J.C.Grange etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
J.C.Grange etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Salı, Kasım 17, 2009


ŞEYTAN YEMİNİ

Jean Christophe Grange

Farkındayım, bu aralar Grange'la pek haşır neşiriz. Polisiye-gerilim merakım kısa sürede yazarın dört kitabını okuttu bana ama bu kitaptan sonra bu türe biraz ara vereceğim. Bir süre daha kütüphane kitaplarından faydalanacağım. Ne yazık ki kütüphanemiz kitap çeşitliliği ve güncellenme açısından biraz kısır vaziyette. Hal böyle olunca okumak istediğim yeni türler ve yazarlardan uzakta kalıyorum, bir süreliğine.

Şimdi lafı toparla da Şeytan Yemini'ne gel bakalım ey okur: Gelelim efendim, hay hay...
Din olgusunun yazında kendine yer bulması çok eskilere dayanıyor evet ama sanki şu meşum tarih 2012'ye doğru bu konu inanılmaz derecede artış gösterdi dünya edebiyatında. Dinler, tarikatlar/sapkın tarikatlar, mezhepler, kutsal metinler, törenler, ayinler... Din başlığı altında akla gelecek ne varsa polisiye, gerilim, macera... gibi pek çok türde kendine yer buluyor işin ilginci bu kitaplar da çok satıyor. Reklamın bu satışlardaki öncelikli katkısını bir köşeye çekersek geriye ne kalıyor? İnsanoğlunun gizeme duyduğu merak. Bu kitaplar gizli bir şeyleri ortaya çıkarır, her kafadan ses çıkar, komplo teorilerine meraklı kimi kişiler tarafından kabul görür, sırları ortaya dökülenlerse yazılanları safsata olarak nitelendirir. Acaba hangisi doğru? İşte kendine birbirinden uzak iki nokta oluşturan bu konuyu bir çizgiyle birleştiren ve ona doğru adını veren şey sadece "bilme merakı". İyi ve kötünün savaşı, bir yerde yazarın tabiriyle "Tanrı ve Şeytan'ın savaşı"... Şeytan Yemini, fazlasıyla Hristiyan öğenin varlığıyla, Şeytan'a tapanların ritüelleriyle, neredeyse sayfa aşırı yer alan Fransızca adres bilgileriyle, okurun gözüne sokulan reklam markalarıyla ve karakter fazlalığıyla okuru gerçekten yoruyor. Ama Grange yine şaşırtıcı zekasıyla beslediği bu kitabını da okutturuyor.
(Bu parantezi niçin açtık, Grange beğeni listemi okuduğum dört kitap arasında yaparsam; başı Siyah Kan çekiyor, ikinciliği Kurtlar İmparatorluğu, üçüncülüğü Leyleklerin Uçuşu ve son sırayı da Şeytan Yemini alıyor. İlginçtir ki okuma sıram da bu şekildeydi.)

İyi, hoş da hala kitabın konusuyla ilgili bir cümle göremedik diyen okurlar için aşağıdaki satırlar geliyor.
Mat Durey ve Luc Soubeyras... Aynı Katolik okulunda okumuş iki arkadaş... Biri Tanrı biri Şeytan arayışında... Yıllar sonra biri cinayet masası biri ahlak masasında polis olduklarında da arkadaşlıkları devam ediyor. Mat, en yakın arkadaşı Luc'un beline taş bağlayıp kendini nehre atmasına bir anlam veremiyor. Ona göre Luc, inancı yüzünden intihar edebilecek biri değil. Luc, intihar ediyor, ölmüyor ama ne zaman uyanacağı belli olmayan komaya giriyor. Mat ise Luc'u intihara götüren sebebi bulmayı kendine görev biliyor ve Luc'un üzerinde çalıştığı olayları araştırmaya koyuluyor. Buldukları onu Sylvie Simonis'e götürüyor. Yıllar önce bir kuyuda ölü bulunan kızı Manon'un şüpheli ölümü, anne Sylvie'nın dehşet şekilde öldürülüşü... Otopsi sonuçlarına göre cesette yer alan leş yiyici çeşitli böcekler, nereden geldiği belli olmayan vücut içindeki ışıklı liken ama hepsinden önemlisi cinayet mahallinde "Işıksızları Koruyorum" imzası.

