahip. İsveç'ten ABD'ye göç eden ana karakterin naifliğine ters orantılı şekilde şiddetle yüz yüze geldiği anlar tırnakları yedirdi. Western romanı gibi okunuyor Uzaklarda. Altın arayışı dönemi, yeni kurulan ülkedeki kanunsuzlar, bilim ve din çatışması ve hayatta kalma yolculuğu romanın dikkat çeken temaları. Naif devin kardeşini arayışı buruk ilerlerken yine Amerikan rüyasını irdeliyor Diaz.

Gareth Brown'ın Kapılar Kitabı kendimi kaybettiğim ve bayılarak okuduğum bir zaman yolculuğu gizemi. Her bölümde sürprizlerle dolu bir macera sunuyor. İsteyen kaçış kitabı gibi de okur, karakterlerle bağ kurarak da, kötülüğün kökenlerini düşünerek de. İstek değil, ihtiyaçmış resmen. 

Enrique Vila-Matas edebi kurguyla oynadığı çok severek okuduğum kitaplarından sonra Bu Ne Saçma Sis'te en az benimseyerek okuduğum bir hikayeyle çıktı karşıma. Thomas Pynchon ve J.D.Salinger'ı aratmayan gizemli bir yazarın peşinde kendi buhranlarıyla yüzleşen anlatıcının zihninde kaybolmak isteyenleri bu postmodern yolculuğa davet ediyor yazar. Okuduğuma memnunum ama diğer kitaplarını tekrar okumak isterim diyebilirken bunu yeniden okumaya gerek yok derim. 

Alejandro Zambra Çocukluk Edebiyatı'nda baba olmanın zor, eğlenceli, komik ve şefkatli yanlarını kaleme almış. Çocuk sevmek veya sevmemek, çocuklara katlanmak veya katlanamamak, çocuklarla arkadaş olabilmek veya ebeveyn olarak sınırı korumak, anne baba figürleri olarak toplumla yüzleşmek üzerine denemelerini başka bir yazardan, özellikle de başka bir erkek yazardan okusaydım bu kadar severek benimseyebileceğimi sanmıyorum. Zambra mutlaka yazdıklarını sevdiriyor bir şekilde. Çocuk sahibi olan her erkeğin okuması gereken bölümler var kitapta. Öyküleri ve anıları da birkaç türü içeren bu kitabın hoş birer tamamlayıcısı olmuşlar. 

Elizabeth Hand Wylding Malikanesi'nde 70'lerde bir psychedelic-folk rock grubunun hikayesiyle gotik korkuyu birleştirmiş. Daisy Jones&The Six'i andıran rock grubu dramlarıyla geçiyor roman daha çok. Yine aynı roman gibi grup üyelerinin bakış açısıyla ilerlemesini sevdim. Bazı ürkütücü anları var ve bunların daha fazla olmasını isterdim. Çok çabuk bitiyor gizem maalesef. Tekinsiz, ürpertici ve gizli odaların yer aldığı perili evler arayanların tadını damağında bırakıyor biraz. 

Andres Barba'nın Küçük Eller romanı Sineklerin Tanrısı'na benzetiliyor. Ben üslup ve kurgu açısından Fleur Jaeggy'e de benzettim. Anne babasını kaybeden bir kız çocuğunun yetimhanede karşılaştığı zorbalıklar bas bas bağırmadan, psikolojik ve atmosferik gerilime meyledecek şekilde anlatılıyor. Marion ve diğer kız çocukları arasındaki gece ve gündüz çatışması iktidar çatışması şeklinde de okunuyor. Farklı okumalara açık kısacası. Barba'nıın Işıklar Ülkesi romanını daha çok sevmiştim. Çok çabuk biten ve daha fazlasını aradığım bir novellaydı Küçük Eller. Notos Kitap kapağı şahane, çeviri yazarın zorlayıcı anlatımın hakkını verecek kadar akıcı.

