gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cuma, Temmuz 17, 2009

akyaka'da




Yaz aylarında blog yaz uykusuna yatmış gibi oluyor. Sıcakta bilgisayarın başına oturup bir şeyler yazmaya yeltenmek zor oluyor. Yazılacak şeyler birikiyor, çıkılan tatilden dönüşten 2 hafta sonra lütfedip bahsediliyor blogda. Yaz ayları yılın paranteze alınmış zamanları gibi ya da tırnak içindeki özel anlar olarak anılabilir. Denizlere açılmak, hiçbir şey düşünmeden sulara bakıp durmak yetiyor da artıyor bile. Manzaralı otelde kalacağım diye sürekli yokuş çıkıp durmak pek dinlendirici olmasa da ve manzaralı bir odada kalamasam bile arınmadığımı söylesem haksızlık olur.

Cuma, Eylül 19, 2008

akyaka

Bu yaz gezi açısından öyle uzak diyarlara gidemedim maalesef. Dalyan, Bodrum, Akyaka gibi daha yakın muhitlerde kısa süreliğine dolanıp, bol bol Fethiye - Göcek çevresinde tekneye binip, kulağımda müzikle denizi ve yolları izledim ve hiç bıkmadım. Mümkün mü ki...
Bodrum'a gittim hayatımda ilk defa. Fotoğrafını eklemeye değecek bir yer olduğunu söyleyemem. Güllük'te kaldık. Pek öyle nemli bir yer değildi, nefes alınabiliyordu. Olumsuz tarafı sivrisineklerdi. Dönüşte Akyaka'ya uğradık ve iyi ki de uğramışız.



Akyaka'nın akvaryum koyları harika. Film çekilebilir buralarda. 35 dakika sürüyor tekne turu ve bu süre içinde ayna gibi sularla başbaşa kalıyorsunuz. Dalış yapmaya cesareti olmayanlar için üstten suyun altına bakmak ayrı bir güzellik.


Sanırım en sevdiğim yazlık yerlerin başında geliyor Gökova - Akyaka. "Ben tatil yeriyim" diye bas bas bağırmayan, kendi halinde bir ortam. İnsanı rahat bırakıyor tüm o robot gibi güruhun içinde.

Aklım Sedir Adası'nda kaldı. Bir dahaki sefere...


Salı, Ağustos 14, 2007

kuzey ege 2


Kuzey Ege'de en çok sevdiğim ve en mutlu olduğum yer Foça oldu.
Hem bozulmamış, hem sakin, hem kendine özgü.
Daha çok Eski Foça'da kaldım.
En kötü yanı biraz çorak olması.
"Ege'nin hiç kötü eski evleri yok mu acaba" dedirtti eski evleri.
Yine yolumun düşmesini isterim bir gün.

Assos Behramkale'de tepeye çıkılan dar bir yol vardı.
Ama öyle Sümela Manastırı gibi işkenceli bir yokuş değildi.
Yol boyunca şirin nineler hediyelik eşya satıyorlardı. Bir şey satın almazsanız fotoğraflarını çekmenize izin vermiyorlardı.

Tepeye çıkılınca şahane bir manzara ve Athena Tapınağı ile karşılaştık.
Eski çağlarda hep tepelere yerleşmiş insanlar. İşlerini iyi biliyorlarmış.

Hemen Çanakkale'ye doğru yola çıkmamız gerektiği için Assos'un merkezinde fazla kalamadık.

Çanakkale'ye, özellikle de Gelibolu Yarımadası'na vardığımızda ise bir burukluk hissinin benliğimi esir alması, toplu mezarların varlığının hatırlatılmasıyla simgesel mezarları görmem arasındaki zamana denk geldi. Bunun yanında, mezar fotoğrafı çekme modasına uymadığım için üzgün olmadığımı belirteyim.

Bunların dışında gördüğüm Ayvalık ise beni ciddi şekilde hayal kırıklığına uğrattı. Daha doğal ve yeşilimsi bir yer canlandırıyordum zihnimde. Ama ne yeşil görebildim ne doğallık. Bol bol apartman ve buz gibi su.
Altınoluk'a gitmek istiyorum ileriki zamanlarda. Hakkını vererek kalmak isterim orada.

