fantastik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
fantastik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Perşembe, Nisan 21, 2011

ZAMANYA

Yiğit Kulabaş

Enteresan bir ilk kitap Zamanya. Hani Tanpınar'ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü okumamış olsaydım, çok hoşuma gidebilirdi belki. Ama Tanpınar'ı da Zamanya'yı da okudum ve Zamanya onun çok gerisinde kaldı. Konu ve anlatım yeterince özgün olmadığı için -fikrimce- pek keyif alarak okumadım kitabı.

Kitap, zaman felsefesi yapan, aforizmalarla dolu fantastik bir roman. Hikayesi de aynı evi paylaşan Kerim ile Selim'in bir gününü anlatıyor.

Kerim yirmi dört yaşında, zamanın kıymetini bilen ve beş saatlik uykuyla yetinen, hayatta tek gayesi mutlu bir hayat olan biri. Ev arkadaşı Selim ise kendi halinde bir şirket çalışanı ve olayların geçtiği o bir günlük dilim, Selim'in yirmi sekiz yaşına girdiği gün. Kitap, kısa bölümler halinde bir Kerim'in hikayesi bir Selim'in hikayesi şeklinde ilerliyor. Kerim'in olduğu bölümlerde anlatıcı Kerim iken Selim'in hikayesi üçüncü tekil şahıs ağzından anlatılıyor.

Şimdi buyuralım Zamanya'ya, zaman diyarına... Kerim iş başvurusu için bir CV hazırlar ama kendisini tanıtmak için klişelerin dışına çıkar ve CV'sine "zamanı ve hayatı seven", "sadece mutlu ve huzurlu olmayı hedefleyen" gibi enteresan maddeler ekler. Bu özellikleri ulusal ve gizli bir şirket olan Zaman şirketinin dikkatini çeker ve Kerim mülakat için sabahın beşinde evinden alınır. Bindiği vosvos bir köprünün üzerinde -kırmızı köprü- durur. Arabadan indiğinde şirket çalışanı Lara ile tanışır. Bu arada buluştukları köprü şu meşhur, San Francisco'daki Golden Gate köprüsüdür. İstanbul'dan San Francisco'ya mülakat için ışık hızında varış bir günlük yolculuğun sadece ilk durağı. Kerim "kafa avcısı" Lara'nın mihmandarlığında ülkeler arası bir yolculuğa çıkar, topu topu yarım günlük bir süreçte. Bir Rio'da bulur kendini bir Jamaika'da, Kahire'de, Buenos Aires'de, Venedik'te, Cape Town'da, Greenwich'de, Roma'da...

Zaman adlı şirketin ürünü zaman ve çalışanına vaadettiği de daha fazla zaman, bir nevi ölümsüzlük. Yani şirkette çalışmaya başladığın andan itibaren kaç yaşındaysan hep o yaşta olacaksın. Oldu ki şirketten ayrılmaya karar verdin, şirkette çalıştığın günler hesabına eklenecek ve o kadar gün ekstra yaşayacaksın ama ölümsüz olmayacaksın. Şirket "her şey zaman, her yer zaman, her zaman zaman" felsefesi üzerine kurulmuş, köklü bir şirket. Dünyaya pazarlanmak üzere dakika, saat, hafta, takvim, para, müzik gibi ürünler geliştiren şirketin daha fazla büyüyebilmek için yeni bir projesi vardır: Büyük Gece Projesi. Kerim de bu projenin uyku bölümünde bir uyku çeşidi olan siesta'yı, pilot bölge seçilen Barcelona'da incelemek üzere işe alınacaktır, tabi mülakatı geçip -kıtalar arası yolculuk- görevi kabul ederse.

Lara'dan hariç gittiği/ışınlandığı tüm ülkelerde bir başka rehberi oluyor Kerim'in. Ve her biri kendi hikayesini, şirketteki görevini anlatıyor ona. Kerim kiminde rehberi eşliğinde rüyaları izliyor (bundan hiç hoşlanmıyor ama), kiminde rüyaya müdahil oluyor yani rüyanın içine giriyor ( tabi rüyaya girebilmek için rüyayı gören kişinin yattığı yerde bir saat olması gerekiyor) . Zaten bu rüyalara girmenin amacı, insana rüyasında bile saati ve zamanı hatırlatmak. Aslında şirketin gerçekleştirmek istediği asıl gaye, uykuyu ortadan kaldırmak ve böylece zamandan tam anlamıyla yararlanabilmek. Şirketin bir de "insan projesi" vardır ki burada kollarına kodlar yazılan yeni doğmuş bebekler aile kavramını bilmeden belli bir yaşa kadar yetiştirilir. Her yeni bebek, dünyaya kazandırılan yeni saniyeler, dakikalar, saatlerdir.

Kerim'in ev arkadaşı Selim'e gelince: Altlarıyla ve üstleriyle çalıştığı şirkette monoton bir iş yaşamı sürdürmektedir. Şirkete yeni gelen genel müdürün on dakikalık görüşme için kendisini saatlerce bekletmesi, böylece özellikle doğumgününde vaktinden çalmış olması ( şirkette herkesin zamanının değeri kıdeme göre derecelendirildiği yani çaycının bir saatinin müdürün bir dakikası, Selim'in bir saatinin müdürün on dakikası olması gibi) ve hazzetmediği müdürden aldığı bir darbe daha ( Ona "Hayatta hedefin nedir?" diye sormuştu.) şirketten istifa etme isteği doğurur zihninde. Sorunun cevabını düşünür ve bulamaz. İstifa ettikten sonra ilk iş Kerim'le çıkılacak bir tatildir planına göre. Ve tatildeyken geleceğini şekillendirmeyi düşünür. Doğumgünü kutlaması nedeniyle toplandıkları yerde sevgilisi Arya'yla paylaşır düşüncelerini ama kendini keşfedeceği bu yolculuğa Kerim'le gitmek istediğini söylemez ona.

Kerim'e dönersek; Zamanya'nın yıllık büyük toplantısının yapılacağı yere gelir Lara'yla birlikte. Tam bir karnaval yeridir burası. Toplantı sonrası her ne kadar Lara'dan ayrılmak istemese de -âşık olmuşlardır birbirlerine- teklifi kabul etmediğini ve İstanbul'a geri dönmek istediğini söyler.
Döner mi, dönmez mi söylemeliyim ama cepte iki tam gün vardır kazanç olarak...

Başa dönelim ve enteresan diyelim Zamanya için. Bir iş mülakat romanı tam anlamıyla.
Yazar, ikinci kitabı "Saatsiz Ülke" de yine zaman mefhumunu işlemiş araştırmama göre ama henüz onu okumadım.

Yiğit Kulabaş, dünya çapında büyük bir şirketin global pazarlamasında görevliymiş. Zaten pazarlamanın binbir çeşit yöntemini anlatan bir kitap yazmış ve kitapta geçen yerlerde de bulunmuş. Yani bilgi ve birikimini hayal gücü ve fantastik kurguyla harmanlayıp çocukluğundan beri sevdiği işi yaparak yani yazarak okurlarla paylaşmış.

"Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında" demiş ya şair Tanpınar, "her şey zaman, her yer zaman, her zaman zaman" demiş Yiğit Kulabaş da romanında.
Ah zaman ah... Daha nice şaire, yazara ilham kaynağı olacaksın, felsefecileri de unutmayalım bu arada...

YFK Yayınları, basım yılı 2006, 305 syf.