Isabel Allende'yi yıllardır okumamıştım. Violeta yazarla tekrar buluşmamı sağladı. Büyülü gerçekçilikten çok realizmle romantizm arasında seyreden bir 20.yüzyıl tarihi romanı gibi Violeta. Bir kadının çocukluğundan 100 yaşına kadarki hayatının arka planında siyasal ve toplumsal gelişmeleri okumak güzeldi. Sınıf bilinci düşük bir karakter aslında Violeta. Bazı gerçeklerin farkına varması zaman alıyor. Bu beni yordu açıkçası. Toksik ilişkisinden bir türlü kurtulamadığı hikaye çok uzamış. Hayatında da hep bir aşk oluyor. Allende romantizmi seviyor, yapacak bir şey yok. En iyi yaptığı şey aslında Şili'nin yakın tarihini, darbeyi, katliamları, faşizm kurbanlarını, saklanan ölüleri, ABD ve CIA parmağını anlattığı bölümler. Bu romanı sadece Violeta'nın değil, diğer karakterlerin de bakış açısından okumak vardı asıl. Ruhlar Evi'ni aratmazdı o zaman.

Melisa Kesmez, öykülerini çok sevdiğim bir yazar. Çiçeklenmeler'in bir roman olarak sevdiğim yönleri de var, eksik ve aceleye getirildiğini düşündüğüm yönleri de. Eşinin ölümünden sonra hem evliliğini hem genel olarak hayatını sorgulayan, yaşadıklarının bir yalan olup olmadığını düşünen bir kadının hayatını tekrar kurma hikayesi olarak başlayıp ilerliyor. Kesmez'in yazınının güzelliği detaylarda saklı. Karakterlerin bağ kurduğu eşyalarda, anılarında canlarının acıdığı ve içlerine attığı sahnelerde, denize çıkan kasaba yollarında. Sarı karavanla çıkılan yolculuk İstanbul'da sona eriyor. Biraz fazla hızlı toparlanmış gibi geldi son bölümleri. Ulaş karakteri fantastik gibi geliyor. İnsanlar arasındaki sınırlarla mesafeleri aşmak üzerine düşündürmesini sevdim en çok.

Gustav Meyrink'in Golem'i varlıkla yokluk, düşlerle gerçekler, mistisizmle semboller, korkularla bilinç arasında gidip gelen, fantastik bir romandan ziyade felsefi ve karanlık bir var oluş yolculuğu şeklinde okunan ve daha çok bu yanıyla öne çıkan özel bir roman. Olay örgüsü dikkat gerektiriyor. Beklediğimden daha çok etkilendim. Kasvetli Prag sokaklarında kaybolan Pernath'ın karşılaştığı gerçek veya hayali karakterler insanı metafor araştırmasına yöneltiyor. Yahudi ve Kabala inancının bir ürünü olan "Golem'in" varlığı (veya yokluğuyla) insanın içindeki gölgeyle yüzleştirmeye kadar götürüyor okuru. Yetmediyse Hint ve Mısır gizemlerine dair de merak uyandırıyor. Halloween haftasına yakıştı. 

Gwendy'nin Düğme Kutusu, Stephen King ve Richard Chizmar'ın birlikte yazdığı serinin ilk kitabı. Gizemli bir düğme kutusuyla gücü elinde tuttuğunu öğrenen Gwendy'nin büyüme hikayesi aslında bu ilk kitap. Gwendy'nin güçle sınavının çok üzerinde durulmuyor. İşleri bir şekilde hep yolunda gidiyor Gwendy'nin bu gizemli kutu sayesinde. İntihar eden arkadaşı, kendisine saldıran tecavüzcü gibi karanlık anlar var ama hızlıca geçip gidiyor bu bölümler. Serinin devamı nasıldır bilmiyorum ama bu haliyle yetmedi Gwendy'nin hikayesi. Devamına ileride göz atarım belki. 

---Sinema---

Bu ay çoğunlukla korku-gerilim filmleriyle geçti. Baştaki ilk iki film bu genellemeye istisnaydı. Spooktober ile Halloween ayınıın hakkını verdim gibi. Korku sineması açısından zevklerim de aşağı yukarı anlaşılıyordur sanırım. Vahşet, gore ya da ne kadar rahatsız ediciyse o kadar iyidir düşüncesinden uzak korku-gerilim filmlerini tercih ediyorum, teşekkürler. Atmosfer her şeydir. 