Kimdir bu "ışıksızlar"? Mat, din adamları, polisler, doktorlar üçgeninde Simonis cinayetini çözmeye uğraşırken, Simonis olayına benzer iki vakayla daha karşılaşıyor. Hepsinin ortak noktası, cesetlerde böcekler, liken ve ısırıklardan başka, suçunu itiraf eden katillerin geçmişlerinde ölümden döndükleri, koma sürecinde bir negatif ölüme yakın deneyim yaşamış olmaları/ya da yaşamış olduklarını sanmaları...
Mat, Simonis ailesinin küçük kızı Manon'un ölmediğini öğreniyor. Manon, yirmi iki yaşında adını değiştirmiş olarak çıkıyor karşısına. Mat, kıza âşık oluyor, bir yandan kızın kendisini Şeytana taptığı için kuyuya atan annesinden intikam almak amacıyla onu öldürdüğü şüphesini ortadan kaldırıp Manon'u aklamaya, bir yandan da Manon'u peşinde olduklarını düşündüğü Işıksız arayıcılarından korumaya çalışıyor. Manon, yıllar önce annesi tarafından kuyuya atıldığında ölmemiş ve bir doktorun uyguladığı sistem sayesinde hayata dönmüştür. Ama komada kaldığı süre içinde Şeytanın kendisine göründüğü ve Manon'un da artık ona hizmet ettiği iddialarına karşı koyan Mat, Luc'un komadan çıkması ve kendisiyle konuşmasıyla şaşkına döner. Karşısındaki Luc, bambaşka biridir ve Manon'un, Mat'in düşündüğü gibi biri olmadığını, Şeytanın izinden gittiğini ve cinayetleri onun işlediğini söylemektedir.

Ne ki Mat'in, Simonis davası ve aynı şekilde işlenmiş cinayetler hakkında yaptığı araştırmada hep aynı doktor çıkar karşısına. Mat, doktoru bulduğunda gerisi çorap söküğü gibi gelecek, katil ya da katilleri ararken aslında aradığı kişinin, Şeytanın ta kendisinin yıllardır yanıbaşında olduğunu görecektir.

İyi ve kötünün yüzleşmesi ve silahların çekildiği final sahnesi...

Grange, yine yaptın yapacağını ama bu bünyenin üst üste bu kadar gerilimden sonra biraz dingin okumalara ihtiyacı var, Taş Meclisi'ne geçmeden bir süreliğine sana "sonra görüşürüz" diyorum. Belki yakında ama sonra...

Doğan Kitap, basım yılı 2007, 519 syf.

Pazartesi, Kasım 09, 2009


LEYLEKLERİN UÇUŞU

Jean Christophe Grange

Okur tavsiyelerine uydum, Leyleklerin Uçuşu kütüphaneden alındı, Taş Meclisi ise bir sonraki okumaya devredildi. Bir de Kızıl Nehirler'i bulabilsem...

Leyleklerin Uçuşu hakkında okuma öncesi yaptığım kısa araştırma sayesinde biraz bilgim vardı. Leylekler aracılığıyla yapılan elmas kaçakçılığını anlattığını biliyordum ama kitabı okumaya başladıktan sonra, konunun bu kadarla kalmadığını, Grange'ın o dehşet sahnelerinin bu kitapta da yer bulduğunu gördüm. Yani yazar yine gerdi bu okuru.