Cuma, Aralık 03, 2010


UZUNHARMANLAR'da BİR DAVETSİZ MİSAFİR

Sezgin Kaymaz

Sezgin Kaymaz külliyatının ilk kitabı ve üstelik yazarını arayan bir kitapmış bu kitap. Şöyleki yazarın yazıp evinde beklettiği bu kitabı bir arkadaşı okumak için ödünç alır ve yayınevine götürür. Yayınevi kitabı basmaya karar verir ama ortada yazar yoktur. Kitabı yayınevine götüren arkadaş da ortada olmayınca yayınevi çok satan bir gazeteye "Yazar Aranıyor" diye ilan verir.

Böylece Sezgin Kaymaz edebiyat dünyasına adım atar. Henüz öğrendiğim bu enteresan başlangıç hikayesi "iyi ki" dedirtti bana, "iyi ki Sezgin Kaymaz yayınlatmış kitabını ve iyi ki Türk edebiyatında böyle bir yazar var". Sezgin Kaymaz'ın şöyle bir özelliği var ki yazarın bir kitabını okuyan ikinciyi, ikinciyi okuyan üçüncüyü merak ediyor. Ben beşinciyi yeni bitirmiş bir okur olarak altıncıyı çok merak ediyorum mesela. Her kitabı fantastik öğeler içeren yazar günlük konuşma diliyle yazdığı için kitapları da bir çırpıda okunuyor üstelik.

Bakalım bu kitapta nasıl bir fantastik kurguyla okura keyifli saatler yaşatıyor Sezgin Kaymaz?

Kitabın baş kişisi Musa, Uzunharmanlar mahallesinde bir bekar evi kiralar. Ama daha ilk gecesinde kendi kendine ışıkların yanıp söndüğü gaipten seslerin geldiği ev, Musa'nın canını sıkar ve evi kiraladığı Beyabi'ye evdeki ilk gecesini anlatır. Beyabi evi temizleyip veremediğinden dertlenedursun, Musa aksine evin pırıl pırıl olduğunu, buzdolabının tıka basa dolu olduğunu, eve onun için bırakılan pantolonla gömleği de giydiğini söyler. Musa'nın sözleriyle iyice afallayan Beyabi evi derleyip toplayanın, yemekleri pişirenin Aspendos adında bir kadın olduğunu söyler ve Musa'yı uğurlar. Musa'nın gidişinin ardından tüm çarşı esnafına Musa'nın çarşıya geleceği haberini uçurur, Aspendos'un yaptıklarına ilave.

Musa çarşı esnafından bakkala gider evvela. Tanışma faslından sonra bakkal Beyabi'nin kiraladığı evde kimsenin bir aydan fazla oturmadığını, her gelenin kaçarcasına gittiğini ve Beyabi'nin de eve giremediğini öğrenir. Bakkaldan sonra soluğu araba tamircisi Kirkor Usta'nın yanında alır. Ardından taksici Sabri'yle görüşür ve eve döner ama ev bıraktığı gibi değildir; etraf toparlanmıştır ve yatağın üzerinde de açık bırakılmış bir kitap vardır. Musa burnundan soluyarak Beyabi'ye gider ve gördüklerini anlatır. Ve neticede Beyabi dışarıdan eve kimsenin girmediğini söyler Musa'nın kendisinden başka. Musa'dan önceki kiracıların da Aspendos yüzünden kaçtıklarını söyler.

Korksa da evine geri dönen Musa, mutfağa girer ve masada iki çay bardağı, sedirin üzerinde kültablası ve içinde de yarısı içilmiş, dumanı hala tüten filtresi rujlu sigarayı görünce deli gibi fırlayıp diğer odalara bakar, mutfağa geri döndüğünde ise çayın altının yakıldığını ve tepsiye şekerliğin konduğunu görür. Bunun üzerine "çık ortaya" diye bağırmaya başlar ama yan komşudan gelen sesi gaipten zannedince düşer bayılır. Gözlerini açtığındaysa karyolasında uzanmaktadır, alnında da sirkeli bez...

"Ayıldın mı koçum?" ... İşte Musa ve mahallelinin koyduğu adıyla Aspendos'un tanışma sahnesi. Musa sorar, Aspendos cevaplar ya da gerçek adıyla Leyla. Arada gırgır şamata, arada harala gürele Leyla'nın bol okkalı küfürleriyle geçen sohbetlerden sonra cevabını bekleyen bir soru çıkar ortaya: Uzunharmanlar'da, Ruşen Sokak 14 numarada kim ev sahibi, kim misafir?

Musa, aklındaki tüm sorulara Leyla'nın verdiği cevaplara inanacak bir süre. Ve ardından tüm mahalleli Leyla'nın cevaplarının yetersizliğine ikna edecek Musa'yı. Uzunharmanlar'a geldikten sonra Ankara'da deniz kenarında çay içtiğini söyleyen Musa, başta Erzurumlu Teyze mahalle sakinlerinin açıklamaları ve yardımlarıyla uyanacak ama hangi uykudan?

Uzunharmanlar bir nevi durak/araf. Uzunharmanlar'da Bir Davetsiz Misafir ise pek keyifli bir Sezgin Kaymaz kitabı. Uzunharmanlar durağında ana karakter Musa ile beklerken zaman su gibi akıp geçiyor, yerli yersiz gülüyor, felsefe deryasına dalıyorsunuz arada. Şimdi ben, "Şöyle keyifli, sürükleyici bir kitabın var mı?" diyene, "Sezgin Kaymaz'la tanışmış mıydın?" diyorum,
Alper Canıgüz'ü de es geçmiyorum tabi.

İletişim Yayınları, basım yılı 2007 (ilk basım 1997), 274 syf.


Pazar, Ocak 31, 2010


GEBER ANNE!..

Sezgin Kaymaz

Kitap için çok acımasız bir ad, değil mi? Ama yazar, kurgusunu tümüyle ifade edecek başka bir ad -belki daha az acımasız- kullanabilir miydi ya da yazarın seçenekleri arasında başka adaylar var mıydı bilemediğimden vurucu bir adla diyelim, Sezgin Kaymaz okuru,okuyucularının aşina olduğu enteresan hayal dünyasına, fantastik bir boyuta kaydıracağını bu iki kelimeyle baştan hissettiriyor. Nitekim öyle de oluyor, daha ilk sayfada oğlunu öperek uyandıran bir anneyle karşılıyor bizi yazar. "O anne bu anne mi acaba?" derken ilk merak yerleşiyor zihnimize.
O zaman diğer sayfalara da şöyle bir bakalım ve bulalım muhatabı kim bu öfkenin?

İsmailoğlu ailesinin evinde açıyoruz gözümüzü. Melek İsmailoğlu küçük oğlu Tayfun'u on yedi yaşına basacağı günün sabahı öperek uyandırır ve anne-oğul birlikte kahvaltı ederler.
Ardından arkadaşlarının kendisi için hazırladığı partiye gimek için evden ayrılır ve akşama ailesiyle birlikte Çin lokantasında yenecek yemeğe yetişeceğini söyleyerek evden ayrılır. Arkadaşlarıyla birlikte gittiği evde beklediği doğum günü kutlamasını bulamaz. Karşısında kendisinden sınırsız ilgi bekleyen ve her türlü paylaşıma açık arkadaşı Ebru'nun cüretkâr kollarını bulur. Arkadaşları ve Ebru'nun oyunundan kaçıp kurtulur ve böyle bir duruma düştüğü için bir an önce eve gidip biricik Melek Anne'sinin kollarında soluklanmak ister. Eve geldiğinde köpekleri Sarı'nın bahçeye bırakıldığını ve kapının da kapalı olduğunu görür. Eve girer ve seslendiği annesinden karşılık bulamaz ama misafir odasından gelen ses üzerine tekrar annesine seslenir ve odaya girer. Gördüğü manzara kaderini değiştirecek olayların başlangıç sebebi olur. Dolaba gizlenmiş bir adam, dolabın içine çekilen bir pantolon ve yerdeki yeşil erkek çorabı. Ve bumm: "Geber Anne!".