Cuma, Ağustos 10, 2007

Kuzey Ege gezisi 1


İlk defa uçağa bindiğimde uçak kalkarken ürkedurmak, ne yalan söyleyim, eğlenceli bir şeydi.

Cunda adasının arka sokaklarındaki eski evler pastele boyanmış gibi duruyordu.
Takılara ve lokmalı dondurmasına saldırırken adanın şirinliği ve bozulmamışlığı hoşumuza gitti.
Yine de aşırı kalabalık olmasını gerektirecek bir özelliğini göremediğimi belirtmek isterim.

Bozcaada'nın kalesiyle ve rüzgarıyla ünlü olduğunu bilmiyordum.
Genelde Gökçeada'yla birlikte anılan Bozcaada'dan bahsederken Gökçeada'dan bahsetmeyince, Bozcaada resimdeki rüzgar gülleri gibi boynu bükük kalacakmış gibi geliyor. (Blog yazarının son zamanlarda bu "boynu bükük" sözcüğünü sık kullanmaya başlaması hayra alamet değil. Ayrıca 'yapışık ikiz değil bu adalar' diye kendi kendimin ağzımın payını vererek kaldığım yerden devam ediyorum.)
Rüzgar güllerini görmek ve yakınlarına kadar gitmek şahaneydi. "Boynu bükük" dememin sebebi ise, rüzgar enerjisinden yararlanmayarak, daha doğrusu yararlandırtmayarak, dünyanın enerjisini yitiriyor oluşumuz. Enerji değil kar elde etmek hedeflendiği sürece hiçbir şeyin değişeceğine inanmıyorum.
Bozcaada'nın kalesi ise gördüğüm en güzel kaleydi. Turların kale gösterme merakına bir türlü anlam veremesem de ve geçen yılki Karadeniz turunda taş görmekten bıksam da, Bozcaada'nın kalesinde dolaşırken sıkılmadım.


Kaz Dağı
gezisi zorlu geçti benim için.
İlk kez jeepe binmek güzeldi ama bir gün öncesinin akşamında hastalandım ve işkence gibi geçti gün biraz. Peynir ekmekle arkadaşlık ederken devasa yaban arılarıyla yaban sineklerinden kaçınmaya çalıştım. Bir yandan da jeepte oradan oraya savruluyordum midemle birlikte.
Kaz Dağından bahsetmem gerekirse, kaynak sularının görülmeye değer olduğunu, yine de Karadeniz yaylalarına birkaç kez daha gitmeyi tercih edeceğimi eklemeden edemeyeceğim.

Foça, Assos ve Çanakkale'yi de sonra yazarım.

Perşembe, Mayıs 03, 2007

gökova


Bir kent düşünün; bütün evlere şehri güzelleştirmek amacıyla belli bir stile uyma zorunluluğunun getirildiği.
Ahşap ve kepenkli camlar, kapılar, tavanlar...
Safranbolu'nun ve Amasya'nın evlerini andırıyor ama buradaki evlerde yaşam belirtisi var.
Gökova'yı görene kadar belli bir tarzı olan evlerin yalnızca turistik amaçlı restore edilip müzelik olarak şehirlerin belli köşelerinde kaldığını sanırdım.
Eskişehir'deki Odunpazarı gibi.
Tarihsel yapılar muhakkak restore edilmelidir ama neden hep "tarihi gösterme" amacıyla yapılsın ki... Neden hep betonarme, tektip evlerle dolduruyoruz her yeri? Dünyayı sıkıcılaştırmakta üstümüze yok.

Bir de Dido'nun Thank you şarkısının klibi geldi aklıma.
Koskoca çelik gökdelenlerin arasında sıkışıp kalan minik, kendine özgü evin katledilişi.

Diyeceğim odur ki, Gökova'nın sadece doğası değil, kentleşmesi de hayranlık uyandırıcı.

Perşembe, Ağustos 24, 2006

tatil 5


Tatilin 6. gününün büyük bir kısmı Amasya'da geçti. Jet hızıyla Samsun'dan geçip Amasya'ya vardık.

