Buket Uzuner etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Buket Uzuner etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazartesi, Haziran 29, 2009


İSTANBULLULAR

Buket Uzuner


İstanbullular'ı neden okudum? Basıldığı 2007 yılında kazandığı popülariteden mi yoksa İstanbul manzarası eşliğinde yükselen bulutların olduğu huzur verici kapağı için mi yoksa başlı başına ve sadece İstanbullular adı sebebiyle mi seçtim kitabı? Belki de üçü birden.

İstanbullular... Bir şehre aitlik anlamı katan kısacık bir ekin dolu dolu anlam kazandırdığı bir aidiyet bir kimlik. Bir şehre ait olmak, o şehirli olmak nedir ki? Mesela İstanbullu olmak, İstanbul'da doğmak mıdır sadece? Ya da o şehrin havasını solumak, suyunu içmek mi? İstanbul'da yaşam savaşı vermek mi İstanbullu olmak? İstanbul'a Anadolu'nun herhangi bir köşesinden gelip de "taşı toprağı altın" denen İstanbul'un "taşından, toprağından beni de nasiplendir" demek mi İstanbullu olmak? Ya da bilmem kaç göbek öncesi dedelerinin gelip yerleştiği bir şehrin doğuştan kontenjanlı ikamet eden insanı mı İstanbullu olan?

İstanbullu olmak... İstanbullu doğulur mu yoksa sonradan İstanbullu olunur mu? Hadi es geçelim hepsini bir şehir, velev ki İstanbul, âşık edebilir mi kendine gencini yaşlısını, zenginini fakirini... Hülasa yedi tepenin yedisine de, Boğaz kıyısına kurulmuş o nadide semtlerine, İstanbul yapbozunu tamamlayan tüm köşe, kenar ve orta semtlerine, içinden deniz geçen tek şehrin, asırlar boyu nice adlarla huzurda olan ve en sonunda İstanbul'da karar kılan, konuşan, işiten, gören ama en çok da sır saklayan şehirler ecesi İstanbul'a gönlünü düşürenler...

Her ne kadar şimdi seni sevenin de sevmeyenin de gönlüne korku düşürsen de, bu senin suçun değildir, biliriz. Üstünde barındırdığın delibozuk, sütübozuk insanların lekesini sana sürmemeliyiz, biliriz. İstanbul, öyle küçük ve aynı zamanda öyle büyüksün ki...( İstanbul kitapları okudukça daha çok yazarım İstanbul üzerine, ama sever miyim İstanbul'u? -bilmem)

Hadi seni kitaba dönüştüren bu yazarımıza dönelim: 2005 yılının yazı. Yer, İstanbul Atatürk Havalimanı. Şehre girişin ve şehirden çıkışın yapıldığı bu önemli noktada dolu dolu geçen birkaç saate okurluk ediyoruz. Havalimanının barında sevdiği kadının uçağının inmesini bekleyen, henüz küçük bir çocukken okumak için Adana'dan İstanbul'a gelen, şimdiyse Maçka Parkı'na diktiği heykelleri kırıldıkça yılmadan onları onaran ünlü heykeltraş, adını sinema sanatçısı Ayhan Işık'tan almış Ayhan Pozaner. Ve sevdiği, beklediği kadın, ismini Belgin Doruk'tan almış Belgin Gümüş. Belgin bir genetik bilimci. Diplomat babasının o henüz çocukken öldürülüşünden sonra annesinin ama daha çok dadısı Kete'nin büyüttüğü, genç yaşında evlendiği kocasının ihanetine uğrayınca o sevdiği ama korktuğu İstanbul'dan Newyork'a adeta kaçan, yıllarca İstanbul'a gelmeye cesaret edemeyen ama sevdiği adamla birlikte yaşamak ve karnındaki "Lavanta" adını verdiği bebeği büyütmek için İstanbul'a kesin dönüş yapan Belgin Gümüş.