Tayfun'un kurallarını annesinin koyduğu ve sadece ikisinin bildiği "Yuvarlak Masa Oyunu" devreye sokulur, yine Tayfun tarafından ama bu sefer annesine karşı. Annesine kayıtsız kalacak, sessizliğini koruyacak ve böylece ondan intikam alacaktır. Gördüğü manzara sonrası evden kaçarcasına ayrılır ama sonra geri döner ve oyununa başlar. Akşam olur, babası, ağabeyi Tufan ve annesiyle birlikte Çin lokantasında yenen yemek ardından evde hediye verme faslı başlar. Annesi hediyesini en sona bırakır ve Tayfun'un tam gece yarısı olan doğum saatinde hediyesini açmasını ister. Tayfun yine kol saati olduğunu tahmin ettiği hediyesini açar ve evet annesi yine saat almıştır ona. Ve bamm: Bir silah sesi ve annesi kendisini vurmuştur. Melek İsmailoğlu oğlunun doğum gününde ölür.

Aradan yıllar geçer tam on yedi yıl.. Yetiştirme yurdu müdürü İhsan Bey, bir diğer yurda aktarılacak çocuklardan Kerem'e gözü gibi bakması için meslektaşı Hasan Çokar'a methiye dizilmiş bir dosya gönderir. Ve bu büyülü çocuk yeni yurda teşrif eder. Daha kendisini yurda getiren otobüsten iner inmez herkesin hayranlığını kazanan bu çocuk nasıl bir şeydir öyle? Kız desen değil, erkek desen böyle güzel erkek mi olur, o uzun sarı saçlar, o alev dudaklar, o hâl o tavır insan mı bu "estağfurullah" melek mi peygamber mi? Hele o çevresini kuşatan ışık... Işık çocuk Kerem... Kerem yurda gelişinden bir süre sonra gitmeye karar verir, elini kolunu sallayarak ve kimse karşı koyamaz ona.

Annesinin intiharından sonra tüm hıncını babası ve ağabeyinden çıkaran Tayfun, yıllar sonra da aynı yerde yaşamaktadır ama evi yıktırıp yerine yeni bir ev yaptırmıştır. Evde köpeği Çomar'la birlikte yaşamaktadır. Ve bir gece evine giren hırsızı yakalar ve ardından bu küçük hırsızla yaşamaya başlar. Tayfun da onu gören herkesin çekimine kapıldığı gibi kapılmıştır büyüsüne küçük hırsızın, "ışık çocuk" Kerem'in.

Kerem'in yurttan ayrılışının ardından İhsan Bey ve Hasan Çokar, Kerem'i aramaya koyulur ve Kerem'in henüz yeni doğmuşken bulunduğu mezarlıktan alınıp götürüldüğü yurdun emekli müdürünü bulurlar ve ardından o mezarlığın bekçisini. Bekçinin söylediği akla sığmayan ama şüphe de uyandıran sözler üzerine araştırmalarını daha da derinleştirirler ve nihayet İsmailoğlu ailesinin evine doğru yola koyulurlar ama...

Kerem, hiç de yabancı gelmiyor Tayfun'a. Bilhassa sözleri, kural tanımazlığı, kendi kuralları ve iltifatlarıyla. Kerem ve Melek Anne, Melek Anne ve Kerem ve on yedi yıl... Bir ölüm ve bir doğum, hem de Melek Anne'nin mezarında...

Tayfun, Kerem'in "zaman yok, dün yok, bugün yok" gibi felsefi söylemlerini kafasında bir kefeye oturtmaya çalışırken, ağabeyinden yıllar sonra öğrendiği bir gerçek onu bambaşka bir maceraya sürükler. Zamanda geriye dönüş ama madem zaman yok o zaman paralel evrenler diyelim Kerem'in diliyle, Tayfun'un o meşum güne geri döndüğünü ve söylediği sözü (bakınız: kapak ismi) nasıl geri almaya çalıştığını görürüz ama zamana hükmedilir mi, zamanla oyun olur mu orasını da anlatmayalım, okumak isteyenler için sonu söyleyip tadı kaçırmayalım.

"Azrail", "Şeytan" derken bu sefer de "reenkarnasyon" ve "zamanda yolculuk" kavramlarıyla kurgulanmış bir Sezgin Kaymaz okuması gerçekleştirdik. Yine fantastik ve yine "farklı" bir kitap.

Yazara bir "es" vermemek düşüncesindeysem helal olsun yazara. Diğer kitaplar, siz de bekleyin beni, yakında en az birinizi daha eklemeyi düşünüyorum kitaplığıma. Hadi aranızdan birini seçmeye koyulun şimdi...

İletişim Yayınları, basım yılı 2009 (ilk basım: 1998), 365 syf.

Pazartesi, Kasım 02, 2009


GÖÇEBE

Stephenie Meyer

Kadınların hayalgücü daha mı fazla çalışıyor ne? Popüler fantastik kitaplarda kadın yazarların imzalarını çokça görmeye başladık. Alacakaranlık dizisinin yazarı, çok satanlar listelerinden inmeyen Stephenie Meyer de bu yazarlardan biri. Göçebe hariç kitaplarını okumadım ama dizinin ilk filmini izledim. Sevdim mi, hayır, vampir hikayelerinden hoşlanmıyorum modernize edilmiş olsa da. Göçebe elime geçtiğinde kafamda soru işaretleri gitti geldi, hem çok satan dedim, hem vampir hikayeleri yazmış dedim, kalın da bir kitap, okusam mı okumasam mı, zaman kaybı olmasın dedim, en sonunda da "ee çok uzattın, hele bir başla dedim" ve başladık okumaya...

İlk sayfalar... Anlatılan sahneyi gözümün önüne getirmeye çalışıyorum. Şifacı, sahip, ruh, avcı, tesellici... İnsan bedenine girmiş ruhlar, bir şifacı eşliğinde -ki bu doktor oluyor- intihar etmiş bir insanın bedenine yeni bir ruh yerleştiriyorlar. Bu ruh, dünyadan önce yedi gezegende yaşamış, öyle ki kimi zaman bir çiçek, kimi zaman bir örümcek, bir ayı, bir yarasa hatta su yosunu olmuş. Şimdiyse Melanie adlı bir genç kızın bedenine yerleştirilecek. Çok gezegen gördüğü içinse yeni adı Göçebe olacak.

Dünya, kendisini "vahşi, saldırgan ve öldüren" insanların elinden kurtarıp daha güzel, yaşanılacak bir yer haline getirmek isteyen ruhların istilasına uğramıştır. Avcı adı verilen bu ruhlar, insanları yakalayıp bir şifacı eşliğinde, kiryoterapi adlı kutularda bekletilen ruhları tranplantasyon adı verilen bir işlemle insan bedenine yerleştirirler. Dünya, bu yeni bedenler sayesinde çok daha sakin bir yere dönüşmüştür. Ama henüz tüm insan ırkı bu değişimden geçmemiştir. Dışarda hâlâ insan avına çıkmış avcılar ve mağaralarda yaşayan "insan" avlar vardır.

