Bulunduğumuz dünya düzeninde saf ve temiz kalmanın ne kadar zor olduğunun metaforunun fazlasıyla özgün bir şekilde yapıldığı "Dorian Gray’in Portresi Bulunduğumuz dünya düzeninde saf ve temiz kalmanın ne kadar zor olduğunun metaforunun fazlasıyla özgün bir şekilde yapıldığı "Dorian Gray’in Portresi / The Picture of Dorian Gray", felsefi alt temasıyla okuyucuyu düşündüren gerçek bir başyapıt değerinde. Cinsel yönelimi sebebiyle karakterler arasındaki zamanında homoerotizm olarak tasvir edilen çekimi platonik bir açıdan ele almasına rağmen okuyucuya kendini kabul ettiren Wilde’ın herkesin hayran kaldığı güzelliğe sahip olan Dorian Gray karakteriyle kötülüğün sanatsal malzeme olarak kullanılabileceğinin alegorisine tanıklık ediyoruz.
Zaman zaman "Dr. Jekyll ve Mr. Hyde" hikayesini andıran eserde toplum tarafından güzelliği ve zenginliğiyle kabul gören Gray’in yozlaşmasıyla tablosunun değişime uğraması kitabın en vurucu metaforu. Wilde’ın entelektüel bakış açısıyla Gray’in aksiyonlarını Shakespeare oyunlarıyla benzeştirdiğini kitapta ağırlıklı olarak "The Tempest / Fırtına", "Romeo ve Juliet" ve "Hamlet" oyunlarının etkisini hissediyorsunuz. Sanatı her şeyden üstün tutan Gray’in deliler gibi aşık olduğu aktris Sibyl’ın Dorian’a aşık olmasıyla Wilde, ilginç bir ikilemi de okuyucuya sunuyor. Hayatın anlamının sevgi mi yoksa sanatsal güzellik mi olduğunun tartışmasına giren Gray’in Sibyl’ın kötü oyunculuğuyla onu anında silmesini kitabın kırılma noktası olarak kabul edebiliriz. Bize sunulan sınırların bir kere geçildiğinde artık geri dönüşünün olmadığı vurgulanan bu dönüm noktası itibariyle Gray’in Lord Henry’nin etkisiyle 18 yıl boyunca her türlü ahlaksızlığı denemesi bir oluyor. Yaptıklarına rağmen güzelliği sebebiyle kimsenin şüphelenmediği Gray’in ressam Basil’e yaptıklarıyla kötülüğün sınırının olmadığının altı çiziliyor.
Toplum tarafından farklılaştırmanın birey üzerindeki etkisine felsefi bir şekilde değinen “Dorian Gray’in Portresi”, Oscar Wilde’ın yazar olarak ne kadar yetenekli olduğunu gösteren bir eser olmakla beraber edebiyat tarihinin de defalarca okunması gereken eserlerinden biri olduğuna kuşku yok. Okudukça altını çizdiğiniz eserin finali ise tek kelimeyle mükemmel.
Aynı "Vahşeti Çağrısı"nda olduğu gibi hayatın zorluklarını ve hayatta kalmanın ne demek olduğunu bir kurdun gözünden anlatan Jack London "White Fang /Aynı "Vahşeti Çağrısı"nda olduğu gibi hayatın zorluklarını ve hayatta kalmanın ne demek olduğunu bir kurdun gözünden anlatan Jack London "White Fang / Beyaz Diş"le hikaye anlatımını ustalık statüsüne çıkararak okuyucuya benzersiz bir sevgi serüvenine ortak ediyor. Okurken her türlü duyguyu yaşadığınız kitapta London, olayları sırasıyla bir grup insanın ardından güçlü bir dişi kurdun ve son olarak Beyaz Diş’in gözünden anlatarak zamanının yenilikçi anlatımlarına ayak uyduruyor. London’ın aynı "Vahşetin Çağrısı"nda olduğu gibi empati yeteneğine hayran kalmamak elde değil. Olayları anlatış biçimi olabildiğince sadece ama etkileyici olması da okuyucu üzerinde farklı bir büyü etkisi yapıyor. Kesinlikle okunması gereken modern klasikler arasında.
İnsan olmanın ne demek olduğunun alegorisini yaratılış üzerinden ele alan "Frankenstein Ya Da Modern Prometheus / Frankenstein; or, The Modern Promethİnsan olmanın ne demek olduğunun alegorisini yaratılış üzerinden ele alan "Frankenstein Ya Da Modern Prometheus / Frankenstein; or, The Modern Prometheus"u yıllar önce okumama rağmen tekrar aynı keyifle ve heyecanla okuduğumu belirtmeliyim. Mary Shelley’nin sadece edebiyat tarihine değil tüm sanat tarihine ilham kaynağı olan eseri okurken Shelley’nin zekasına tekrardan hayran kaldım. İyi ile kötü kavramlarını ele almasının yanında insan eylemlerinin sonuçlarını sorgulatan hikayede yaratığa bir yandan acırken diğer yandan öfke besliyorsunuz. Aslında bir nevi insanların saf duyguların hakim olduğu çocukluklarından başlayarak toplum ve çevre tarafından nasıl yozlaştırıldıklarının metaforunu okuyucuya sunuyor Shelley. İnsanı yarattıktan sonra insanların mükemmel olmasını sağlayan ateşi insanlara veren Prometheus gibi Dr. Frankenstein’ın trajik hikayesi ister istemez akla Sophocles’in tragedyalarını getiriyor. Bu arada kitaptaki Plutharkos, "Kayıp Cennet" ve "Genç Werther'in Acıları" referansları gerçekten harika. Yıllar geçse de eskimeyen gerçek bir başyapıt niteliğinde.