Drommer/Dreams

Hayallerle gerçeklerin arasında kalmak sadece bu filmdeki genç kızın sorunu değil elbette. Platonik aşkını yazıya döken ve kendini yazarak ifade etmeye çalışan genç karakterle geçmişe bakışımızın taraflılığı, yaşadıklarımızı daha sonra tekrar anlatırken yeniden kurgulamamız kaçınılmaz mı acaba. Annesi ve anneannesinin Johanne'in yazdıklarını okumasıyla istismar tartışmaları başlıyor. Üç kuşak kadının da olaya bakışınıın farklılığını göstermesi Norveç yapımı filmin en güçlü yanı. Sonuna kadar bu üç kuşak kadının karakterleri üzerinden çelişkileri üzerinden ilerleseydi Bergmanvari bir örnek çıkabilirmiş karşımıza. Geriye dönüşlerdeki güvenilmez anlatıcı hususuna da dikkat etmemizi öneriyor sanki film. Muazzam değil ama üzerine konuşulası yönlerini, diyalogları ve kurgusunu sevdim. 


One Battle After Another

Paul Thomas Anderson'ın yönetmenlik başarısını görmeyen azdır sinefiller arasında. One Battle After Another yönetmenin son başyapıtı. Sinemada izleyebilmek de iyi geldi. Anderson'ın politik duruşu, militan-anarşist solcular üzerinden sistem eleştirisi, bunu da anne-kız olamama, baba kız ilişkisi ve aksiyon üzerinden yapması coşkulu bir seyirlik çıkarmış ortaya. Aksiyon dozu yüksek diye devrimcilerin işin cilası olduğunu düşünenlere katılmıyorum. Anderson beyaz muhafazakar heteroseksüel erkeklerin yönettiği bir ülkenin perde arkasına, değişmeyen kapitalizme, anne baba rolleri üzerindeki klişelere lafını esirgememiş. Bu tavrı da çok mühim bence. Anderson'ın filmlerinin kurguları kadar oyuncu yönetimi de hep çok iyidir. Bu filmde de tüm kadro döktürmüş. Trajediye dönecekken kara komediye meyleden sahnelerinde, otoban sahnelerinin soluksuz bırakışında, direnişle konformizm arasında takılıp kalırken umudun direnişte olduğunu salık veren finalinde takdir edilecek epey malzeme mevcut. Yılın en iyilerinden. 


Messiah of Evil

Suspiria'yı epey anımsatan bir atmosferi var Messiah of Evil'ın. Yönetmenlerin adına bakmayınca bir Mario Bava klasiği de sanılabilir. Küçük kasaba tekinsizliğini başka bir seviyeye çıkarmış geleneksellikten uzak senaryosuyla ve özenli sinematografisiyle. Karakterlerin bir türlü kaçamadığı kasabalarda kabusa dönen tekdüzelikler kategorisinden. Zombileşen halkın aynılığının yarattığı korku, gerilim ve dehşet. Alttan alta vuruyor. Slow burn temposu atmosferik gerilimi artırıyor. Her sahnesinin bir sanat eseri havasında olması beklemediğim bir özelliğiydi. Tiyatro sahnesi izler gibiydim. Atmosferik korku sevenlere daha çok hitap edecek bir film. Sinema salonundaki sahneyi unutamam. 


Kill, Baby...Kill!

Senaryo bilindik çizgide, tahmin edilir şekilde ilerlese de atmosferini, korku öğelerini kullanış biçimini, anlık çarpıp kaçan gerilimini ve mizansenlerini sevdiğim bir film oldu Kill Baby...Kill! Cadısından korkunç bebeklere, intikamcı hayaletinden tekinsiz çocuğuna sevdiğim öğeler söz konusu olunca gözlerimi alamadım. Gotik korku seviyorum çünkü. Mario Bava'nın sinematografiye ve set tasarımına gösterdiği özenin günümüzün efekt bağımlısı sinemacılarına örnek olmasını temenni ederim. 