Yeşilırmak nehrinin kenarlarında, dağların arasında kurulmuş, şirin ve güzel bir yer Amasya. Bu kadar beğeneceğimi beklemiyordum bile. Şehrin en önemli avantajlarından birisi eski yapıların korunmuş olması. İnsanların bilinçli olduğunu gösteriyor bu durum. Ayrıca şehir gece daha da hareketliydi. Nehir kıyısındaki ışıklar ve yansımaları çok hoşuma gitti. İçinden nehir geçen şehirlere ayrı bir sevgim vardır zaten.

Şehirde bazı eski yapıları, müzeyi ve mumyalar müzesini gezdik. Daha doğrusu ben mumyalar müzesini gezemedim çünkü ölülerin sergilenmesi gibi bir durum söz konusuydu ve bu hiç hoşuma gitmedi. Mumyalanma olayı günümüz insanına orijinal gelse bile bu şekilde sergilenmesi hoş değildi. Hele ki bir bebek mumyasının teşhir edilmesi içimi acıttı.

Müzede ilgimi çeken şeylerden biri, M. Ö. yaşayan bir devletin insanlarına ait kalıntılardaki takıların günümüzde kullandığımız takılara aşırı derecede benzemesiydi. Tarzlar bu kadar mı değişmez yani pes dedirtti. Üzerinde M.Ö.Frigler ya da Lidyalılar gibi birşey yazmasa, o zamanlardan kaldığını pek anlayamazdım. Maalesef içeride fotoğraf çekmek yasak olduğu için müzeyi çekemedim pek.

Son güne geldiğimizde yorgunluktan pestilimiz çıkmıştı. Sürekli otobüste yol almak, çok az ara vermek, yine de değişik ve güzel şeyler görmek güzeldi. Son gün Hititlerin başkenti Hattuşaşı görmeye gittik. Çorum yakınlarındaki kalıntılar pek ilgimi çekmedi. İnsan Hititlerle ilgili bir belgesel izlese daha yararlı olur kanısındayım. Ancak kalıntılardan bir tanesi enteresandı. Dracık ve gitgide piramit gibi daralan bir yolla tapınağa gidiliyordu. Bazı resimler hala bozulmadan kalmıştı. Ama onun dışında taşlardan başka birşey görünmüyor.

Bütün bu tatil yazılarını üşenmeden okuyan, yorum yazan herkese teşekkürler.

Salı, Ağustos 22, 2006

tatil 4

Efendim tatilin 6. günü Trabzon'un ismiyle bile ünlü Of ilçesinden geçip Sürmene'ye varıp, oradan da meşhur Sümela Manastırını görmek için yola çıktık.
Vardık Sümela'ya. Manastıra çıkan yolun ya dağa trekking şeklinde tırmanarak ya da dolmuşla gidildiğini söylediler.
Ve hangi akla hizmetse "biz yürürüz, çok oturduk otobüste" deyiverdik.
1500 metreyi nasıl tırmandın derseniz, evet tırmandım.
Ama dolmuşa binmediğime çok pişman oldum.
Hem karnım ağrıyordu, hem uykum yetersiz halde nefes nefese kaldım-ki normalde de çabuk yoruluyorum.
Tırmanırken bazılarının aptalca esprilerine de göğüs germek zorunda kaldım. Çabuk yorulmak sadece yaşlılara mı özgü, bunu bir araştırsınlar tıp kitaplarından diyorum.
Neyse en sonunda çıktık tepeye ve onca tırmanmaya karşın koca bir hayal kırıklığıyla karşılaştım.
Bi kere resimdeki görüntüye sadece tırmanırken tanık olabiliyorsunuz. Ama manastırın yanına gidince görkempek birşey yok taş yığınlarından başka. O ünlü Sümela Manastırı resimleri de büyük ihtimalle helikopterden çekilmiş olsa gerek.
Manastırın iç pencereleri küçücük ve aşırı yüksek biçimde yapılmış. Duvarlarda Hıristiyanlık ikonları görünüyor. Bol bol da merdiven var. Bir de bazı kısımlarında tadilat vardı. Ama ben yine de daha güzel ve daha görkemli bir yapı göreceğimi sanıyordum. Değmedi maalesef yorgunluğa. Üstelik aynı yoldan geri indik iniş kolay olur diye ama nerdee.