Dante'nin Homeros, Ovidius ve Vergilius gibi yazarların mirasını kusursuz bir şekilde devam ettirdiği "Divine Comedy / İlahi Komedya", yazarın şair olDante'nin Homeros, Ovidius ve Vergilius gibi yazarların mirasını kusursuz bir şekilde devam ettirdiği "Divine Comedy / İlahi Komedya", yazarın şair olarak tam anlamıyla şov yaptığı bir başyapıt niteliğinde. Zaten yazara yolculuğunda Vergilius'un eşlik etmesi başlı başına referans. Eserin ilk bölümü "Inferno / Cehennem" ile kusursuz bir politik alegoriya imza atan Dante, okuyucuyu sadece Cehennem'in dokuz katına yaptığı yolculuğa ortak etmekle kalmıyor aynı zamanda Platon'dan Brutus'a kadar birçok ünlü kişiyi de bu yolculuğa ortak ederek eğlenceli bir destan okuyucuya sunuyor. Dante'nin özellikle Cehennem'in son katmanlarında İslam peygamberiyle karşılaştığı bölümün fazlasıyla dikkat çekici olduğunu belirtmeliyim. Okudukça hayran kaldığınız eserin eleştiri odağındaki yer ise Dante'nin memleketi Floransa. Bu yüzden, İtalyan tarihini ilgilendiren bazı yerlerde dikkatiniz ister istemeden dağılabiliyor. Buna rağmen, anlatmak istediğini eksiksiz biçimde okuyucuya anlatan kitap, bir sonraki bölüm olan "Araf" için sabırsızlanmanıza neden oluyor.
Edebiyat ve sinema dallarındaki çoklu kişilik bozukluğuna sahip olan (Hulk, Gollum, Two-face gibi) karakterlere yön veren “Dr. Jekyll and Mr. Hyde / DEdebiyat ve sinema dallarındaki çoklu kişilik bozukluğuna sahip olan (Hulk, Gollum, Two-face gibi) karakterlere yön veren “Dr. Jekyll and Mr. Hyde / Dr. Jekyll ile Bay Hyde”, insan psikolojisini ve doğasını mercek altına yatıran, iyi ile kötünün savaşını metaforik bir şekilde okuyucuya sunan gerçek bir başyapıt niteliğinde. Robert Louis Stevenson’ın 1886’da yayınladığı romanın dili akıcı olmakla beraber kısa olması da eserin kolaylıkla okunmasını sağlıyor. Kitabın tek dezavantajı hikayesinin fazlasıyla bilinir olması; bu yüzden kitabın okuyucuda herhangi bir sürpriz etkisi yarattığını söylemek zor; fakat Stevenson karakterin arzularını ve kendi içindeki çatışmasını o kadar güzel bir şekilde kaleme almış ki sonlara doğru kitaba hayran kalıyorsunuz. Herkesin kesinlikle okuması gereken eserler arasında.
Cicero, adil olmayan bir dünyada adaleti aramanın yanlış olduğunu, hayatta kalabilmek için insanoğlunun kendi adaletini yaratması gerektiğini söyler. Cicero, adil olmayan bir dünyada adaleti aramanın yanlış olduğunu, hayatta kalabilmek için insanoğlunun kendi adaletini yaratması gerektiğini söyler. Ekmek çaldığı için 19 yıl kürek mahkumiyetine çarptırılmış Jean Valjean’la Victor Hugo, adil olmayan bu dünyada kendi çaplarında adaleti arayan sefilleri yani biz insanları destansı bir biçimde okuyucuya sunuyor. Edebiyat tarihinin en değerli yapıtlarından biri olan "Les Miserables / Sefiller", sadece ele aldığı toplumsal sorunlarla değil aynı zamanda hikaye örgüsüyle okuyucuya Fransız Devrimi’ni yaşatmayı başararak hem tarihi hem de felsefi bir başyapıt niteliğinde. Karakterlerin tohumlarının olabildiğince derinlere ekilerek birbirinden güçlü ve ikonik karakterlere imza atan Hugo’nun 1893’le başlayan devrim yıllarının toplum üzerindeki yıkıcı etkisini kaleme alışı fazlasıyla çarpıcı ve sürükleyici. Uzunluğuna rağmen tek bir cümlesini bile kaçırmadan okuduğunuz eserde karakterlerle beraber eşsiz bir insan yolculuğuna çıkıyorsunuz.