Ve Göçebe, üniversitede tarih dersi hocalığı yaparken bir yandan da yeni bedeniyle dünya hayatına uyum sağlamaya çalışmaktadır. Ama bedenin eski sahibine -yani asıl sahibi- ait hatıralar rahat durmamakta ve bedenin yeni sahibi Göçebe'yi rahatsız etmektedir. Bu, ruh yerleştirme işleminden sonra nadir görülen bir durumdur ve bir şifacının duruma el atması gerekmektedir. Yeni bir bedene yerleştirilme ihtimali ve bedenin asıl sahibi Melanie'nin hatıraları onu bir karar eşiğine getirir. Bu hoş olmayan durumdan kimseye bahsetmeyecek ve içinde ikinci bir kişilik gibi yaşayan Melanie'nin dediklerini yapacaktır.

Melanie, kardeşi Jamie ve erkek arkadaşı Jared'ı bulması için Göçebe'den yardım ister. Bir beden ve iki kişilik olarak, arkalarında Göçebe'yi takibe alan Avcı'yı atlatarak çölde bir arayışa çıkarlar. Açlık, susuzluk ve yorgunluktan bayıldıklarında bir el yardımcı olur onlara, daha doğrusu Göçebe'ye. Göçebe, insan bedenine girmiştir ama ruhlarla insanları birbirinden ayıran ve içine bir ruh yerleştirilmiş bedeni ele veren gözleri onu insanların gizlendikleri mağarada bir esarete mahkum eder. Bu mağarada, avcılardan saklanmış insanların arasında o bir ruhtur. Onu bulup mağaraya getiren ise Melanie'nin Jeb Amca'sıdır.

Göçebe, Melanie'nin bedenine sahip olduğu için Jeb Amca korumasında olsa da mağaradaki diğer insanlar için o bir "yaratık"tır ve öldürülmesi gerekmektedir. Jeb Amca, Göçebe'yi insanların öfkesinden uzak tutabilmek için önceleri onu bir hücrede tutar, bir süre sonraysa onu aralarına dahil eder. Yiyecek tedariki için birkaç haftalığına bir grupla mağaradan ayrılan Jared, mağaraya döndüğünde gördüğü manzara karşısında dehşete kapılır. Melanie karşısındadır ama o artık bir yabancıdır. Melanie'nin bedenini ele geçiren bu ruha, Göçebe'ye karşı önceleri çok acımasız davranan Jared, Melanie'nin kardeşi Jamie'nin Göçebe'den -mağarada verilen adıyla Göçer'den- hoşlanmasıyla zamanla durumu kabullenir. Göçer de Melanie gibi Jared'den hoşlanmıştır ama Jared'in aklındaki Melanie'dir ve Göçer, beyninde hiç susmayan Melanie'nin sesiyle duygularını belli etmemeye çalışır. Göçer, bir süre sonra birkaç kişi dışında herkesin sevgisini kazanmıştır. Özellikle Ian, Göçer'den çok hoşlanmıştır ama bedenin asıl sahibi Melanie bu durumdan hiç hoşnut değildir. Melanie'nin hâlâ Göçer'le birlikte aynı bedende olduğunu öğrenen Jared, Melanie'nin aralarına dönmesini istemektedir ama bunun için Göçer'in bedeni terk etmesi gerekmektedir. İnsanların sevgisini kazanan Göçer, büyük bir özveriyle bedeni terk edeceği ve öleceği sırada bambaşka bir şey olur. Melanie bedenine geri döner, peki Göçebe'ye ne olur?

Ve insanlar, ruhların istila ettiği dünyada şimdi ne yapacaklar?...

Kitap, sayfa sayısının çokluğuna ve ilk yüz sayfa kadar kısmın sıkıcılığına rağmen sabırlı davranırsanız size keyifli bir okuma yaşatıyor. Sıkıcı evreyi geçtikten sonra çabuk ilerleyen, sürükleyici bir anlatımla ve hareket kazanan sahneleriyle fantastik edebiyatın lezzetini okura tattırıyor Göçebe.

Epsilon Yayınevi, basım yılı 2009, 679 syf.

Pazar, Mayıs 03, 2009


KİTAB-I DUVDUVANİ

Y.Hakan Erdem

Çaydanlık yutmuş bir kedinin sebep olduğu ilk bakıştaki şaşkınlık, resmin saniyeler sonra kendini anlatmasıyla farklı bir boyuta kayıyor. İşte çaydanlık yutmuş bir kedinin yer aldığı kapak resmi ve iri puntoyla yazılmış tamlama şeklindeki adıyla daha iç sayfalara şöyle gözucuyla bile bakmadan enteresan bir kitapla karşı karşıya olduğumu anladım. Ne ki "enteresan" diye etiketlediğim çoğu kitap okunup rafa kaldırıldığında geride koca bir hayal kırıklığı bırakıyor.

Özel bir üniversitede öğretim üyeliği yapan Y.Hakan Erdem'in okuduğum ilk kitabı. Bu kitabı okuma listeme dahil edene kadar da yazar hakkında hiçbir malumatım yoktu. Küçük bir araştırmadan sonra alınan kitap benim için hayal kırıklığından öteye geçemedi.

Girizgâhtan sonra gelelim Kitab-ı Duvduvani'nin konusuna: Baş karakter Utku Suad Ferid Ceylani, yazardır ve çoğu insanın inandığı, varlığını bildiği ama görmediği efsaneleşmiş bir kitabı eskicide görünce hemen alır ve evine getirir. Bu kitap, Tasviri Kubad Efendi'nin Kitab-ı Duvduvani adlı kitabıdır. Kahramanımız, oturduğu binaya gelince komşusu Fransız güzeli Anette ile karşılaşır. Kitabı ifşa etmemek için küçük bir yalan uydurur:Çantasında taşıdığı, apartmana gizlice soktuğu kedisidir ve adı da Duvduvani'dir. Suad Ferid, yalanının ortaya çıkmaması için kara bir sokak kedisini yakalar, evine getirir ve o artık Suad Ferid'in kedisidir. Kedi vasıtasıyla Suad Ferid ve Anette arasında yakınlaşma başlar.

Suad Ferid, kitabı incelemeye koyulur. Daha önce benzerini görmediği bu kitap, içine ne yazılırsa onu gerçekleştirmektedir.

Ve yazar, Hakan Erdem'in kurgusu burada başlar. Bir evrenden diğerine, Kainat-ı Mübeddele'den Kainat-ı Müdani'ye, paralel evrenler oluşturarak bir Suad Ferid karakteriyle günümüze, bir Sultan III.Burak'ın oğlu II.Berke'yle yüzyıllar öncesine şahit olur okuyucu. Ve bu iki zaman ve mekanda pek çok karakter (öyleki yazar kitabın sonunda bir sözlüğe ilave bir de şahıs indeksine yer vermiş), tarih zemininde savaşlar, entrikalar mevcut. Evrenler paralel olunca karakterler de paralel bir yaşam sergiliyorlar. Şöyle ki günümüzün Suad Ferid'i, geçmişte aynı iri cüssesiyle II.Berke olarak karşımıza çıkıyor.