O günkü ikinci durak Gümüşhane yakınlarındaki Karaca Mağarasıydı. Daha önce bu mağaranın ismini duymamıştım ve sabahki hayalkırıklığından sonra, "mağarayı napıcam ki" modundaydım. Ama mağaranın içine girince bambaşka bir dünyayla karşılaştım. Rehber mağaranın hala oluşum sürecinde olduğunu ve mağaranın en son halini şu anki insanların göremeyeceğini söyleyince şaşkınlığım arttı. Maalesef mağaranın içinde fotoğraf çekmek yasaktı. Ancak şu kadarını söyleyim, Damlataş Mağarasından daha büyüktü ve mutlaka görülmesi gereken bir yer. Normalde yüzde 21 olan oksijen oranının içeride yüzde 25 olmasının ilk başta harika olduğunu, ama mağaranın içinde sürekli 2 saat kalındığında kötü sonuçlara neden olabileceğini de öğrendik. Bu arada mağara 1991 yılında tesadüfen keşfedilmiş. İyi ki de keşfedilmiş.
Resim koyamıyorum en azından link veriyim:
http://www.karacamagarasi.com/
Ancak resimlere bakmanın yetmeyeceğini, o atmosferi yaşamanız gerektiğini de belirteyim.

7. ve 8. günleri de en son tatil yazısına eklenecek...

Cumartesi, Ağustos 19, 2006

tatil 3

Tatil yazısına 5. günü anlatarak devam ediyorum.

Yandaki resim Ayder Yaylasından.
Öyle bir nem vardı ki yaylada, havadan nem yağıyor ve tıpkı yağmur damlaları gibi görebiliyorsunuz nemi. Hatta ilk başta yağmur yağıyor sanmıştım.
Dağlara da bu kadar yaklaşabileceğimi sanmamıştım hiç hayatımda. Puslar içindeki çamların bölgeye kattığı esrarengiz havayı fark etmemek imkansızdı. Her ne kadar inanılmaz manzaralarla karşılaşsam da, dağlara bu kadar yakın olmak boğucu geldi bana.

Tatilin 5. günü Rize'deki çay fabrikasına ve dokuma tezgahlarına gittik. Fabrikayı gezdirmelerindeki amaç sanki daha çok reklam amaçlıymış gibi geldi bana. Ama böyle bir gezide bu tür şeyler kaçınılmaz olsa gerek...

Dolmuşlarla ve virajlı yollarla gidilen Uzungöl, gittiğim yerler arasındaki favorilerimdendi.Yine dağlık bir yer olmasının yanında gölün varlığıyla huzur verici bir etkisi vardı. Kartpostal gibi bir yer diye buna derim...


Uzungöl'den ayrıldıktan sonra tamamen dağın tepesine çıktık dolmuşlarla.
Dolmuş hop oturup hop kalkarken ve uçurumların eşiğinden geçerken endişelenmemek elde değildi. Şoförümüz de sağolsun laz aksanıyla dalgacı ve neşeli bir kişilikti ama tehlikeli virajlara bana mısın demeden hızlı kullanarak bizi korkuttu yine de. Acaba bunca sıkıntıyı çektiğimize değecek mi derken resimdeki gibi bulutların dibine kadar geldik. O yolu yaşayan bilir ancak. Resimdeki yaylanın adı sanırsam Şekersu Yaylası idi. Bu sefer gerçekten hava serinlemişti bulutlara yaklaşınca. Ama bulutlara daha sonra da yaklaşacaktık... Photobucket - Video and Image Hosting Yayla halkının dili Rumcaydı. Hemen hemen hiçbir evin tepesinde tv anteni görünmüyordu. Sadece elektrik kabloları belirgindi. Hayvancılıktan başka bir geçim kaynağı da yok gibiydi. Böyle hayatlar da varmış deyip Bayburt'da doğru yola çıktık.

Photobucket - Video and Image HostingBayburt şehir olarak hoşuma gitmedi. Dilenciler de çoktu. Şehirdeki kadınların Afgan kadınlarını anımsatan örtüleri vardı. Resimdeki Bayburt Kalesi ise hem ton olarak hem de görüntü olarak değişik bir kaleydi ve yine manzaralıydı. Bayburt'ta bir kale olduğunu bile bilmiyordum.