Onibaba

Dışsal öğeler, gölgeler, bilinmeyenin tekinsizliği, doğaüstü şüpheleri. Bunların hiçbiri insanın içindeki kötülük kadar korkunç değil diyen bir film çok değerli bir filmdir şüphesiz. Siyah beyaz klasiğin görsel kullanımları, ışık ve gölgeyle derinleştirilen gerilim ve karakterler arasındaki mücadele örnek gösterilecek minimalizmiyle çok başarılıymış. İzlemek anca kısmet oldu. İzlemenin üzerinden zaman geçtikçe daha da değerlenecek gibi. 


The Autopsy of Jane Doe

Bunda da senaryonun gidişatını tahmin ediyoruz ama gerilmelere doyamadım yine de. Adsız kadın naaşın yüzyıllar öncesine kadar uzanan malum hikayesini de takdir ettim. Dünyanın nefretle hayranlık, hasetle kontrol arasında tavırlar sergilediği kadın bedeninin dünyadan intikamı bilimle din arasında kalan karakterler ekseninde işleniyor. Düşük puanlara kanmadan daha önce izleseymişim keşke. Tek mekan gerilimi olarak da, babanın izinden gitmekle gitmemek arasında kalan oğul hikayesiyle de gayet iyi iş görüyor. Bilimle din çatışması artık bıktığım bir konu olmasına rağmen bu filmde bu temadan sıkılmadım. 


Season of the Witch/Hungry Wives

Orta sınıfta belli rollere hapsolmuş kadınlar cadı olsalar yeridir diyor George A.Romero bu filmiyle. Korku öğelerinden ziyade psikodelik feminist temasıyla ve psikolojik gerilimle öne çıkan filmi dağıtımcılar erotik gerilim diye pazarlamışlar. Hungry Wives adıyla yayılmış. Romero'nun nispeten geri planda kalmış filmlerinden olan Season of the Witch'in ortamlarda sansürlü hali dolaşıyor. Bir diğer Romero klasiği Martin'le benzer görsel tercihleri ve tekniği var. Filmi 60'larla 70'lerin ikinci dalga feminizmiyle birlikte okuyan yazılara rastlanabilir. Romero'dan böyle bir filmin çıkmış olması çok değerli. Kadın karakterin kabusları, cinsel korkuları ve medyumla karşılaşmasından sonraki psikolojisi kendi başlarına birer korku öğesi olarak da görülebilir. Hakkının daha fazla teslim edilmesini dilerim. 


Scary Stories to Tell In The Dark

The Autopsy of Jane Doe'nun Norveçli yönetmeni Andre Ovredal'dan bir başka sürpriz. Terk edilmiş bir evde gizemli bir kitap bulan çocukların teen slasherla fantastik gerilim arasında seyreden hikayesi çok şaşırıp şok olmayı veya korkudan ödlerinin patlamasını bekleyenleri tatmin etmeyebilir. Ama ben sevdim, zira 68 yılının toplumsal dönüşümünün ayak seslerinin yarattığı gerilim, karakterlerin sempati uyandırması, Stephen King romanlarının karakterlerini de andırmaları, gençlerin her birinin kendi korkularıyla yüzleşmelerine mahal veren ürkütücü mizansenleri ve hikayeler anlatmanın hayatiliğini içermesi benim için yeterliydi. Guillermo Del Toro'nun yapımcı olduğunu öğrenince de taşlar yerine oturdu. 

---Belgeseller---


Ozzy: No Escape From Now

Ozzy Osbourne'un son yılları, son günleri fazlasıyla depresif fakat eşi Sharon Osbourne'un katkısıyla Ozzy'nin son verimli müzikal hamlelerini görmek güzeldi. Bu yaz çıktığı son konser, konuk sanatçılar, destekçileri ve metal müziğin atasıyla bir devrin sonu gibiydi. Parkinson lanetiyle uzun süredir zor günler geçirdiğini görmek üzücüydü. Belgesel röportajlarla ve birkaç konser görüntüsüyle geçiyor. Ozzy'nin şarkı yazdığı anları da göstermesi bu yapımın en iyi anlarından olabilir. Osbourne ailesinin reality showlarından hep uzak durdum. Bu belgeselde de Sharon Osbourne övgüsü çok. Ozzy'i hayatta tutan kadın olması vurgulanıyor. (Filistin karşıtı olmasaydı keşke.) Genel bir Ozzy'nin hayatı belgeseli için doğru seçim değil No Escape From Now. Duygusal dozu yüksek bir belgesel. 