Hugo’nun “devrim”in ne olduğunun altını çizdiği kitabın odak noktasında Fransız Devrimi’nden en fazla etkilenen halk bulunuyor. İnsanlığın monarşiden cumhuriyete doğru evriminde Robespierre gibi insanların gitgide nasıl canavarlaştığını okuduğumuz eserde insan olmanın aslında ne demek olduğu sorgulanıyor. Özgürlük için suçsuz binlerce insanın giyotin sehpasında hayatından olduğu yıllarda bir o kadar insanın da adaletsiz bir şekilde yargılanarak mahkum edilmesiyle sefilleşen insanoğlu, ailesine bakabilmek için ekmek çalan bir insanı 19 yıl kürek hapsine mahkum edilen sefil Jean Valjean’lar yaratıyor. İyi bir insanın zorla şeytanlaştırıldığı bu katı yasaları eleştiren Hugo, bir nevi Shelley’nin “Frankenstein” karakterini bu sefer gerçek bir insanın vücuduna yerleştiriyor. Adaleti bulamadığı için kendi adaletini kendi yazan Valjean’ın kaçarak bir rahibin evine sığınması, “Leviathan” tarafından suça itilen karakterin ihtiyacı olmamasına rağmen şamdanları çalması karakterin sefil ruh haline tam anlamıyla okucuya hissettiriyor. Her şeye rağmen rahibin Valjean’ı bağışlayıp şamdanları hediye ederek polisin elinden kurtarmasıyla vicdanıyla hesaplaşan Valjean’ın geçmişini silerek iyilik timsali Mösyö Madeleine’e dönüşmesi o kadar etkileyici bir şekilde verilmiş ki yazara hayran kalıyorsunuz.
Hugo, okuyucuyu daha sonra Robespierre’in ölmesiyle beraber yükselişe geçen devrimin Napoleon tarafından şahlanmasının ardından imparatorluğa dönen sistemle beraber 1815’de Waterloo’da son bulan ilk devrimin sonlarına götürüyor. Valjean’ın zekasını kullanıp zengin olmasıyla tüm kasabaya yardım eden biri haline geldiği bu zamanlarda Waterloo’nun etkisinin insanlar üzerinde ne kadar kötü olduğunu görüyoruz. Bunu da Fantine karakteriyle içimize işliyor. Güzelliğine rağmen talihsiz bir şekilde hamile kalan ve kızı yüzünden işinden olan karakterin toplum tarafından nasıl sefilleştirildiğine bu sefer farklı bir açıdan okuma şansı buluyoruz. Küçük kızına bakabilmek uğruna onu kötü insanlara terk etmek zorunda kalan hatta ön dişlerini satmaktan vücudunu satmaya kadar her şeyi yapmak zorunda bırakılan sefil Fantine’in yaşadıkları yürek burkuyor. Peki, Fantine dahil olmak üzere herkese yardım etmek için hayatını bile vermeye hazır olan Valjean’ın hayatını mahveden Javert’e ne demeli?
Kürek mahkumu bir baba ile mahkum bir kadın tarafından dünyaya gelmiş iyi ile kötüyü üstünkörü bir şekilde kendine amaç edinerek polis olan Javert’in itildiği konumla iyiyle kötünün ne demek olduğunun alegorisini yapıyor Hugo. Babasına olan öfkesi sebebiyle kürek mahkumu Jean Valjean’ı adalete teslim etmeyi kendine amaç edinmiş Javert’in babasıyla olan hesaplaşması kitabın sonuna kadar devam ediyor. İnsanların iyi ya da kötü olarak doğmadığını, toplum faktörü tarafından kötü haline gelebileceğini kavrayamayan Javert’in yaşadıkları doğrultusunda giriştiği kendi iç hesaplaşması Jean Valjean’ınkiyle neredeyse aynı. Bir paranın iki yüzünü andıran bu karakterlerle ikonik bir kedi fare oyununa imza atan Hugo’nun karakterlerin psikanalizlerini bu kadar iyi bir şekilde işlemesi hayranlık uyandırıcı.
Tüm bu yaşananlarda yazarın dikkat çekmek istediği bir diğer zaman dilimi ise 1830’lu yıllar yani 2. Devrim sonrası. X. Charles’ın yerine Orleans Dük’ü Louis Philippe’in tahda geçmesiyle hareketlenen halkın 3. Yani son devrime yol açan hazırlıklarının başlarını okuma şansı bulduğumuz eserde bu sefer Marius karakteriyle tanışıyoruz. Jean Valjean’ın Fantine’in kızı Cosette’i şeytani Thenardier’lerden kurtarmasının ardından yıllar geçmiştir. Marius ise toplumdaki yerini bulmaya çalışırken Cosette’i görüp aşkla tanışan devrimci bir gençtir. Cumhuriyetçilerle monarşi yanlılarının kavgalı olduğu bu yılların başka bir kurbanı olan Marius, sırf babası cumhuriyetçi diye babasıyla görüştürülmesi engellenmiş bir ailede büyümüş bir karakter. Dedesi tarafından aşırı sevilse de babası ve politik duruşu sebebiyle hor görülmüş karakterin kendini kanıtlama çabasını hep çirkin olduğunu söylenen Cosette’te de görmek mümkün. Jean Valjean’ın hayatının merkezine Cosette’i koymasıyla yaşamaya devam etmesi, Cosette’i ondan çaldığını düşünen Marius’a olan öfkesi ise Hugo’nun karakteri en büyük sınavı olarak göze çarpıyor.