Photobucket - Video and Image HostingGelelim asıl nefes kesici kısma. Sultanmurat Yaylasına da yine virajlı ve toprak yollardan çıktık. Ama diğer yayla kadar zor bir yol değildi. Yolun yarısında ise, sadece uçakta yaşanabilecek bir manzarayla karşılaştım ve hayatım boyunca unutamam bu anları. Bulutlara yukarıdan bakabilmek yalnızca uçakla mümkün olabilirdi. Bizse ufacık bir dolmuşun içinde bulutların arasından süzülmüştük. Photobucket - Video and Image Hosting

Sırf bu manzara için bile bu yorucu yolculuk değmişti...


yine devam edecek...

Cuma, Ağustos 18, 2006

tatil 2

Tatil yazısına devam...
Yolculuğun ikinci gecesi Fatsa'da kaldık. Ünye ile Fatsa'nın güzel olduğunu duymuştum zaten. İkisi de gerçekten inci gibi çok hoş ilçeler. Birçok ilden daha çok gelişmişler ayrıca.
Fatsa'dan üçüncü gün ayrılıp Ordu'ya ve fotoğraftaki Giresun'a gittik. Ordu'da tepelere çıkarken Karadeniz evlerinin dağınıklığını görmüş olduk. Eskiden deniz kenarlarının sivrisinek kaynadığını, bu yüzden de deniz kenarındaki evlerin Ordu'da çok ucuza satıldığını, çoğu insanın daha gerilere ve dağlara ev yapmayı tercih ettiğini öğrendik. Karadenizle ilgili dikkatimi çeken şey, evlerin dağınıklığının şehirdeki yapılara da yansıdığı oldu. Ancak bu durum Ordu ve Giresun için söylenemez. Son derece düzenli, temiz ve modern şehirler. Beklediğimden daha iyi çıktıklarını bile söyleyebilirim. Ancak bilinen Karadeniz evlerini ancak yaylalarda ve şehirlere uzak bölgelerde görebileceğinizi de belirteyim.
Giresun kalesinde biraz vakit geçirip ayrılmak zorunda kaldık. Aslında oralarda daha çok vakit geçirebilmek isterdim. Şehirlerin içinden öylesine geçip gittik. Ama başka türlü de bu kadar çok yer görme imkanı olmayabilirdi kısa zamanda.
Trabzon'a geçtiğimizde hayal kırıklığına uğradım. Daha gelişmiş ve güzel bir şehir olduğunu sanıyordum. Ama şehirleşmeden anlaşılan her yeri apartmanlarla doldurmakmış gördüğüm kadarıyla. Ki apartmanların çoğu sıvanmamış halde duruyordu. Trabzon'da bizi gezdirdikleri yerler Ayasofya Kilisesiyle Atatürk Köşkü'ydü.
Photobucket - Video and Image Hosting Ayasofya Kilisesi o kadar heyecanlandırmadı beni. Zaten aklım Atatürk Köşkündeydi. Asıl merak ettiğim orasıydı.
Photobucket - Video and Image Hosting İçerideki eşyalar Ata'nın kendi eşyalarıydı. İçeride fotoğraf çekmek yasaktı maalesef. Yasak olmasaydı Ata'nın kendi eliyle kullandığı daktiloyla mutfaktaki seramik şömineyi burada gösterebilmeyi isterdim. En çok ikisi dikkatimi çekti.
Trabzon'dan sonra alelacele Rize'den geçtik. Rize Trabzon kadar kötü gelmedi ama çok iyi bulup beğendiğimi de söyleyemiyeceğim. Bir günde iki ilçe ve 4 şehir görmek az buz birşey değildi. Bunların üstüne Fırtına Vadisinden geçip Ayder Yaylasının zorlu yolundan geçerek otele varmaya çalışmak hem sinirlerimizi yıprattı hem felaket yordu. Sonuç olarak da Ayder yaylasındaki otelde gece midem iflas etti. Ertesi günkü Artvin gezisine gidemedim. Akşam turdakiler döndüğünde iyi ki gelmemişsin dediler. Sınır kapısına kadar gitmişler o gün ama pek memnun kalmamışlar geziden. Geldiklerinde annemle kardeşimin halini de görünce gitmediğime bir daha şükrettim.
Neyse devam edecek yine...
Az kaldı biraz daha sabredin :p