Mr.Scorsese

Martin Scorsese'yi her yönüyle takip edenler yeni bir şeyler bulamayabilirler bu belgeselde. Ben çok sevdim. Hakkında bilmediğim bazı gerçekleri de öğrendim. Scorsese'nin her yaştaki heyecanı, sinemaya olan tutkulu, yoğun ve naif sevgisi mutlu ediyor. Rebecca Miller'ın röportajlarla, geri dönüşlerle, filmlerinden kurgusal görüntülerle çektiği belgesel 5 bölümden oluşuyor. Retrospektif gibi izlenmesi, yönetmenin tüm filmlerinin yapım öyküsü, çocukluğunda büyüdüğü mahalle, mafyöz tipleri gözlemleyerek geçirdiği çocukluk ve ergenlik, işkolikliği, sinemaya olan muazzam sevgisi, Hollywood yapımcılarıyla sınavları (özellikle Weinstein'ın sete casus yolladığını öğrenmek ve bunu artık açıkça söylemeleri iyiydi. Yine de daha cesur konuşmalarını isterdim bu herif hakkında), ilişkileri, aile kurmayla ilgili sınavları, uyuşturucuyla girdiği karanlık günler, yer yer depresyona gömülmesi, kızlarının yorumları; hepsi bu 5 bölümlük belgeselde mevcut. Scorsese'nin birlikte çalıştığı yapımcılar, oyuncular, kızları, Isabella Rossellini ve kurgucu kraliçe Thelma Schoonmaker'la röportajları da unutulmaz. De Niro, Di Caprio, Day Lewis, Jodie Foster ve daha nice oyuncunun yorumları saygı duruşu gibiydi. Di Caprio'nun bu kadar parasal destek sağladığını bilmiyordum. En çok da Sharon Stone'un röportajına şaşırdım. Stone'un oyunculuğunun ve karakterinin Casino'daki katkısının yadsınamayacağını vurguluyor Scorsese. Erkeklerin dünyasında geri plana atılmamaya çalışan Sharon Stone'un hakkının yendiğini ve Hollywood'un kadın oyunculara bakış açısını da görüyoruz bir kez daha bu vesileyle. Mr.Scorsese tekrar tekrar dönüp izlenecek bir belgesel. Travis Bickle'ı örnek alan problemli erkekler, Goodfellas'taki gerçeklik bağı, Alice Doesn't Live Here Anymore ile 70'lerde anlattığı kadın direnişi hikayesi, The Age of Innocence'taki görkemli ve ikiyüzlü dünyadaki bir başka direniş, Raging Bull'daki aile içi şiddet...Yönetmenin aslında 2000'lere kadar yoluna hep taş konduğunu öğrenmek üzücü. Amerika'nın en önemli, başarılı ve iyi yönetmenlerinden biri bile istediği filmleri yapabilmek için parasal kaynak bulamıyorsa sistemin kendini yenilemesi şart. Sabaha kadar Scorsese sineması ve Hollywood stüdyo sistemi konuşulabilir. Şimdilik burada bırakıyorum. 

---Diziler---


The X-Files  Rewatch: 4.Sezon ve 5.Sezonun İlk Yarısı

The X-Files'ın en güzel sezonları olduğuna karar vereceğim gibi bu izleyişimde 4.ve 5.sezonların. Scully'nin ölümden döndüğü, kaçırılışıyla ilgili detayları öğrendiğimiz, dönüp dolaşıp geldiğimiz Scully'nin bebeğiyle ilgili bölümlerde canımızın sıkıldığı, Cancer Man'le ilgili gerçeklerin ortaya çıktığı, Amerika'nın McCarthy dönemine kadar uzandığımız, Mulder'ın tüm inançlarının sarsıldığı, kız kardeşini aramaya devam ettiği bölümlerden insanın gözlerini alabilmesi zor. Tamamı Cancer Man'le ilgili olan bölümde Mulder ve Scully'nin yokluğu hissedilmiyor. Sürekli yalanlarla, komplolarla ve manipülasyonlarla uğraşan ikilinin arada dizinin alamet-i farikalarıyla dalga geçtiği bölümler güldürüyor. Virüsler, seri katiller, çomar aileler de uzaylı ve hükümet komplolarının arasındaki diğer gerilimli bölümler olarak benzer konulu başka yapımlara ilham verdiğini hissettiriyor. Diziyi tekrar izlerken en çok unuttuğum bölümlerin komediye yelken açan bölümler olduğunu fark ettim. Kasım ayında 5.sezonu bitirip 6.sezonu da izlemeyi düşünüyorum. Sonrasını da zaten ilk defa izleyeceğim. Ortalarda bir yerde kopmuştum diziden. 