Bir roman olmanın çok ötesinde olan "Sefiller", karakterleri ve olay örgüsüyle eşi benzeri bulunmayan bir başyapıt. Hugo’nun yazarken devleştiği, devleşirken tarih dersi verdiği, tarih dersi verirken insan olmanın ne demek olduğuna dair felsefi dokunuşlar yaptığı tarihe yön vermiş gelmiş geçmiş en iyi eserlerden biri olmakla beraber harika bir deneyim.
Victor Hugo’nun efsaneleşmiş eseri "Notre-Dame de Paris / The Hunchback of Notre Dame / Notre Dame’ın Kamburu", sadece hikaye örgüsüyle değil aynı zamVictor Hugo’nun efsaneleşmiş eseri "Notre-Dame de Paris / The Hunchback of Notre Dame / Notre Dame’ın Kamburu", sadece hikaye örgüsüyle değil aynı zamanda alt metninde işlediği sanat ve insani değerler temalarıyla defalarca okunmayı hak eden fazlasıyla etkileyici gerçek bir başyapıt niteliğinde. İnsanların 15. yüzyıl kadar düşüncelerini özgürce ifade edebilmek için mimariyi kullandığını, rönesans ve reformla birlikte gelen matbaayla beraber mimarinin etkisinin kaybolmaya başladığına dikkat çeken Hugo, Kral XI. Louis zamanlarında yaşanan insanlık suçlarını kendi zamanıyla bağdaştırarak "Bir İdam Mahkumunun Son Günü"nde olduğu gibi ağır bir dille eleştiriyor. Fransa’nın güzelliklerini yitirmeye başladığının sinyallerini veren kitabın basımından sonra Notre-Dame’ın restore edilmesi bile kitabın ne kadar etkili olduğunun bir kanıtı niteliğinde.
Kitabın baş karakteri kambur ve çirkin Quasimodo’nun insanlar tarafından hor görülmesiyle insanoğlunun ne kadar vahşi ve acımasız varlıklar olduğunu altını çizen kitapta Quasimodo’yu büyüten etkileyici bir görünüşe sahip olan rahip Frollo karakteriyle başarılı bir tezatlık yaratmayı bilmiş Victor Hugo. Özellikle halk tarafından işkenceye maruz edilen Quasimodo’ya su veren Esmeralda’nın davranışı tüyleri diken diken ediyor. Buna karşılık canavara benzer yapısına rağmen idam edilmek üzere olan Esmeralda’yı kahramanca bir şekilde kurtarıp ona her konuda yardım eden Quasimodo, yaratılışının lanetine rağmen kilise çanları ve Paris manzarasıyla hayattan zevk almayı başarıyor. Öte yandan, Esmeralda’ya aşık olduğu için Notre-Dame’la Esmeralda’nın arasında kalan başrahip Frollo’nun Esmeralda’yı elde etmek yaptığı tüm kötülükler karakterin içerisindeki şeytanı her defasında ortaya çıkarıyor. Esmeralda’yı elde edemediği takdirde onu öldürmeyi göze alan rahibin bağnaz kafasının günümüzde de ciddi problem yarattığını görüyoruz. Bu iki karakterle insan olmanın ne demek olduğunu düşündüren Hugo’nun alt metinde eleştirdiği dinin bağnaz yapısının şu zamana kadar neredeyse hiç değişmediğini görmek tüyler ürpertici.
Kitabın başında Frollo’nun Esmeralda’yı Quasimodo’yla kaçırmaya çalışmasını engelleyen yüzbaşı Phoebus’u görür görmez aşık olan Esmeralda’yla çocuksu ilk saf aşkı ele alan klasik hikayede sevgiyle aşk arasındaki ince çizgi tartışılıyor. Esmeralda’yı tüm çocukluklarına rağmen seven Quasimodo’nun onun kalbine girmek için yaptıklarıyla Frollo’nun yaptıkları arasındaki zıtlıklar kitabın en öne çıkan detayları. Buna ek olarak Phoebus’un da Esmeralda’ya karşı bir o kadar ilgisiz kalması gerçek sevgi kavramını okuyucuya sorgulatıyor. Finaline doğru bir an bile elinizde düşüremediğiniz kitabın finali ise tek kelimeyle mükemmel. Açıkçası bu kadar kalbe dokunan bir final beklemiyordum. Kitabı bitirdiğim gibi derin bir sessizliğe gömüldüm. Hugo’nun Paris’i detaylı bir şekilde tarif ederek adeta şov yaptığı eser mutlaka okunması gereken kilometre taşlarından biri. Son olarak, kitabı okuduktan sonra 1939 tarihli aynı adlı uyarlamayla, 1996 tarihli aynı adlı ama farklılaştırılmış Disney uyarlamasını izlemeyi sakın unutmayın.