Perşembe, Ağustos 17, 2006

tatil 1

7-8 günlük bir Karadeniz turuna çıktım ve sonunda evime döndüm.
Benim için hem çok farklı, hem güzel, hem de aşırı derecede yorucu bir yolculuktu.
Zamanın büyük bir kısmı yolda geçiyordu ve hergün 6-6 buçuk gibi kalkmak zorundaydık.
Yediğim yemekler de benim gibi mide hastası birisi için uygun değildi.
Ama bunların dışında güzel vakit geçirdim ve fotoğraf makinem en iyi arkadaşımdı.
Azar azar anlatayım.

1.gün

İlk gün Safranbolu'da geçirdik vaktin çoğunu. hava felaket sıcaktı. Dokusu bozulmamış bir yer görmek güzeldi. Müze haline getirilmiş evlerin içine girince içerisinin ne kadar serin olduğunu gördük ve şaşırdık. Eskiden daha mantıklı ve kullanışlı evler yapılıyormuş gerçekten de. Şimdiyse beton yığınlarıyla dolu her yer -ki deprem açısından son derece sakıncalı- ve görüntü kirliliğinden başka birşey değil.
Evlerin içindeki yaşam ise haremlik selamlık şeklinde ayrılmıştı ve konak şeklindeydi. İnsan ilişkilerinde çok şükür o kadar da derin uçurumlar yok günümüzde.
Bunların dışında Safranbolu'daki daracık ve şirin sokaklar da güzeldi.






İlk gün Ilgaz Yaylalarındaki kaldığımız otelin bungalovlarının Safranbolu evleri şeklinde olması harikaydı. Rengarenk boyanmıştı evler resimdeki gibi ve çok hoş bir yerdi.

2.gün

Ertesi gün maalesef erkenden kalktık ve ilk olarak Kastamonu'ya gittik. Kastamonu beklediğim kadar güzel çıkmadı. Daha şirin ve bakımlı bir yer bekliyordum. Eskiden Kastamonu da Safranbolu gibiymiş ve evlerin çoğu o şekildeymiş. Ama şu an o evlerden eser kalmamış şehirde.

Kastamonu'da fazla oyalanmadan Sinop'a geçtik. En uçta olduğu için merak ettiğim yerlerden biriydi. İlk önce fiyorda gittik. Türkiye'nin tek fiyordunun kıyılarının daha temiz olmasını beklerdim ama fiyorda giden yol çöplerle doluydu. Şehir ise beklediğimden daha sakindi. Çok enteresandı. Şöyle düşünün; ortada kara parçası, apartmanlar falan, kara parçasının iki tarafında da deniz var ve bu şekilde deniz kenarına kadar devam ediyor. Ancak Sinop'ta çok az mola verebildik ve pek boş vakit vermediler. Öğle yemeğinde balık yeme zorunluluğu getirilmesi ve üstelik fiyatların da pahalı olması gezinin eksilerindendi. Yemek yer yemez Sinop Cezaevini görmek için deniz kenarından ayrıldık ama aklım oradaki deniz kenarında kaldı. Oralarda daha fazla yürüyebilmek isterdim.

Photobucket - Video and Image Hosting Sinop Cezaevi ürkütücü bir yerdi. Müze haline getirilmiş binaları pek fazla gezemedim çünkü içerisi insanın kanını donduruyor. Hele zindanlardan bahsetmek bile istemem. Hele kadın cezaevi bölümünü görünce insanlıktan nasibimizi almadığımızı bir daha gördüm. Zindanlardan pek bi farkı yoktu kadınlar bölümünün. Çok üzücü birşey bu. Bahçe duvarları da insanın üstüne üstüne geliyordu ve bazı yerlerde yollar çok dar yapılmıştı. Yine de insanların içeri girerken "Allah kurtarsın" esprisi yapmasını engelleyemedi bu durum.

Şimdilik bu kadar gezi anısı yeter.

Devam edecek...