Gen V 2.Sezon

The Boys spin-off'unun ilk sezonu okulda geçen bölümleriyle ve yeni tanıdığımız karakterlerle güçlerini tanımakla geçiyor, The Boys'a bağlanan hikaye de heyecanlandırıyordu. 2.sezonda tek bir karakterin etrafında çok fazla durulmasından, son 2 bölümün tahmin edilebilir yanlarından ve Homelander'la mücadeleye bağlanan senaryodan ne kadar memnun kalmadığım tartışılır. The Boys'u 4.sezonun hayal kırıklığından sonra bırakmayı düşünüyordum zira. Dizinin aşırı gore sahnelerine de tahammül edebildiğimi söyleyemem ama imajlar ülkesinden, Nazi kılıklı Homelander ve ekürisinden, medya manipülasyonundan mutevellit dizinin hikayesini de sevmiyor değilim. Devam edip etmeyeceğime daha sonra karar vereceğim. 


Only Murders In The Building 5.Sezon

Sempatik üçlü 4.sezonda Hollywood'a kadar gitmişti. 5. sezonda köklerine dönmeleri sevindirici. Apartmanda geçen mikro ölçekli cinayetleri daha çok seviyorum. Yine de, 6.sezon için Londra'ya kapak atmaları heyecanlandırdı. 5.sezon mafya komedisi gibi başladı. 3 gizemli CEO, maktullerin eşleri, apartmanı tehdit eden casino projesiyle ilgiyi genelde ayakta tutacak ölçüde ilerledi. Oliver, Charles ve Mabel kendi romans maceralarına yönelmediği sürece keyifli gidiyor dizi. 5.sezonda konuk oyuncuların abartılmamasını da sevdim. Sezon finali makuldü. 

Kasım yazısında görüşmek üzere...

Cuma, Ekim 03, 2025

John Fowles - Günce 1.Cilt (1949-1965)


John Fowles'ın günlüklerinin ilk cildini Kindle'dan orijinal dilinde okudum. Zaman zaman elime aldığım, yaz boyu dönüp baktığım, yazarın 20'li ve 30'lu yaşlarına tanık olduğum, sevdiğim bir yazarla hem bağ kurup kendimden bir şeyler bulduğum, hem kendisini daha yakından tanıdığım, hem de birçok yazar ve sanatçı günlüğünde olduğu gibi kendimi röntgenci gibi hissettiğim bir okuma serüveniydi. Sadece günlük olarak değil, deneme ve düşünsel yazılar şeklinde de okunuyor. Fowles gibi keskin gözlemci bir yazarın günlükleri de sıradan olamazdı elbette. 

Fowles'ın Oxford'dan mezun olup yazar olma hayalleri kurduğu ve öğretmen olarak iş aradığı günlerle başlıyor 1940'lı yıllardaki günlükleri. Ailesinin gelenekçiliğinden ve konformizmden uzak, sosyalist, çevreci, varoluşçu ve entelektüel bir kişiliğinin olduğunu öğreniyoruz hemen. Emperyalizmden, monarşiden, kraliyet klişelerinden pek hazzetmezmiş. İleride Amerika'ya gittiğinde Amerika'ya dair izlenimleri de bu yönde ama oraya sonra geleceğiz. 