Bir de olayların seyrini değiştiren gizli bir el "Meçhul Muhayyil" var ki kimi zaman Suad Ferid olduğunu düşündüğümüz, o da bu oyun sahnesinde bir oyuncu. Ama oyunu yazan kimdir, oyuncu kimdir pek bir girifttir kitapta.

Yazar zorlayıcı, kolay anlaşılmayan bir dil kullanmış. Bu da kitabı sürükleyicilikten pek uzağa götürüyor (Bu kitabı okumayı oldukça uzun bir zamana yaydım).
Kitap bölüm başlarında yazarın çizimleri yer alıyor.
Kitap tür olarak; paralel evrenleriyle bilim-kurgudan bir avuç, kurmaca da olsa tarihten beslenmesiyle tarihten bir avuç, iktidar sevdası ve Avrupa aşkına göndermeleriyle bir avuç hicve bulanmış fantastik bir roman.

Neymiş, bazı kitaplar okuyucuyu fazla zorlar, bu kitapların okunması zamana yayılır ama okurun tüm çabasına rağmen kitap, kendini ifşa etmez, kapılarını açmaz. Neticesinde de okura koca bir soru işaretinden fazlaca bir şey bırakmaz. Kitabın bendeki karşılığı budur.

Kanat Kitap, basım yılı 2004, 391 syf.

Cuma, Nisan 03, 2009


MOR ÖLÜM

Mutlu Haspolat

Fantastik edebiyata daha yeni merak saldığım günlerde bu türde yazılmış eserleri araştırırken karşılaştım Mor Ölüm'le. Mor Ölüm, yazarın ilk ve tek kitabı ama yazar ikinci kitap için kolları sıvamış bile. Umarım kısa zamanda raflarda yerini alır, şahsen sabırsızlıkla bekliyorum yazarın ikinci bir kitabını okumayı.

Mor Ölüm... Yazar adayı, zatının beğenmediği ve bir yazara yakıştıramadığı ismiyle Mahmut Şişe, mutfağını basan farelerden kurtulmak için kurduğu tuzağa düşen farenin dile gelmesinin şokunu atlatamadan evini istila eden fareler tarafından sırtlanır ve evin zeminindeki kuyudan aşağı itilir. Böylece Mahmut Şişe'nin "içindeki potansiyeli çıkaracak" akılalmaz yolculuğu başlar.

İtildiği kuyu, sonu görünmeyen bir tünele açılır. Her yanı dev mermer sütunlarla kaplı su dolu tünelde üzerinde çizgili pijaması ve kafasında bir dolu soru işaretiyle ilerlemeye başlar.Tünelin duvarlarında Yunan heykellerini andıran, pek çok yazara ait heykeller bulunmakta ve hepsinin altında "Çar Apikes" yazmaktadır. Sonradan adının "Bilgelik Tüneli" olduğunu öğreneceği tünelin çıkışı "Gökyüzü Şelalesi"nden, Bodur Diyarı'na düşer. Adını bodur boylu insanlarından alan Bodur Diyarı'nda karşılaştığı ilk Bodur, İva olur. İva, karşısındakinin önce düşman ülke Obur Diyarı'ndan bir Obur olduğunu düşünür ama bu yaratık Oburlardan bile iridir İva'ya göre. Sonra onun Tanrı olduğunu düşünür ve ona isyan etmeye başlar. Yazar adayı ve kendini bir anda Obur Diyarı'nda bulan karakterimiz Mahmut Şişe de İva'nın ona seslendiği üzere "Tanrı" rolüne soyunur ve maceranın onu nereye götüreceğini beklemeye koyulur.

Mahmut Şişe, Bodur Diyarı'nda gezinedursun, Bodur halkı da Oburlarla olası bir savaşa karşı hazırlıklarını yapmaktadır. Bodur ordusunun komutanı ise İva'nın babası Şaharm'dır. Emrindeki askerleri ve her ne kadar fikirleri uyuşmasa da en büyük yardımcısı Bilge Ser de yanındadır. Bu arada kendisinin bir başka yazarın kurguladığı bir kitabın kahramanı olarak Bodur Diyarı'na gönderildiğini düşünen Mahmut Şişe, bir yandan Allah'tan af dileyerek Tanrı rolüne devam eder.
İva'nın evinde ise acı vardır. Anne Vuvaye katil sarmaşıkların elinde can vermiştir. Şaharm eve döndüğünde karısının ölü bedenini görünce yıkılır. Geleneklerine göre bu durumda Şaharm'ın parmağındaki yüzüğü çıkarması gerekmektedir ve o da yüzüğü çıkarmamak için parmağını keser."Tanrı" rolündeki karakterimiz Mahmut Şişe de yanlarındadır ve bu bodur boylu ama kocaman yürekli adamın karşısında dehşete düşer. Kendi hayatını düşünür,ilişkilerini, aşklarını ve aşkın asıl anlamını bu acıklı sahnede öğrenir.

Kahramanımız, Bodur evinde üzerinde "Çar Apikes" yazılı bir sandık görür. Bilgelik Tüneli'nde de gördüğü bu isim merakını daha da kamçılar. Sandığın üzerinde şekiller görmeye başlar; İstanbul'u, Haliç'i derken kendi evini ve karşısındaki Rum asıllı Madam Teyze'nin evini...

Sandığın anahtarını ararken kitap rafında Thomas More'un Ütopya'sını görür. Şaşkınlık içinde kitabı okumaya başlar ama kitabın içinde yazılanlar Thomas More'a ait değildir. İva, kız kardeşi Purevan'a ölümünden sonra okuması için bir mektup bırakmıştır kitabın içine ve mektubunda şifreli olarak günlüğünün yerini de yazmıştır.
Kahramanımızın sandıkla uğraşırken gayri ihtiyari söylediği sözler, sandığı açar ve sandıkta "Çar Apikes, Düşünce Dünyası Krallığı" yazılarını görür ve oraya davetli olduğunu öğrenir. Yapması gereken sadece verilen komutları yerine getirmektir.

Mahmut Şişe, gözlerini kapar ve kendini Düşünce Dünyası Krallığı'nda bulur. "Düşünce suçlusu" olarak ilerlediği krallıkta küçük bir hileyle "özgürce dolaşım sahibi" olur. Kahramanımız bu gizemli yolculuğun tadını çıkarmaya karar verir ve düşünce okuma bölümünde ölülerin sırlarına erişir. Annesinin kendisi hakkındaki düşüncelerini merak eder ardından karşı komşusu Madam Teyze'nin düşünce dünyasına girer ve önüne tekerlemeye benzer uzunca mısralar çıkar:
"Kapkara bir kitabın
İçinde kayboldu iki ruh...
Birisi doğurandır, diğeri doğurtandır...
Biri ana olursa, diğeri ebe değil
Ölümsüzlük isterken
Ölmek hiç elde değil...
...
Sonsuzlukla buluşsun
Bu bitmeyen hikaye
Hiç okumamışım ben
Bu kara dizelerde
Eğer değilse şifre..."

Tam ölüp ölmediğini öğrenmek için kendi adını girdiği sırada yakalanır, "Düş Polis" tarafından.
Ve kendini her şeyin camdan yapıldığı bir salonda bulur. Cam koltuklar üzerinde altı mermer insan oturmaktadır. Mahmut da karşılarına oturtulur ve tunçtan devasa bir adam çıkar tahta, tam Mahmut Şişe'nin karşısına. Kahramanımız, Çar Apikes Sarayı'ndadır ve tunç adam da Kral Çar Apikes'tir. Mahmut Şişe, düşüncelerinin yargılanması için oradadır: "Kelepçeli mermer düşünceler"...