Ve yazarın kurgu karakterleri sırasıyla geçit resmi yaparlar: Belgin Gümüş'ün eski kocası iş adamı M.Emin Entek ve asistanı, sevgilisi Tijen Derya; Karadenizli İlyas kullandığı adıyla barmen Baturcan; Mimarlar Odası eski başkanı, Belgin'in eniştesi Erol Argunsoy; Belgin'in hocası ve dostu Yannis Seferis; türban sorunu yüzünden ABD'de okuyan üniversite öğrencisi Aleyna Gülsefer; sinema eleştirmeni Anna Maria Vernier; Almanya'da işçi olarak çalışan gurbetçi Sabriye Bektaş; havalimanı temizlik işçisi Hasret Sefertaş; Belgin'in dadısı, can yoldaşı Kete; Belgin'in en yakın arkadaşı, Fransız Lisesi'ndeyken tanıştığı Ermeni Ayda Seferyan; havalimanı taksicisi Şoför Hamo; havalimanı polis memuru Üzeyir Seferihisar, dahası da var...

Belgin'in uçağı iniyor ama Belgin tutan migreni ve yüzleşmeye cesaret edemedeği korkuları yüzünden Ayhan'la buluşmadan uzun bir süreyi lavaboda geçiriyor. Burada kendiyle, Ayhan'la ve İstanbul'la ilgili kararlar alıyor, kararlarını bozuyor ve tekrar kararlar alıyor. Bu arada havalimanı kapıları giriş-çıkışa kapatılıyor. Teknik bir arıza olarak anons edilse de herkes terörist bir eylemden şüphe ediyor. Korku ve gerginlik içinde geçen saatlerde Belgin ve Ayhan'ın başı çektiği her bir karakterin dünyasına şöylece girip çıkıyoruz (Şöylece dediğime bakmayın, topu topu birkaç saat 536 sayfaya yayılmış). Farklı dinlerden, farklı kültürlerden ve hayattan beklentileri farklı olan insanların bir çatı altında buluştuğu bir İstanbul mozaiği hatta minyatür İstanbul oluyor İstanbul Atatürk Havalimanı.

Yazar, İstanbul'a da bir kişilik vermiş ve onu da söz sahibi etmiş, aralarda kendini anlatıyor İstanbul. Bu kısımlarda daha süslü, daha sanatsal bir dil çıkıyor karşımıza. Kitabın geri kalanında ise yazar akıcılığı sağlayan daha sade bir anlatım kullanmış. Ama bu sadelik kesinlikle basit bir dil anlamında değil, klasik Buket Uzuner üslubu.

Gel gelelim kitap yoruyor. Nedenine gelince, sayfa sayısı çok. Yüz-yüz elli sayfa daha az olsaymış belki beni bu kadar yormazdı ve geriye hem kitaba hem yazara karşı sempati grafiğimde yukarı doğru bir hareketlilik oluşurdu ama yazık ki öyle olmadı.


Everest Yayınları, basım yılı 2007, 536 syf.



Perşembe, Haziran 18, 2009



İKİ YEŞİL SUSAMURU
Anneleri, Babaları, Sevgilileri ve Diğerleri

Buket Uzuner

İki Yeşil Susamuru, yazarın ilk romanı, benimse Buket Uzuner imzalı okuduğum üçüncü roman. Ne var ki bu kitabı da, kısa süre önce okuduğum İstanbullular'ı da Kumral Ada Mavi Tuna kadar beğenmedim, onun kadar başarılı bulamadım.

Enteresan ismi ve meşhur "Camondo merdivenleri"nin yer aldığı kapak resmiyle Buket Uzuner kitaplarının yer aldığı kütüphane rafında, diğerlerinin arasında dikkatimi çekti İki Yeşil Susamuru. Kitabı elime aldım ve arka kapak yazısını okudum. Genelde arka kapak yazıları bir kitabı okuyup okumamak arasında karar vermemde bana yardımcı olur. Ama bu kitabın arka kapak yazısını bu anlamda yetersiz bulmuş olsam da sırf şu merdivenlerin cazibesinden ötürü seçtik kitabı ve başladık okumaya...