İlk gençliğinde Yunanistan'ın Spetsai Adasında kısa bir süreliğine öğretmenlik yapıyor. Günlüğünün bu bölümlerinde İngilizlerle Yunanlar arasındaki hayata bakış ve davranış farklarından bahsediyor. Kendini bir nebze özgür hissediyor burada, sık sık doğa yürüyüşlerine çıkıyor ama öğretmenlikten çok yazarlıkla hayatını geçirmek istediğinden ve toplumun dayattıklarına katlanamadığından hep huzursuz. Doğa betimlemeleri güncelerinde de çok yoğun, şiirsel ve izlenimci. Büyücü'nün atmosferinin nereden geldiğini anlamak zor değil. İlk dönem günlüklerinde sanki yazarlığını test etmeye çalıştığı izlenimini veriyor bu bol betimlemeli yazılarıyla. İnsanları tanımaya çalışırken de önyargılı olmakla açık fikirli olmak arasında gidip geliyor. Romanlarındaki psikolojik analizlere de hazırlık yapmış gibi. Bazen kinik, alaycı ve karamsar ilerliyor günlükleri. Parasız geçirdiği günlerin az olmayışının da bunda etkisinin olduğu kesin.

İngiltere'ye dönüşünden, İskandinavya ve Fransa gezisinden bahsederken yaşamına giren kadınlardan da bahsediyor Fowles. Genç Fowles'ta fanteziler ve tutku epey yoğunmuş. Psikolojik açıdan da az zorlanmamış gelgitli ilişkileriyle. Özel hayatı, aşk üçgenleri, kararsızlık yaşadığı romantik dönemleri bu bölümlerde beklemediğim kadar yer tutuyor. En çok da, daha sonra eşi olacak Elizabeth Whitton ile yasak aşkı öne çıkıyor. Çiftin ilk yılları ekonomik zorluklarla, toplumsal bocalamalarla, bohem donelerle ve bir hayat kurma çabalarıyla geçiyor. Elizabeth'i bazen aşırı duygusallıkla ve dengesizlikle suçluyor Fowles ama birbirlerinden de kopamıyorlar. Bir de Elizabeth'in bakış açısını görmek vardı tabii. Fowles bir yandan da Koleksiyoncu'yu yazmaya başlıyor. Arada Büyücü'den ve Aristo üzerinde çalıştığından dem vuruyor.  

Güncelerinde sadece kişisel gözlemlerinden ve deneyimlerinden değil, okuduğu yazarlardan, izlediği filmlerden, dinlediği müziklerden ve politik gelişmelerden de bahsediyor. Seçim sonuçlarına sinirlenmediği anlar pek yok (Haliyle tanıdık tepkiler.) Bazı yazarlara karşı bakış açısı günceleri okuyanlara yeni bakış açıları kazandıracak denli düşündürücü. Roman yazmasa gazete ve dergilere zehir zemberek eleştiriler yazabilirmiş. Bir yazar olarak kendisini İngiliz edebiyatına değil de, Fransız var oluşçulara yakın hissettiğini öğreniyoruz güncelerinden. Jane Austen'ı seviyor (Austen'ın karakter yaratımını küçümseyenlerden değilmiş), Brontelere pek bayıldığı söylenemez, Dickens'ı başarılı buluyor, Hardy hayranı, Lawrence'a önem veriyor, Shakespeare'e herkes gibi aşık, Forster'ı eleştirmekten geri durmuyor. Eski Yunan uygarlığına ve çeşitli filozoflara dair de engin bilgileri mevcut. Sinemasal olarak da arthouse'a yakın zevkleri var. Antonioni ve Yeni Dalga yönetmenlerinin adı geçiyor güncelerinde. Hollywood sisteminden ise nefret etmiş. Koleksiyoncu'nun sinema uyarlaması serüveninden sıtkı sıyrılarak çıkıyor.