Politik alt metniyle derin, gençlik temasıyla ele alış biçimiyle etkileyici ve özgür irade temasıyla düşündürücü bir roman olan "A Clockwork Orange / Politik alt metniyle derin, gençlik temasıyla ele alış biçimiyle etkileyici ve özgür irade temasıyla düşündürücü bir roman olan "A Clockwork Orange / Otomatik Portakal", Anthony Burgress'in argo bir şekilde kaleme alarak kendine her açıdan hayran bırakan bir eser. Dost Körpe'nin mükemmel çevirisinin de hakkını vermek gerek. Kitap, özgür irade ve özgürlük kavramlarının ne demek olduğunu inceleyerek okuyucuyu iyi kötü üzerine ciddi sorgu içine bırakıyor. Okuduktan sonra Stanley Kubrick'in ne kadar mükemmel bir uyarlama çıkardığını anladığımız kitabın filme koyulmayan finali ise eserin kesinlikle zirve noktası.
"Animal Farm / Hayvan Çiftliği"ndeki akıcı ama sade dilini geliştiren George Orwell'in yine aynı akıcılıkta ama bu sefer usta bir dille okuyucuya sund"Animal Farm / Hayvan Çiftliği"ndeki akıcı ama sade dilini geliştiren George Orwell'in yine aynı akıcılıkta ama bu sefer usta bir dille okuyucuya sunduğu eseri "1984", "Hayvan Çiftliği"ndeki politik düşünceyi en üst seviyeye taşıyan mükemmel bir politika dersi niteliğinde. Üzerinde fazlasıyla düşünülmüş derin ve felsefi hikayesiyle günümüzde bile hala geçerliliğini koruyan -ve korumaya devam edecek- eserin yarattığı karşı-ütopya dehşet verici olmakla beraber kendine hayran eden metaforik bir gerçekçilik taşıyor. Politikanın güçten ibaret olduğunun ve gücü elinde tutanın ise sadece iktidarı düşündüğünün altını çizen Orwell'in sunduğu hiçbir şeyin 1 veya 0, evet ya da hayır olmadığına dair olan felsefi yaklaşımını bu kitapta da görüyoruz. Yakın tarihte bu yaklaşıma eserlerinde en çok rastladığımız sanatçının ise Christopher Nolan olduğunu söylemekte fayda var. Okudukça kendinizi alamadığınız kitabın ikinci bölümden itibaren başlayan politika dersi niteliğindeki söylemi bile "1984"ün neden başyapıt olduğunu özetler nitelikte. Tek kelimeyle inanılmaz bir modern klasik!
Başta Dostoyevsky olmak üzere kendinden sonraki bir sürü yazara esin kaynağı olmuş Alman edebiyatının dünyaca ünlü, en önemli yazarlarından biri olan Başta Dostoyevsky olmak üzere kendinden sonraki bir sürü yazara esin kaynağı olmuş Alman edebiyatının dünyaca ünlü, en önemli yazarlarından biri olan Johann Wolfgang von Goethe'ye ait okuduğum ilk eser olma özelliğini taşıyan "Die Leiden des jungen Werthers / The Sorrows of Young Werther / Genç Werther'in Acıları", her okuyucunun içinde kendinden bir şeyler bulabileceği bir şaheser niteliğinde. Başladığım andan itibaren altını çizmeye başladığım kitapta Goethe'nin harikulade edebiyat bilgisine ve hünerli kalemine şahitlik ediyorsunuz. Kısaca O-okurken Dostoyevsky'nin neden durmadan Alman yazardan bahsettiğini daha iyi anladım. Homeros'tan Eski Ahit'e kadar kendinden önceki birçok esere atıfta bulunan Goethe'nin hayata dair olan gözlemleri ise tek kelimeyle mükemmel. Açıkçası başta kendimden bu kadar şey bulacağımı hiç ama hiç tahmin etmiyordum. Tekrar tekrar okunması gereken bir eser...
Sanatın her dalına yön vermiş Fransız yazar, filozof ve hekim François Rabelais'in 1534 yılında yasaklanan eseri "Gargantua"nın devlet büyükleri ve diSanatın her dalına yön vermiş Fransız yazar, filozof ve hekim François Rabelais'in 1534 yılında yasaklanan eseri "Gargantua"nın devlet büyükleri ve din adamlarına dair metaforik eleştirileriyle kendine hayran bırakan tek kelimeyle mükemmel bir eser olduğunu söylemeliyim. Okudukça Rabelais'in vizyonuna şapka çıkartacağınız eserde yazarın kendinden önceki Homeros, Platon, Aristoteles, Cicero ve Erasmus gibi yazarları yalayıp yuttuğu rahatlıkla görülüyor. Kendinden sonraki Montaigne dahil olmak üzere bir sürü yazar ve filozofa ilham kaynağı olmuş "Gargantua", kısaca okudukça derinleşen gerçek bir başyapıt. Sabahattin Eyüboğlu'nun mükemmel çevirisini de unutmamak lazım.