Bir kadın. Adı Nilsu Baran. Elinde kendi hayat hikayesini yazdığı dosyasıyla tanınmış bir yazarın kapısını çalar. Henüz otuz yaşlarında olan bir kadının roman olacak kadar nasıl bir hayat hikayesi olabilir ki diye düşünür yazar ama kabul eder Nilsu Baran'ın hayat hikayesini yazmayı.

Yıl 1978. Henüz on dört yaşında Nilsu ve annesi o yaz, yakışıklı bir ressam için evi terkediyor. Ardından babası -henüz boşanmamışlardır- yeni bir ilişkiye başlıyor. Nilsu, babasının sevgilisiyle tanışıyor, adı Selen, bir mimar ve tuhaf bir cazibesi vardır hiç istemese de Nilsu'nun kendini alamadığı. Nilsu, babasına fazlasıyla bağlıdır ve onu annesinden başka bir kadınla paylaşma fikri korkunçtur. Ama yine de kardeşi Cem'in aksine Selen'de hoşuna giden şeyler de vardır. Özgüveni, kültürü, anlayışı, sabrı ve arkadaşlığı...

Nilsu'nun anne ve babası boşanır. Annesi bir işadamıyla evlenir. Babası ise Selen'le yaşamaya başlar.

Gelelim kitabın ikinci başkişisi, yeşil susamurunun hikayesine: Teoman, ütopik bir çevreci, eylem adamı. Annesine olan bağlılığı, hayranlığı yüzünden belki de hiçbir ilişkisinde dikiş tutturamıyor. Ve bir gün annesi intihar ediyor. Teoman da yaşarken pek suskun olan, tamamen tanımadığını düşündüğü annesini ölümünden sonra araştırmaya koyuluyor. Ve bu konuda başvurduğu kaynak annesinin yakın arkadaşı yazar Neyyire Gömüç oluyor. Annesi ve N.G. arasındaki mektuplaşmalar Teoman'ı N.G'nin evine götürüyor. Ama ne kadar istese de annesinin N.G.'ye yazdığı mektuplara ulaşamıyor.

Ve Nilsu... Her erkekte babasını arayan, bu yüzden belki de olgun yaşta erkeklerle ilişki kuran. Biri de öğretmeni Mike. İntihar etmiş bir babanın oğlu, intiharın eşiğinde bir hayat süren Mike.

Nilsu'nun hayatındaki bir diğer önemli kişi Selen, Nilsu'nun babasıyla ayrılıyor ve Amerika'ya yerleşiyor. Ama Nilsu'yla bağını koparmıyor. Mike da gidiyor ve Selen kısa ilişkilerinin ardından yeni bir aşka yelken açıyor.

Nilsu ve Teoman... Teoman'ın konuşmacı olduğu bir konferansta tanışırlar ve böyle başlar iki yeşil susamurunun hikayesi. Kendisini susamuru ilan eden çevreci Teoman ve sevgilisi Nilsu.

Ve Nilsu Baran'ın hayat hikayesini yazması için kapısını çaldığı yazar, hikayeyi eksik buluyor ve Nilsu Baran'a ulaşmaya çalışıyor. Ulaşamayınca yazar, kendisi gibi yazar olan Neyyire Gömüç'ü buluyor. Ondan öğrendikleri hem yazarın hem biz okuyucuların kafasını allak bullak ediyor. İlk sayfasından itibaren sabırla okumaya devam ettiğim kitap, herşeyin aydınlandığı(!) son sayfalarda sabreden dervişi muradına erdiremeden kalp sektesinden öldürüyor :-)


Uzun uzadıya anlatılan tüm konu, apar topar bir finalle, üstelik epey karmaşık bir finalle okura sunuluyor. Kurgu farklı ama heyecanı sönük bir kurgu olunca, okur da "Bakalım yazar nereye varacak?" diyor ister istemez.