Koleksiyoncu'nun yayınlanışına geliyoruz. İlk romanıyla çarpıcı bulunan, fakat romanının sıradan gerilimlerle karşılaştırılmasından rahatsız olmakta haklı olan Fowles'ın eşiyle maddi sıkıntıları nihayet azalarak bitiyor. Miranda ve Ferdinand'ın temsil ettiklerini önemsemeyen basın mensuplarına da, Hollywood kodamanlarına da laf anlatmaktan bıkıyor. Koleksiyoncu'nun sinema uyarlamasından itinayla uzak duruyorum şahsen. Fowles da pek gönüllü olmamış zaten uyarlama işine ama bir noktada kontrolden çıkmış proje. William Wyler ve yapımcılar romanın finalini değiştirmek istemişler. Amerika'da geçirdiği günlerde Hollywood'u da yakından tanıma fırsatı bulmuş yazar. Amerika izlenimleri ve entrika dolu stüdyo kulislerindeki günlerini yazmış. Sonunda tüm bunlardan kaçıp kendini İngiliz kırsalına atmış. Eşi Elizabeth'le nihayet kendilerine ait bir ev arayışının yorgunluklarıyla devam ediyor günlükleri daha sonra. Arka planda da, Büyücü'yü yazmaya devam ediyor. 


Aristos'u yazıyor ama pek beğenilmiyor. Oldukça sert eleştiriler alan bu kitabını henüz okumadım şahsen ama güncelerinden sonra merak etmedim desem yalan olur. Güncelerin ilk cildi Büyücü'nün tamamlanmasıyla sona eriyor. Herkesin beklentilerinden farklı bir yön çizmek istediğini açıkça dile getirmiş Fowles bir yazar olarak. Koleksiyoncu'dan sonra kolaya kaçabilirmiş fakat sembolizmle, felsefeyle, var oluşçulukla dopdolu başyapıtını yazmayı seçmiş. Büyücü'yü yazarken az ter dökmediğini görmek şaşırtıcı değil. Finali sonradan değiştirmiş. Bu romanında da, insanların karakterlerine olan bakış açısının sığlığından şikayet ediyor. Romanlarının finalleri için kılı kırk yardığını ve belirsizlikler üzerine düşündürmeyi sevdiğini okuyanlar bilir. 

Fowles'ın gençliğinin ilk yılları bir yazar olarak adını duyurma ve kendini kabul ettirme, ailesinin gelenekselliğinden farklı bir yön çizme ve geçim sıkıntılarıyla geçmiş. Başarıya ulaşınca da melankoliden kurtulabildiği söylenemez. Yanlış anlaşılmak ve yaşamına anlam verme çabasındaki mücadeleleri sonraki dönemlerinde de devam etmiş. Açıksözlü, derin düşünceyle geçen bir yaşama önem veren, Montaigne'e saygı duruşunda bulunan, duyarlı, tutkulu ve bazen de önyargılı ve elitistliğe meyleden biriymiş ve aslında kendi karakterini de romanlarına ve romanlarındaki karakterlerine yansıtmış diye düşündüm okurken. 

Yazarların yaratım süreçlerine tanık olmak ulvi bir tecrübe sayılabilirse de günlüklerini okumak aslında riskli. Özellikle sevilen bir yazar söz konusu ise pek sevmediğimiz yanlarıyla karşılaşıp hayal kırıklığına uğrama ve yazardan uzaklaşma tehlikesi de hep var. Fowles'ın günlüklerinde zaman zaman kibir ve elitizm de hissedilebilir fakat eleştirdiklerinin çoğuna katılmamak da mümkün olmuyor. Yaşamını dümdüz yaşamamaya ant içmişçesine kendini yazıya ve sanata vermesi boşuna değil. Kendisini anlayamayan ebeveynlere sahip olmanın sonuçları olsa gerek bu tavrı. Kendisini en çok yargılayan da aslında yine kendisiymiş. Kendini fazlasıyla ciddiye almakla kendini yermek arasındaki çelişkileri güncelerin birçok bölümünde var. 

Bir insan olarak, övülecek yanlarıyla ve zaaflarıyla John Fowles'ı daha yakından tanıyoruz güncelerinde. 1940'lar 50'ler ve 60'lardan bu yana bazı şeylerin toplumda ve dünya genelinde hiç değişmediğini de görüyoruz. Kapitalizmin dayattığı sığ hayat tarzının o yıllardan bu yana daha da yoğunlaştığını görmek üzücü. Günlüklerin otobiyografiye dönüştüğü örneklerden bile sayılabilir.
Güncelerin 2.cildine kendimi kaptırmadan biraz ara vereceğim. 2.cildi okuduğumda da yine blogda buluşacağız.