Uzun bir yargılama sürecinin ardından kahramanımız gözlerini açtığında kendisini Şaharm'ın evinde bulur. Bodur Diyarı'nda dolaşırken kendisine eşlik eden sesle birlikte bir mağaradan içeri girer ve yine bir sarayda bulur kendini: "Kral Araruh Sarayı". (İşte asıl macera burada başlıyor. Yeni düğümler atılıyor, eski düğümler çözülüyor... Ve Mahmut Şişe bu maceranın nedenini öğrenmiş oluyor.)

Mahmut Şişe, Araruh Sarayı'nda Kral Araruh'la bir diğer ismiyle Bilge Kariptolis ile tanışır. Kahramanımız, Kral Araruh/ Bilge Kariptolis'i ilk gördüğünde şaşkınlıktan küçük dilini yutma aşamasına gelir. Çünkü karşısında oturan adam kendisinden başkası değildir. Odada üç Mahmut Şişe vardır; biri yazar adayı kahramanımız, biri tahtta oturan Mahmut Şişe ve onun kucağında oturan küçük Mahmut Şişe yani Medasus.

Ve başlar anlatmaya Kral Araruh/ Bilge Kariptolis'in yani kendisinin upuzun hikayesini. İki bin beş yıl öncesinden, milâtla birlikte başlayan bir hikaye. Neler yoktur ki bu hikayede... Aşk, ayırılık, ihanet, entrika, ölüm ama en mühimi Mahmut Şişe'yi bu mor diyara getiren sebep: Yasak aşk.
Bilge Kariptolis ve Medasus'un yasak aşkı. Ruhları arada kalmış, cezalandırılmış iki beden.
Yasak aşklarının üzerine yapılan büyüyü çözecek olan şifre, anahtar yahut Madam Teyze'nin düşüncesinde gizli tekerleme...
Yaşamla ölüm arasında sıkışmış iki ruh, Araruh...

Kahramanımız, Bilge Kariptolis'in iki bin beş yıllık esaretine son vermeden önce Bodur Diyarı'na döner ve İva'nın günlüğünü bulur. Günlükten, her şeyin nasıl da kral Araruh/ Bilge Kariptolis tarafından detaylıca planlandığını öğrenir.
Nihayetinde üç taraf için de - Mahmut Şişe, Bilge Kariptolis ve Medasus,
Bodurlar ve Oburlar- mutlu sonla biter gizemli yolculuk.

Ve evine döndüğünde kahramanımız bilgisayarının başına geçip romanı için ilk cümleyi yazar ekrana: "İçimde büyük bir potansiyel var!"...

........................................................

"Ölümün rengi olmaz derdim, bir gün aşk kızdı, ölümü mora boyadı" kitabı tam anlamıyla ifade ediyor bu kısa cümle.
Aşk ve ölüm... Yazar başarılı bir kurgu, olağanüstü hayalgücü ve şiir tadında anlatım diliyle harika bir ilk kitap çıkarmış ortaya.

Mor Ölüm, fantastik bir roman ama fantastik öğelerin arasından hayata dair pek çok mesaj çıkarmak da mümkün.

Kitap neredeyse ders kitabı ebatlarında (15,5x 23,5 cm) ve yazı boyutu da oldukça küçük. Bu iki özellik ilk başta negatif bir izlenim bıraksa da daha ilk sayfalarda kitabın içine girmeye başlıyorsunuz, böylece bu intibadan kurtuluyorsunuz.
Bu arada kitabın içeriğiyle bire bir örtüşen manidar kapağını da es geçmemek lazım, zincire vurulmuş "kelepçeli mermer düşünceler"...

Keyif alarak okudum. Hani kimi yiyeceklerin/içeceklerin damakta bıraktığı hoş bir tat vardır. Ama o tadı hakkıyla alabilmek için yenilen ya da içilen şeyin yutulmadan önce ağızda kısacık da olsa demlenmesi gerekir ya, Mor Ölüm de öyle oldu benim için. Yavaş yavaş okudum ( Kitap sürükleyici ama ) o tadı her okuduğumda yakaladım ve kitabı bitirdiğimde de kitabın tadı hâlâ damağımdaydı...


Akis Kitap, basım yılı 2007, 472 syf.

Perşembe, Aralık 04, 2008


Journey to the Center of the Earth / DÜNYANIN MERKEZİNE YOLCULUK

Başrolünde Brendan Fraser'ın oynadığı 2008, ABD yapımı Eric Brevig filmi.

Jules Verne'in aynı adlı romanından uyarlanan film, NASA’nın kullandığı dijital 3D teknolojisi kullanılarak 3 boyutlu hale getirilmiş. Film, dijital 3D kullanılarak, canlı oyuncular ile çekilmiş, animasyon olmayan ilk film olma özelliğini taşıyormuş.

3 boyutlu izleyemesem de filmin normal seyri de gayet heyecanlı.

Gelelim filmin konusuna:
-açıklayıcıdır bilginize-
Maceraperest bilimadamı Trevor Andersen dünyanın merkezine yolculuk amacıyla İzlanda'ya giden ama bir daha geri dönmeyen kardeşinin peşinden onun araştırmalarını devam ettirmek için yeğeni Sean ile birlikte İzlanda'ya gider. Maceralarında Sean'in yanında getirdiği Jules Verne'in kitabına, babasının düştüğü notlar onlara yol gösterecektir.

İzlanda'ya giderler ve burada kardeşiyle birlikte çalışmış ve ortadan kaybolmuş bir bilim adamının rehberlik yapan kızıyla tanışırlar.
Birlikte keşif gezisine çıkarlar. Dağa tırmanırlarken derin bir çukura düşerler ve macera başlar...

Dünyanın merkezine inerler ama çıkması pek kolay olmaz...
...............................................











Son sürat giden yük vagonları, manyetik kayalar, dev mantarlar, dinozorlar, vahşi çiçekler, deniz canavarları... Heyecanlı sahneler bol.

"Mutlaka filmi" değil ama yine de keyifli bir film.


bir Eric Brevig filmi
2008, ABD yapımı
92 dk.
aksiyon, macera, fantastik, 3D

IMDb puanı 6.1/10.

Perşembe, Kasım 20, 2008


KIZIL VAİZ / DERZULYA HAİN ÜÇLEMESİ I

Orkun Uçar

Komşu kitaplıktan uzun süre önce alınıp okunan ama yorumlanması ertelenen bir kitap oldu Kızıl Vaiz. Ertelenme sebebiyse malum, sinema yorumlarım. Uzun ara verdiğim kitap yorumlarıma bu kitapla başlangıç yapalım bakalım.

Öncelikle kitabın yazarından bahsedeyim. Gerçi bilenler bilir, çünkü yazar bir ara çok satanlar listesinde ilk sırada yer alan kitapların yazarı. Metal Fırtına, Asi ve Zifir gibi. Bu üç kitabı okumadım, okur muyum onu da bilmiyorum ama Kızıl Vaiz, arka kapağında yazanlarla dikkatimi çekti ve başladık okumaya.

Yazar "Derzulya" adlı on iki kitaptan oluşacak serinin "Hain Üçlemesi"nin ilk kitabı olarak okura sunmuş kitabını. Yazarın, internet üzerinde kurduğu Xasiork Ölümsüz Öyküler Kulübü adlı bir de adresi var.
Bu kitap da aynı adlı yayınevinden çıkmış ilk baskı. Kitabın diğer baskısı Altın Kitaplar'dan.