Teoman ve Nilsu karakterleriyle Oedipus/Elektra kompleksi çıkıyor romanda karşımıza. Aşk ve intihar olgusu da İki Yeşil Susamuru'nun barındırdığı diğer temalar.

Everest Yayınları, basım yılı 2007 48. basım ( ilk basım 1991, Gür), 314 syf.

Cumartesi, Aralık 15, 2007

KUMRAL ADA ~ MAVİ TUNA

Buket Uzuner


İç savaşların, içimizdeki ve dışımızdaki savaşların yazıya döküldüğü, tek kişilik aşkların, tarihin, Kuzguncuk'un, Kumral Ada'nın, Mavi gözlü Tuna'nın , Şair Dayı'nın, Meriç'in ve Aras'ın hikayesi ama en çok Mabel'in...

Ada'yla ilk karşılaşmasında ağzından öylesine dökülüp, zamanın meşhur sakızını kendisine ad olarak almasıyla başlayan, o çok kumral, asi ve kendinden emin Ada ile ondan iki yaş küçük arkadaş, sırdaş, tek taraflı sevgili Mabel'in yani Tuna'nın öyküsü...

Mekan Kuzguncuk... Zengin ve ünlü sanatçı ailenin biricik güzeller güzeli kızları Ada ve orta direk Bulgar göçmeni terzi bir babanın iki oğlu; Tuna ve Aras'ın çocuklukları, gençlikleri...Hayatlarının her sahnesinde rolü olan Şair Dayı...

Ve iç savaş gelip çattığında, seferberlik olduğunda, kendi içindeki çatışmasını bitirememiş Tuna'nın, insan öldüreceği, gözünün önünde insanların öleceği bir adrese, Doğu'da bir çatışma yerine dahil olması, bedeninde, beyninde ama en acımasızı ruhunda aldığı yaraları... Naifdir Tuna, değil savaşmak, savaş olgusu bile onun beynini yakmaya, sinirlerini yıpratmaya kâfidir, öyle de olmuştur...

Gördüğü ölümler ve bulunduğu ortam, ruhunu iyice sarsmış ve savaş sonrası askerlerin ruhsal tedavi edildikleri hastanenin "zararsız" hastalarından biri olmuştur. Bu sırada savaş ve aşk üzerine derin felsefesine de bolca tanık oluruz Tuna öğretmenin. Nihayetindeyse savaş alanından, çok şey görmüş, yaralı bir ruh olarak kurtulur.

Güzel yazılmış, başarılı bir kitap fikrimce. Kitabı okumayı tamamladığımda, geriye dönüp karakterleri kısaca inceledim. Tuna karakterinin oldukça güzel çizildiğini ikinci kez (ilki okurkendi.) farkettim, öyleki Ada karakterini Tuna sebebiyle sevmişim okuma süresince.

Kitaptaki cinsel içeriğin fazlalığından rahatsız da olmadım değil. Nedense bu kısımlardaki serbestlik ve anlatım, bana Murathan Mungan'ı çağrıştırdı ki kendisini okumuş ve kesinlikle beğenmemiştim. M. Munganvari kısımlar hariç anlatım farklı, benzetmeler estetik.

Kitabı diğer okuyanlarda olmuş mudur bilmiyorum ama ben kitabı okurken sanki bu insanları tanıyormuşum gibi hissettim. Ünlü sanatçı çift, şair dayı ve de kitabın Atilla İlhan'a ithaf edilmesi... Yazarın biraz esinlendiğini düşünüyorum yani tamamen kurmaca bir kitap değil fikrimce.

Tuna'nın gözüyle Ada'yı görmeyi, Kuzguncuk'ta bir köşkün arka bahçesinde oyun oynayan o bilmiş çocukları, hiç konuşmayan terzi babayı, küçük beyaz bir taşa saklanan çocukluk hayallerini, zenci kadın resmiyle o meşhur Mabel sakızı tüm savaşlara rağmen, incitmeden sevdim.

Aras, Ada, Tuna...
Hep başkasını düşleyerek yaşanmaz ki Tuna!...