Rus romantik akımının öncüsü “Ölü Canlar”, Gogol’un en olgun eseri olmakla beraber; bitirememesi sebebiyle okuyucuyla tam olarak buluşamamış bir yarımRus romantik akımının öncüsü “Ölü Canlar”, Gogol’un en olgun eseri olmakla beraber; bitirememesi sebebiyle okuyucuyla tam olarak buluşamamış bir yarım başyapıt niteliğinde. Okudukça Gogol’un tamamlayamamış olmasına üzüldüğünüz eserde sadece zamanının Rus insanına değil günümüz insanına dair muhteşem akıcı bir dille yazılmış keskin eleştirileri okuma şansı buluyoruz. Zaman zaman okuyucuyla iletişime geçmekten çekinmeyerek eserin felsefi alt yapısını öne çıkararak eleştirilere cevap veren Gogol’un yarattığı Çiçikov karakteri fazlasıyla orijinal. Hatta karakterin ölü canlar için yaptığı yolcuğun Odysseus’u hatırlattığını söylemekte fayda var. İnsanoğlunun tüm özelliklerini tüm çıplaklığıyla okuyucuya sunan yazarın her sayfayla daha da derinleşen eserinin bitmemiş olması insanlık açısından gerçekten çok büyük bir kayıp. Bunu Hasan Ali Yücel Dizisi'nin dahil ettiği eksik "İkinci Cilt"i bitirince bir kere daha anlıyorsunuz. Kesinlikle okunması gereken eserler arasında.
Jane Austen’ın meşhur romanı "Gurur ve Önyargı / Pride and Prejudice", "Akıl ve Tutku"ya benzer karakter yapısına sahip olmasına rağmen cümle yapısındJane Austen’ın meşhur romanı "Gurur ve Önyargı / Pride and Prejudice", "Akıl ve Tutku"ya benzer karakter yapısına sahip olmasına rağmen cümle yapısından karakter ilişkilerine kadar her açıdan daha olgun bir yapıya sahip. Bu sefer odak noktasına küçük kardeşi alan Austen, "Akıl ve Tutku"daki Elinor ve Marianne gibi bu sefer bizlere Jane ile Elizabeth’in yaşamına konuk ediyor. Yine kardeşlerin özel hayat tercih ve sorunlarının ne kadar farklı olduğunu bu sefer daha usta bir dille anlatan ünlü yazarın su gibi akan diyalogları ve daha realist bir his bırakan olay örgüsü "Gurur ve Önyargı"nın neden ölümsüz bir klasik olduğunu bizlere net bir şekilde özetliyor. Sınıf farklılıklarını yine hikayenin merkezine alan Austen, kadın olmanın ne demek olduğunu zamanın şartlarını baz alarak eksiklerine rağmen başarılı bir şekilde değerlendirmeyi başarmış. Bu arada Austen’ın ilk filmdeki favori karakterim olan Albay Brandon karakterini bu sefer Mr. Darcy ile gençleştirerek başrole koymasını çok sevdim. Ama bu sefer favori karakterim kuşkusuz Mr. Bennett oldu. Her sahneye çıktığında yaptığı zekice esprilere güldüğümü belirtmeliyim. Kesinlikle her edebiyat severin okuması gereken bir eser olmakla beraber kitabı okuduktan sonra mutlaka aynı isimli 2005 yılı Keira Knightley’in başrolünde bulunduğu Joe Wright uyarlamasını izlemeyi unutmayın.
İnsanların yükselme arzusu ve politik hırsını olabildiğince ibretlik bir şekilde okuyucuya sunan "Macbeth", sanatın her dalına yön vermiş sadece Williİnsanların yükselme arzusu ve politik hırsını olabildiğince ibretlik bir şekilde okuyucuya sunan "Macbeth", sanatın her dalına yön vermiş sadece William Shakespeare'ın değil edebiyat tarihinin de en iyi eserlerinden biri. Sayısız filme ilham kaynağı olmuş hikayesiyle bir insanın çıkarları uğruna ne kadar ileri gidebileceğini okuduğumuz hikayde Shakespeare, karakterinin en karanlık düşüncelerini bir o kadar karanlık bir atmosferde metaforlarla süsleyerek kelimelere dökmüş. Para ve rütbenin insanların gözlerini nasıl kör ettiğine tanıklık ederken bir diğer yandan da vicdan, dürüstlük ve onur kavramlarını okuma şansı buluyoruz. "Macbeth"in en özel yanı ise kuşkusuz klasik Shakespeare tragedyası olmasına rağmen sonunda aslında hak edenin kazanmış olması; fakat buna rağmen efsanevi yazarın okuyucuda bıraktığı tadın oldukça ekşi olması dehasını özetler nitelikte. Toparlamak gerekirse Sabahattin Eyüboğlu'nun muhteşem çevirisiyle "Macbeth", Shakespeare'in defalarca okunması gereken eserlerinden.
William Shakespeare’in yazı üslubunun Manyerist akımdan Barok akıma geçişini simgeleyen “Othello”, Sophocles’in tragedyalarını hatırlatan ünlü yazarınWilliam Shakespeare’in yazı üslubunun Manyerist akımdan Barok akıma geçişini simgeleyen “Othello”, Sophocles’in tragedyalarını hatırlatan ünlü yazarın belki de en acı tragedyalarından biri. Ataerkil tutumun kadınlar üzerindeki olumsuz etkilerine açıkça değinmesi sebebiyle belki de Shakespeare eserleri arasındaki en feminist oyun olma özelliği taşıyan oyunda kıskançlık teması odak noktasına taşınıyor. Othello’nun gitgide kendini bitirdiği hikayede aynı bir Kral Oidipus karakteri yaratan Shakespeare, saf dürüstlüğün yalan ve düzen dünyasına yenilişini acı bir şekilde bizlere sunuyor. Sevgide güven duygusunun ne kadar önemli olduğunu ancak bu kadar dehşet verici bir örnekle görebilirdik herhalde. Öte yandan, saf kötü rolündeki Iago karakteri benzersiz yapısıyla oyunun öne çıkan bir diğer özelliği. Okudukça yazarın Antik Yunan tragedya yazarlarına saygı duruşunda bulunduğu eser, akıcı dili, karanlık tonu ve ikonik olay örgüsüyle sadece Shakespeare’in değil edebiyat tarihinin de en iyi tragedyalarından biri. Kesinlikle okunması gereken bir başyapıt.
