---KİTAPLAR--
Ian Grenberg -Detaylar: Çok büyük büyük laflar etmeden hayatımı sorgulamama neden oldu Detaylar. Burada bahsettim.
Anne Rabe - Mutluluk İhtimali: Doğu ve Batı Almanya'nın birleşme dönemine dair en iyi kitaplardan sayacağım artık Mutluluk İhtimali'ni. İşlevsiz aile romanı gibi de okunması daha çok sarsıyor. Yine bu ay ayrıntılarıyla yazmıştım buraya.
Rachel Cusk - Resmigeçit: Bu kitabın roman diye lanse edilmesi aldatıcı bir beklenti yaratıyor. Adı G harfiyle başlayan çeşitli kadın sanatçıların hikayeleri üzerinden mizansanler yaratmış yazar ve kadın sanatçıların sanattaki, toplumdaki, ailedeki yeri, mücadeleleri üzerine sorgulamaya davet etmiş okuru. Düşünsel olarak etkilendim. Kurgusal olarak ise beklediğimi bulamadım. Tüm bu mizansenlerin birbirine bağlanmasını bekledim. Felsefi bir metin gibi de okunuyor. Daha önce de Cusk'la yıldızım barışmamıştı. Resmigeçit'i bir nebze daha çok benimsedim ama tam bana hitap ettiğini söyleyemem kurmaca tercihlerinin.
Roy Jacobsen - Sınırlar: İyi başladı. 2.Dünya Savaşı döneminde bir sınır kasabasındaki bir avuç insanıın öyküleri evrensel hisler veriyor. Farklı karakterlerin öyküleri şeklinde, birbirine bağlı olarak ilerliyor. Markus'un savaş hikayesinde dağıldım. Fazla uzamış, gerçek savaş ayrıntılarına bu kadar gerek yoktu bence. Karakterin kendi ikilemleriyle devam etmesini tercih ederdim. Diğer Jacobsen romanlarının bir tık altında kaldı benim için Sınırlar.
Margaret Atwood - Yaşlı Bebekler: Öykülerde Margaret Atwood imzasının en yoğun olduğu örneklerden bu yazıda bahsetmiştim. En iyi kitaplarından olmasa da bağrıma basmama neden olacak yönleri az değil.
Sasa Stanisic - Dul Kadın Su Kabını Ağzı Ağzı Öne Gelecek Şekilde Mezarın Üstüne Bırakıyorsa, Bilin Ki İlgi İstiyordur: Kitabın adını yazarken bile yoruldum. Birbirine bağlı öyküleri severim. Baştaki bir öykü karakterinin ilerideki öykülerde tekrar karşımıza çıktığı örnekleri görmek keyifli oluyor ister yan karakter şeklinde, ister anlık, ister diğer öyküdeki ana karakterle yakın bir bağı olan kişi olarak. Bu kez her öyküyü beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Göçmen teması var fakat yazar bu temayı öne çıkarmaktan ziyade kurmaca türünde deneyler yapmayı tercih etmiş gibi. Bazı öykülerde fantastiğe ve bilim kurguya yelken açıyor. Bu da eğlenceli olabilir fakat en baştan beklentim bu olmayınca yabancılaştım. Dilek İmamoğlu adlı Almanya'daki temizlikçi kadın karakterin öyküsü çok iyiydi. Ta ki son sayfalarına kadar. Kitaba adını veren öykü en güzeli. Georg ve oğlunu da sevdim. Diğerlerinin sadece birbirleriyle bağlantılı olması bir şeyler ifade etti. Yazarın Asker Gramafonu Nasıl Tamir Eder adlı romanını daha çok sevmiştim.
Helene Hanff - 84 Charing Cross Road: 50-60 yıl öncesinin okur ve kitapçı mektuplaşmaları neden ilgimi çeksin diye sorma ihtiyacı duymadım bu kitabı elime alırken, zira yazın filmini seyredince iki kişinin nezaket, dürüstlük, istikrar ve düşüncelilikle dolu mektuplaşmaları, nadir kitapların peşine düşen kadınla tipik bir orta sınıf İngiliz muhafazakarı olan, işini titizlikle ve istikrarla yapan kitapçının yazışmalarını günümüz sosyal medya ruhsuzluğu çağında izlemek çok iyi gelmişti. Hanff'in kitabını okumak da iyi geldi haliyle. Kendisinin alaycı bakış açısı da keyifle okutuyor kitabı.