Nasıl bir kitap Kızıl Vaiz? Öncelikle bu türde okuduğum ilk kitap. Epik fantezi tarzında yazılmış bir roman. Kitabın henüz ilk sayfalarındayken "Ölü Ozanlar Derneği" çağrışımı kafamda döndü durdu ama aslında pek benzerlik yok.

Kitabın konusuna gelince: Kitap, Beyoğlu'nun arka sokaklarında gizemli bir öykü kulübüne üye olmak isteyen genç bir yazarın başından geçenleri anlatıyor.

Kahramanımız Atilla, Beyoğlu'nda dolaşırken bir süre önce ortadan kaybolan ve intihar ettiği söylentisi yayılan arkadaşı Gökhan'a rastlar. Seslenir ama arkadaşına sesini duyuramaz ve arkadaşının peşinden gider. Arkadaşı, daha önce hiç görmediği ve varlığından haberi olmadığı bir yapıya girer, peşinden Atilla da girer. Yapının kapısındaki "Xasiork-Ölümsüz Öykü Kulübü / Yalnız Gören Gözler Girebilir!" yazısı merakını daha da artırır. İçeri girer ve bir toplantı yapılacağından haberdar olur. Atilla daha kendisine ikram edilenleri bitirmemişken odaya bir ihtiyar adam ve arkasında arkadaşı Gökhan girer. Arkadaşı Atilla'yı görünce şaşırır ama kulüpten çıktıktan sonra konuşacaklarını ve Atilla'dan sadece anlatılacakları dinlemesini ister.

Ve başlar odadaki öykü grubundan Yakup, kendi yazdığı "Depo" adlı hikayesini anlatmaya. Ardından bir başka üye "Yengeç" adlı öyküsünü anlatır. Öykülerin bitiminde herkes görüşlerini bildirir. Atilla da kendi görüşünü söyler ve oradakilere kendini farkettirir. Kulübün başkanı ihtiyar adam yani Bay Sinbad, Atilla'ya kulübe katılmak isteyip istemediğini sorar. Atilla üye olmaya çok isteklidir ama öykü kulübünün bir şartı vardır: Herkesin beğeneceği bir öykü yazmak...

Kulüpten çıkarlar ve ertesi gün iki arkadaş bir barda buluştuklarında Gökhan kulübe nasıl üye olduğunu ve üye olmasını sağlayan "Buzlar Kraliçesi" öyküsünü anlatır. Ardından iki arkadaş, Gökhan'ın evine giderler ve Atilla kendi yazdığı öyküsü "Cevayir"i anlatır arkadaşına. Gökhan ise Atilla'ya kulübe üye olabilmesi için daha iyi bir öyküye ihtiyacı olduğunu söyler. Atilla bir diğer öyküsü "Uçurum Halkı"nı anlatır, ardından "Tekboynuz"u...

İki arkadaş Bay Sinbad'ın yemek davetine giderler ve Atilla burada kulüple ilgili önemli şeyler öğrenir: Kulübün istemediğine varlığını belli etmediğini mesela...
Bay Sinbad'ın eşi Yasemin Hanım da öyküsünü anlatır " Erdemli Yürüyüşçü Ois". Yemekler yenir ve Atilla "Bir Robot Masalı" öyküsünü anlatır.
Öykü sonunda Bay Sinbad, kulübe üye olmanın gerektirdiği sorumluluklardan bahseder. Gizemli bir yolculuk da bunlardan biridir. Atilla'nın onayından sonra dört kişilik grup ( Atilla, Gökhan, Bay Sinbad ve eşi) merdivenlerden çıkarlar ve bambaşka bir boyuta geçerler. Geldikleri bu bambaşka dünya Bay Sinbad'ın tarifiyle "bütün dünyaların merkezi Derzulya"dır. Dörtlünün kıyafetleri de değişmiş, Arap kıyafetlerine dönüşmüştür.

Atilla görevini öğrenir: İyiliğin ve kötülüğün devamlı savaş halinde olduğu Derzulya'da dengeyi sağlamak.Kötülük güçlerinin başı Kızıl Vaiz'e karşı savaşacaktır. Ama önce kulüp üyelerinin beğeneceği bir öykü anlatmalıdır. Dörtlü grup, Kızıl Vaiz'in büyülü oyunlarına yakalanırlar ama dünyaya dönüş yapabilirler. Lakin Atilla, dünyaya döndüğünde Derzulya'yı unutmuştur.

Atilla, davet dönüşü evine giderken tinerci çocukların saldırısına uğrar ama zarar görmez. Saldırıda bir tuhaflık olduğunun farkındadır ama nedenini bulamaz.
Atilla, bir televizyon kanalında çalışan arkadaşına filme çekilmesini umduğu "Ruh Yutucu" hikayesini okur. Bu arada bir gece rüyasında Kızıl Vaiz'i görür. Kızıl Vaiz'in şiddetli öfkesiyle karşı karşıyadır. Uyanır ve kendi kendine "Kauçuk Bebek" hikayesini okur.

Sonraki buluşmalarında kulüp için yazdığı "Ölünün Yamyamlığı" adlı öyküsünü okur arkadaşı Gökhan'a. Arkadaşı öyküyü pek beğenmez ama birlikte kulübe giderler yine. Yemekten sonra bir başka üye "İlmik", bir diğeri "Tabu", bir başkası da "Sonsuza Anıt" öykülerini anlatır.
Sıra Atilla'ya gelir ve o da "Zorunlu Aydınlık Çağı" öyküsünü anlatmaya başlar...

Kulübe üye olabildi mi, onun cevabı da sanırım, serinin ikinci kitabı henüz yazılmamış olan "Cellat" da karşımıza çıkacak. Üçlemenin son kitabı da "Aşk" olacakmış.

Ölümsüz Öyküler Kulübü'nde anlatılan tüm öyküler başarılı ama benim favori öykülerim: Birincilik ödülü de olan, dedesinden kalan mirası alabilmesi yine dedesinden kalan bir depoyu işletmesine bağlı olan bir adamın yaşadığı tuhaf olayları anlatan "Depo",
Fantastik bir kader hikayesini anlatan "Ruh Yutucu" -sanırım en çok bu öyküden etkilendim-, "İlmik", "Uçurum Halkı", "Tabu" ve "Sonsuza Anıt"...

Benim için yeni bir yazar, yeni bir kitap ama serinin henüz yazılmamış ikinci kitabını da şimdiden merakla bekliyorum.
Fantastik kurguyu kısmen seviyorum ama bir Türk yazarın hayal gücünün bu kadar geniş olması da hoşuma gitti doğrusu.
Bu kitap, başarılı bir yönetmenin elinde harika bir filme dönüşebilir fikrimce.


Xasiork Kitapları (Altın Kitaplar'da yeni basım/ 2007), basım yılı 2002, 207 syf.

Çarşamba, Kasım 12, 2008

SOMEWHERE IN TIME / ZAMANIN BİR YERİNDE

Richard Matheson'ın "Bid Time Return" adlı romanından sinemaya uyarlanan 1980, ABD yapımı bir Jeannot Szwarc filmi.

Başrolünde Supermen'den tanıdığımız Christopher Reeve'in olduğu filmde kadın oyuncu Jane Seymour da güzelliğiyle göz kamaştırıyor.