Rönesans döneminde yazılmış ilk modern roman olma özelliği taşıyan, sadece komedi türüne değil edebiyat ve sanatın her alanına yön vermiş Miguel de CeRönesans döneminde yazılmış ilk modern roman olma özelliği taşıyan, sadece komedi türüne değil edebiyat ve sanatın her alanına yön vermiş Miguel de Cervantes Saavedra'nın ünlü eseri "Don Quijote / La Mancha'lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote", sadece zamanının şövalye romanlarını eleştirmekle kalmayıp zamanında normlaşmış bir sürü olguyu yıkarak çığır açan mizah dozu yüksek tek kelimeyle mükemmel bir eser; kısaca başyapıt. Don Quijote ile silahtarı Sancho Panza'nın harika uyumuyla okudukça daha çok sevdiğiniz bir esere dönüşen kitabın okuyucuya sunduğu üst kurmaca tekniği ve ironiler gerçekten hayranlık uyandırıcı. Okurken hiç bitmesin istediğiniz maceraların her biri birbirinden güzel olmakla beraber insana dair derin felsefi öğeler barındırmakta. Özellikle Virgil'in "Aeneid / Aeneis" ve tabii ki Homeros'un "İlyada" ve "Odysseia" destanlarından yaptığı alıntılarla dikkat çeken eserde François Rabelais'in "Gargantua" ve "Pantagruel" esintilerine rastlamak da mümkün. Her ne kadar gülsem de Don Quijote ve Sancho'nun maceralarını okurken zaman zaman üzüldüğümü belirtmek isterim. Ama bundan daha önemlisi hayatımda ilk defa bir romanı bitirirken üzülmüş olmamdır. Okurken gerçekten hiç bitsin istemedim.
Uzunluğuna rağmen tek bir cümlesinin bile fazla hissedilmediği Leo Tolstoy’un ölümsüz eseri "Anna Karenina", efsanevi yazarın toplumsal olayları ve biUzunluğuna rağmen tek bir cümlesinin bile fazla hissedilmediği Leo Tolstoy’un ölümsüz eseri "Anna Karenina", efsanevi yazarın toplumsal olayları ve birey duygularını olağanüstü tasvir yeteneğiyle anlatarak adeta şov yaptığı bir başyapıt niteliğinde. Ataerkil toplumların kadınları nasıl mağdur ettiğini tüm acımasızlığıyla okuyucuya sunan Tolstoy aslında bizlere tam anlamıyla bir trajedi sunuyor. Kadınlara eğitim bile verilmemesini savunan zamanının Rus aristokratlarının kadınları adeta bir figür olarak gördüğü kitapta Tolstoy, zamanının ötesinde bir karakterle tüm genellemeleri yıkarak sadece toplumu eleştirmekle kalmıyor aynı zamanda yenilikçi düşünceleriyle bir reforma imza atıyor. Toplumun empoze etmesiyle gerçekleştirilen aşksız evliliklerin zamanla nasıl çatırdağını gözler önüne seren kitapta erkeklerin itibarlarını zedelememek uğruna dine karşı gelmemek adı altında etik olmayan neredeyse her şeyi kabul ederek hem kendilerini hem de eşlerini nasıl mağdur ettiklerini okuma şansı buluyoruz. Hayatlarını yaşamayan karakterlerin nasıl yıkıcı tercihler yapabildiğini bizlere gösteren Tolstoy, okuyucuya sunduğu bir diğer aşk hikayesiyle evliliklerin aşkla olduğu takdirde bireylerin birbirlerine nasıl değer kattıklarının altını çiziyor. Levin ve Anna’nın madalyonun iki farklı yüzünü oluşturduğu kitabı okurken açıkçası Tolstoy’un karakter geçişlerine hayran kaldığımı belirtmeliyim. Filmlerde olduğu gibi aynı plan sekansı andıran geçişlerle hikayeyi bütün halinde götüren efsanevi yazarın neden gelmiş geçmiş en iyi yazara olarak kabul edildiğini bir kez daha gördüm. İlk defa bir romanda bilinç akışı anlatım yöntemini kullanarak karakterin kafasında neler geçtiğini tüm ayrıntılarıyla bize anlatan Tolstoy’un edebiyatı nasıl değiştirdiğine yedinci bölümde tanıklık ediyorsunuz. Tüm yanlışlarına rağmen aslında Anna Karenina’nın yaşadığı dram bir yandan içinizi acıtırken diğer yandan karakterin yaptığı yanlış tercihleriyle mağdur olmakta ısrar etmesine sinir oluyorsunuz. Öte yandan, Levin toplumun onun hakkında ne düşündüğünü umursamadan ideallerine bağlı kalması ve mağdur olmamayı tercih etmesi iki karakter arasındaki en önemli farkı oluşturuyor.