Ferdia Lennon - Muhteşem Zaferler: Kitaptan detaylı olarak burada bahsettim. Antik Çağda insanlık çok daha fazla şiddetle boğuşuyormuş ama bazı konularda da çok daha umutlu ve sebatkarmış diye düşünmek için birebir. Hikayelerin gücü önemlidir, akıl sağlığımızı hikayelere sığınarak koruyoruz. Hikayelerin karın doyurmayacağı gerçekler vardır. Muhteşem Zaferler tam da bunun romanı.
Ursula K. Le Guin - Lavinia: Antik Çağdan Le Guin imzalı bir retelling. Aeneas'ın eşi Lavinia'ya ses olmuş canım Ursulam. Vergilius'la karşılaşma anı, o mistik uyanış, kehaneti işleme biçimi tam bir Ursula K.Le Guin imzası. Özgün eserde adı minnacık geçen bir karakterden koca bir evren yaratması, erkeklerin savaşını bir kadınlık destanına çevirmesi, gerçeklerle kurmacayı iç içe geçirmesi de kendisi gibi bir ustaya yakışırdı. Okumaya bayılmadığım bir dönemde geçmesine rağmen severek okuduğum ikinci kitaptı bu ay.
Bu ay John Fowles'ın Güncelerinin 2.cildine de başladım fakat ara vererek okuduğum için bu yazı bittiğinde henüz kitabı bitirmemiştim. Aralık ayında okuyup bitirebilirsem günceler hakkında ayrıca bir yazı eklemeye çalışacağım.
---SİNEMA---
The Bird with the Crystal PlumageArgento'dan sürprizli bir seri katil giallosu. İtalya sokaklarının, mimarisinin, ışığın ve gölgenin etinden sütünden yararlanmış Argento. Korkutma enerjisi yoğun değil de gerilimi daha fazla. Bir kere film cinayet soruşturması şeklinde ilerliyor. Beklenmedik bir katille karşılaşmak, şaşırtmacalı anlar, kovalamaca sahneleri beğenimi kazandı. "Bir Suspiria değil ama" diye başlayan cümleler kurdurmaya meyletse de sevdiğim Argento filmleri arasında sayabilirim.
Filmin ilk yarısını gözümü devirerek izledim. İkinci yarıda Yaratık'ın bakış açısı devreye girince film biraz kurtuldu benim açımdan. Mary Shelley'nin klasiğini layığıyla yansıtıp yansıtamadığı tartışılır ama yaratığın bakış açısını vermekte daha başarılı olduğunu düşünüyorum filmin. Jacob Elordi'yi işlevsiz görürdüm. Kendisine olan fikrim değişti. Tüm duygusal ikilemleri yansıtabilmiş. Dr.Frankenstein olarak Oscar Isaac ise hiç olmamış maalesef. Fazla agresif bir portre çizmesinden hoşlanmadım. Kendi yarattığı varlık için kendini suçlayan bir karakterdir normalde fakat burada kendi yaratımına karşı abartılı bir öfkesi var. Mia Goth'un varlığıyla da bir parça aşk dozu katmaya çalışmışlar ama bundan fazlası olduğunu biliyoruz romanda. Bir erkek karakterin klişe bir kadın karakteri gibi görünüyor bu haliyle. Var oluş felsefesini, insanın yaratıcıyla ve bilimle ilişkisini daha derinlemesine işleyen bir film görmek için doğru örnek olmayabilir. En azından Shape of Water'dan daha iyi benim gözümde. Beğendim de diyemem, beğenmedim de genel olarak. Görme engelli çiftçiyle Yaratığın ilişkisi kurtardı filmi nispeten.
Borçları yüzünden evlerini kaybedip yollara düşen yaşı ilerlemiş İngiliz çiftin hikayesine kalbimi bıraktım. Kırsalda hayatta kalma yolculuğundan ziyade karı kocanın önceki ve bundan sonraki yaşamlarını sorgulamalarına odaklanmasını, en çok da varış noktasına değil de, yolculuğun kendisine vurguyu yapmasını sevdim. Gillian Anderson fevkalade oynuyor. Jason Isaacs de aşağı kalmıyor tabii. Yolculuklarının bazı anlarında yağmura, fırtınaya, açlığa nasıl dayanabildikleri kafamı kurcalasa da, aslolan zaten yaban hayatta kalma rehberi değildi. Gerçek bir hikayeye dayanan film 'uygarlığa karşı doğallık' klişesiyle de ilgilenmiyor. Sınıfsal gerçekleri de es geçmiyor öte yandan. Hüzünle karışık şifa gibi film.