Gelelim zamanda yolculuğu anlatan bu harika romantik, fantastik filmin konusuna:


-açıklayıcıdır bilginize-

Üniversite öğrencisi Richard Collier, 1972 yılında Grand Hotel'de, yazdığı ilk oyununun gala gecesinde tuhaf bir olay yaşar: Yaşlı ve tanımadığı bir bayan kalabalığın arasından sıyrılır ve Richard'ın avcuna bir cep saati bırakır. Sadece "Bana geri dön" der ve gider.

Aradan tam sekiz yıl geçer ve artık ünlü bir oyun yazarı olan Richard Collier bir gün Grand Hotel'e tekrar gider. Otelin tarih salonunda gördüğü bir portreden çok etkilenir ve portrenin kime ait olduğunu öğrenmeye karar verir. Otel görevlisi Arthur'dan portrenin seneler önce çok ünlü bir tiyatro oyuncusu olan Elise Mckenna'ya ait olduğunu öğrenir. Elisa McKenna'nın 1912 yılında otel tiyatrosunda oynadığı oyunla yıldızının parladığını da.



Richard, portredeki kadına aşık olmuştur. Otelden ayrılmaktan vazgeçer ve kütüphanede kadın hakkında bir araştırma yapar. Ama tiyatro dergilerini araştırırken gördüğü bir fotoğraf onu şaşkına çevirir. Elisa McKenna'nın yaşlı bir fotoğrafı vardır dergide, fotoğraftaki yaşlı kadınsa sekiz yıl önce aynı otelde eline cep saati bırakarak "Bana geri dön" diyen kadının kendisidir.

Yaşlı kadının evini bulur ama kadının sekiz yıl önce saati ona verdikten sonra öldüğünü öğrenir.Kadının yardımcısından onun hakkında öğrendikleri arasında en önemlisi Elisa'nın 1912'de Grand Hotel'deki oyunundan sonra çok değiştiği, içine kapandığı ve mutsuz olduğudur. Elisa'nın evindeki bir kitap dikkatini çeker. Kitabın adı "Zamanda Yolculuk"tur ve Elisa'nın kitabı sürekli okuduğunu öğrenir. Kitabın yazarı Richard'ın üniversitedeki felsefe öğretmenidir. Richard öğretmenini bulur ve ondan zamanda yolculuğun mümkün olup olmadığını öğrenmek ister.

Felsefe öğretmeni ona, bunu bir kez denediğini söyleyince Richard da denemeye karar verir.Her şeyi hazırlar; o yıllara ait kıyafet, para... Görüntüsünü değiştirdikten sonra sıra beynini hazırlamaya gelmiştir. Sesini kasede çeker ve kendi kendine telkinlerini defalarca dinler. Ama işe yaramaz ta ki otelin tavan arasında 1912 yılına ait defteri bulana kadar. Elisa McKenna'dan bir gün sonra kendisinin de otele kayıt yaptırdığını görür. Ve tekrar telkine başlar. Uyur ve uyandığındaysa zamanda geriye dönmüştür.

Otelde Elisa'yı bulur, onunla konuşmak için çok uğraşsa da sonunda Elisa'yı menajerin elinden kaçırır. Artık iki sevgilidirler. Elisa oyununu sergiler. Ama oyun sonrası Richard'ı bulamaz. Richard, Elisa'nın menajerinin oyununa gelir. Menajer, Elisa'ya Richard'ın otelden ayrıldığını söyler. Elisa ve menajeri de otelden ayrılırlar. Richard, bağlarından kurtulur kurtulmaz otele döner ama Elisa'nın otelden ayrıldığını öğrenir. Tam her şeyin bittiğini düşünürken Elisa otele geri döner.

Otelde geçirdikleri gecenin sabahında, Richard cebinde kalan parayı görür. Ama para 1912'ye ait değildir...

En başa döner Richard... Tekrar tekrar dener ama Elisa'yı göremez bir daha...
Belki de görür zamanın bir yerinde...

..................................................

Tek kelimeyle mükemmel bir film.
Romantik filmlerden hoşlananlar kaçırmasın derim.

Her sahnesi etkileyici ama özellikle filmin son on dakikasında gözyaşlarınızı tutamayabilirsiniz.

Daha ne demeli, izleyin...

bir Jeannot Szwarc filmi
1980, ABD yapımı

romantik, fantastik

Türkçe altyazılı

103 dk.

IMDb puanı 7.0/10.

Perşembe, Ekim 09, 2008



IMA AI NI YUKIMASU /BE WITH YOU / SENİNLE OLMAK


Yine Uzakdoğudan ama bu sefer Japon sinemasından masal tadında başarılı bir film.

-açıklayıcıdır bilginize-
Takumi, karısının erken yaşta ölümünden sonra oğlu Yuji'yle birlikte hayatına devam eder.Bir yıl önce kaybettiği eşinin Yuji'nin masal kitabında da yer alan efsaneye göre yağmur mevsiminde döneceğini söyler oğluna.Yağmur mevsimi yaklaşmakta, Yuji efsaneye inanmakta, Takumi'yse inanmak istemektedir. Yağmur mevsimi gelir ve baba-oğul evlerinin yakınındaki korulukta dolaşırlarken bir viraneye girerler. Burada bir mucize olur ve ölen eşi Mio,viranenin girişinde belirir. Baba oğul yanına giderler ama Mio onları tanımaz. Takumi Mio'yu evlerine getirir. Mio hiçbir şey hatırlamamaktadır. Takumi ve oğlu ona öldüğünü söylemezler. Mio da hafıza kaybı geçirdiğini düşünür. Baba oğul birlikte ona ölümü dışında her şeyi anlatırlar. Nasıl tanıştıklarını, nasıl evlendiklerini ve Yuji'yi...

Bir yağmur mevsimi gelir geçer ve efsaneye göre geri dönme vakti gelmiştir. Mio, Yuji'nin masal kitabında gördüğü sonu gerçekleştirmek üzere Takumi ve Yuji'nin onu buldukları koruluktaki viraneye gider. Önce Yuji ardından Takumi de gelir viraneye. Ve onun gidişine tanık olurlar...
..................................................

Masal tadında, romantik filmlerden hoşlananları memnun edebilecek güzel bir film.

Filmin açılış sahnesinde bir genç görürüz, kapıyı açıp pastacının getirdiği pastayı içeri alan ve "Baba" diye seslenen bir genç. İşte bu sahne ve bu sahneyle alakâlı sahneler filmin güzel düşünülmüş sahnelerinden sadece birkaçı. Ve de Takumi ve Mio'nun geçmişe dönüşlerinde yap-boz parçaları gibi birbirlerini tamamladığı sahneler. Okul yıllarında ikisinin de birbirini sevdiği ama ikisinin de aşklarının karşılıksız olduğunu düşünmeleri mesela...
Filmdeki baba-oğul ilişkisi de çok duygusal yansıtılmış. Babasının pişirmeyi beceremediği yumurtayı çocuğun her seferinde beğenerek yemesi küçük bir çocuktan beklenemeyecek bir şey belki ama Yuji öyle yapıyor filmde, afiyetle yiyor yemeğini. Babasının kendini yetersiz görüşü ama Yuji'nin tersini düşünmesi...

Büyülü bir film, yazıya tam anlamıyla dökülemiyor. Seyirlik bir büyü, seyirlik bir masal...

bir Nobuhiro Doi filmi
2004, Japonya yapımı
119 dk.
dram, romantik, fantastik
Türkçe altyazılı

IMDb puanı 8.1 /10.