Aile, birey, kıskançlık, sadakat, sevgi, tutku, ölüm ve yaşam gibi kavramları derinlemesine anlatan kitabın kuşkusuz odak noktasına aldığı inanç teması ise yeni bir paragrafı hak ediyor. Din kavramının toplumların tüm kesimini nasıl avucunun içine aldığını tüm gerçekliğiyle anlatan "Anna Karenina"da Levin’in dinin amacını sorgulamaya başladığı son bölüm gerçekten takdire şayan. İyi birey olmanın dinle alakası olmadığını, tüm dinlerin bunun üzerine kurulu olduğu halde toplumlar tarafından nasıl dezenformasyona uğradığını anlatan Tolstoy’un finali iyi bir insan olmayı hayatın temeline yerleştirdiği finali oldukça etkileyici. Buna ek olarak Tolstoy’un iyilik barındırdığı söylenen kutsal kitapların içinde bulunan şiddet temalarını ortaya çıkarması da zamanının çok ötesinde.
"Anna Karenina" gerçekten bambaşka bir deneyim. Keşke hiç bitmeseydi dediğim kitaplardan biri ve bende artık bambaşka yere sahip. Uzunluğuna rağmen kaldığım yerden sayfayı açtığımda okuduklarımın hepsini hatırladığımı tek kitap. Edebiyatın zirve noktası varsa sanırım işte burası.
Franz Kafka'nın insanlık adına yaptığı bir itiraf olarak nitelendirilebilecek "The Metamorphosis / Dönüşüm", okuyucu okudukça depresyona sokan yapısıyFranz Kafka'nın insanlık adına yaptığı bir itiraf olarak nitelendirilebilecek "The Metamorphosis / Dönüşüm", okuyucu okudukça depresyona sokan yapısıyla gerçekten bunaltıcı ama bir o kadar etkileyici bir eser. Farklı olanın nasıl dışlandığını metaforik bir şekilde satırlara döken Kafka, toplumun fabrikasyon bir ürünü olmaya karşı gelindiğinde nelerle karşılaşılacağını etkileyici bir benzetmeyle okuyucuya sunuyor. Okudukça moral bozan yapısıyla amacını ulaşan eserin sonundaki Ahmet Cemal tarafından kaleme alının son söz ise tek kelimeyle mükemmel. Eseri kısaca analiz ederek hak ettiği değeri tüm okuyuculara aktarmayı başarmış. Bu eseri okuduktan sonra hayatınız eskisi gibi olmayacak.
"İlyada"nın devamı olarak görülen "Odysseia", "The Epic Cycle" olarak adlandırılan Troya Savaşı'nın öncesi ve sonrasını anlatan kayıp şiirlerin günümü"İlyada"nın devamı olarak görülen "Odysseia", "The Epic Cycle" olarak adlandırılan Troya Savaşı'nın öncesi ve sonrasını anlatan kayıp şiirlerin günümüze kadar dayanabilmiş "İlyada"dan sonraki ikinci parçası. Troya'dan dönerken Kalypso'nun adasında hapsolmuş Odysseus'un karısı Penelopeia ve oğlu Telemakhos'a dönüş yolculuğunu konu alan destan, Homeros'un önceki eserinin tüm özelliklerini barındırmasının yanında hikayeleri iç içe anlatmasıyla yine bir ilke imza atıyor. Konu olarak "İlyada"dan daha sonra geçen başyapıtta Truya Savaşı'ndan sonra Odysseus başına gelen talihsizliklere şahit olurken bir yandan da hem fantastik hem de günümüz edebiyatına yön vermiş bir sürü öğe ve anlatımla karşılaşma fırsatı buluyoruz. Homeros'un detaylı betimlerinin burada da bulunduğu eserde destansı Truva Atı'nın sonunda okuma şansı bulduğumuzu belirtmek isterim. Bu arada, "İlyada"nın tüm kahramanlarının (Agamemnon, Akhilleus, Paris ve Ajax) başına neler geldiğini de bu eserde öğrenme şansı yakalıyoruz. Son olarak, destanın ingilizceye "Odyssey", yani zorlu macera sözcüğünü kattığının da altını çizmek istiyorum. Tek kelimeyle mükemmel bir eser: Başyapıt.
Stefan Zweig'in intihar etmeden önce yazdığı son kitap olma özelliği taşıyan "Schachnovella / Satranç", yazarın Hitler zamanında yaşadığı zorlukları oStefan Zweig'in intihar etmeden önce yazdığı son kitap olma özelliği taşıyan "Schachnovella / Satranç", yazarın Hitler zamanında yaşadığı zorlukları okuyucuya hissettiren bir ustalık örneği. Kısa olmasına rağmen anlatmak istediğini kesin ve yalın bir dille anlatmayı başaran romanı tek solukta okuyabilirsiniz. Hem Avusturya edebiyatını anlamak hem de Avrupa tarihine farklı bir açıdan bakmak için kesinlikle okunması gereken eserler arasına rahatlıkla koyabilirim.