Blow Out (Rewatch)
Yıllar sonra yeniden izledim De Palma klasiğini. Antonioni'nin klasiğinin görsel, işitsel, toplumsal açıdan düşündürdükleri bir yana, bu yeniden çevrimi daha çok sevdiğime karar verdim artık. Ergenlikte televizyonda izlemiştim ama sonunu hatırlamıyordum. Final bunca sene sonra daha fena çarptı. Sıradan bir gerilimden fazlası olduğunu bir de benim söylememe gerek yok zaten. Daha açılış sahnesindeki film içinde filmden seyirciyi düşünmeye, kendini sorgulamaya davet ediyor. Kusursuz çığlığın peşindeki obsesif ses teknisyeninin bir cinayete tanık olması, cinayetin arkasındaki kirli gerçekler, ilişkiler, siyasi katakullüler, en önemlisi de tüm dünyanın kadına ve kadın bedenine karşı olması. Peeping Tom'da daha kişisel bir obsesyon vardı. Burada toplumsal bir obsesyona varıyor konu. Sırf teknik açıdan bakınca da kusursuz. İyi ki yeniden izledim dediğim bir filmdi bu ay özetle.
Reflection In A Dead Diamond
If I Had Legs I'd Kick You
"Tüm dünya kadınlara ve annelere karşı" filmi. Anksiyete yakın planlarla daha da vurgulanıyor. Feminist Uncut Gems dedikleri kadar var, ki onu hiç sevmem. Rose Byrne'ın çok çok iyi performansının ve feminist duruşunun etkisiyle buradaki kurguyu sevdim. Bir kadının çaresizliğini, yalnızlığını, öfkesini ve bunalımını her sahnede hissettirmiyor, seyirciye de aynen yaşatıyor adeta. Sadece bir oyuncu performansı filmi değil. Bazı düşsel öğeleri daha iyi kullanabilseydi şahane olacaktı. Finalinden memnun olup olmadığıma emin değilim sadece. Conan O'Brien'ın rolünü önce garipsedim, sonra ilginç bir şekilde yakıştırdım.
--- DİZİLER---
The X-Files 6.Sezon ile 7.sezonun ilk yarısı
İlerledikçe kendini tekrar ediyor diye kalmış aklımda ama hiç de öyle değilmiş. Etkisinden bir şey yitirmemiş 6.sezonda da. Bugünlerde izledikçe kıymetini daha iyi anlıyorum. Uzaylı teması, hükümet şaibeleri, Scully'nin kaçırılması sonrası gizlenenlerle yüzleşmesi üstüne yeni öğeler konularak ve senaryo geliştirilerek ama sarkmadan ilerlemiş. Tam da The Sopranos ve Oz gibi dizilerin yeni çıktığı dönemde yayınlanmış 6.sezon. Deneysellikten kaçınmamışlar o yüzden. Sürprizli doğaüstü öğeler, trajikomik episodlar, Amerikan kırsalı klişeleri, banliyö gerilimi, yağmur krallar, bedeni yer değiştiren Mulder'ın yeni bedeniyle imtihanı, zaman yolculuğu, bilime meydan okuyanlar derken yine ellerini korkak alıştırmamışlar. Dizinin kendi efsanesiyle dalga geçmeye devam ettiğini görüyoruz bu sezonda da. FBI yeniden yapılanırken gizli dosyaların kapatılması ve Mulder ile Scully'nin uyduruk görevlere verilmesiyle başlıyor sezon. Güney Afrika kıyılarında bulunan inanılmaz bir keşifle bitiyor. 7.sezonun başlarında eski bir karakterin dönüşüyle ivme yükseltiliyor. Mulder ve Scully'e yeniden destek ve mücadele geliyor. Aralık ayı 7.sezonla devam edecek.
Pluribus İlk 5 Bölüm
Rhea Seehorn'un yapay zekadan bozma uzaylı virüslü insanlıkla savaşına hoş geldiniz, hoş geldik. Vince Gilligan insanların çoğunun tektipleştiği ve bunu da pek sorgulamadığı günümüz internet, daha doğrusu sosyal medya, algoritmalar ve etkileşimler çağına epey bilenmiş belli ki. Sonuçta da çeşitli bilim kurgu klasiklerini de andıran bu yapım çıkmış ortaya. Daha çok tek bir karaktere sırtını yaslayacak şekilde ilerliyor şu ana kadar dizi. Detayların önemini Breaking Bad ve Better Call Saul sevenler olarak biliyoruz ve ilerisi için heyecanlanıyoruz. Sezon bitince yine burada buluşacağız.
It: Welcome to Derry İlk 5 Bölüm