Anlat bakalım "evvel zaman içinde"... İsviçreli Kuşbilimci Max Böhm, her yaz sonu göç eden halkalı leyleklerinin baharda eve dönmemeleri yüzünden endişelidir. Kayıp leyleklerin izini sürmesi için arkadaşı olduğu bir çiftin evlatlık oğluna iş teklif eder. Bu teklife göre, otuz iki yaşında, tarih doktorası yapmış ama işi olmayan Louis Antioche, leyleklerin Orta Afrika'ya kadar uzanan göç yolunu takip edecek, böylece leyleklerin başına ne geldiğini bulacak ve karşılığında banka hesabı kabaracaktır. Tarih eğitimi almış biri için hayatına renk getireceğini düşündüğü bu teklifi kabul eder Louis ve Max Böhm'ün kendisi için hazırladığı pasaport, vize, araba, para, aranacak kişilerin telefon numaraları listesi ... gibi ihtiyaçlarını ve izleyeceği yol haritasını alır. Yolculuğa çıkmadan önce son bir kez Böhm'le görüşmek için evine giden Louis, onu leylek yuvasının içinde öldürülmüş olarak bulur. Otopside M.Böhm'ün kalp nakli yaptırdığını öğrenir. Burada İsviçre polisi H.Dumaz'la aldıkları ortak karar sonucu H.Dumaz, kuşbilimciyi araştıracak ve Louis de kayıp leyleklerin izinden gidecektir.

Leyleklerin göç yolu üzerinde ilk durak Bratislava olur. Burada kuşbilimcinin leyleklere gözcü olarak tuttuğu adamdan kendisinden önce iki kişinin daha gelip sorular sorduğunu öğrenir. Ardından Sofya'ya geçer. Burada Minaüs adlı bir Fransız dilbilimci yardımcı olur ona. Minaüs onu Balkanların en önemli kuşbilimcisi dediği Rayko Nikoliç'e götürecektir. Ama bir Rom (çingene) olan Rayko'nun öldürüldüğünü öğrenirler. Rayko vahşice öldürülmüş, göğsü yarılıp kalbi çalınmıştır ama bir çingene olduğu için polis olayın üstünü hayvan saldırısına uğradığını söyleyerek örtmüştür. Louis, Rayko'nun otopsisini yapan yine bir Rom olan doktor Milan Curiç'le
tanışır. Doktordan Rayko'nun uyuşturulmadan kalbinin çıkarıldığını öğrenir. Sofya'dan ayrılmak için gara gittiğinde iki silahlı adamın ellerinden güçlükle kurtulur ama adamlardan birini öldürmüştür.

Ve İstanbul, İzmir derken İsrail'e gelir. Burada iletişime geçeceği adamı bulmak için bir kibutzun yolunu tutar ne ki aradığı bu adam da öldürülmüştür. Adamın kız kardeşi Susan'a başından geçenleri anlatır ve ondan da bazı bilgiler öğrenir. Ama İsrail'de de takiptedir. Garda peşine takılan diğer adam burada da onu bulmuştur. Louis, havada leylekle çarpışan bir uçak pilotunun miğferinde elmas parçasının bulunduğunu ve böylece kuşbilimcinin halkalı leyleklerinin aslında elmas kaçakçılığının kuryeleri olduğunu; peşine takılan iki adamın Tek Dünya adlı hayırsever bir örgütün elemanı olduklarını öğrenir. Susan bir anda ortadan kaybolur ve Louis, onun olayı çözdüğünü ve abisinin leylekleri öldürerek ayaklarından çıkardığı halkaları da yanında götürdüğünü anlar. Elmaslar, halkaların içindedir ve Susan elmasları satacak alıcı aramaya başlamıştır bile.

Louis, Paris'e geri döner ve polis müfettişi Dumaz'ı arar. Ona Susan'dan bahseder ve onu bulup korumasını ister. Diğer leylek grubunu izlemek için Orta Afrika'ya gider. Burada kuşbilimciyle bağlantılı olduğunu düşündüğü Otto Kiefer'in peşine düşer. Ormanda yerlilerin yaşadığı bir kampta kalır ve hayvan saldırısına uğradığı için ölen bir kız için tutulan yasa şahit olur. Ama o, bu ölümle ilgili aklındaki soru işaretlerini açığa çıkarmak için ormanın içine bir rahibenin kurmuş olduğu dispansere gider. Rahibenin yardımıyla kızın mezarını açarlar ve rahibenin yaptığı otopsiyle kızın kalbinin çalınmış olduğunu öğrenir. Devamında Tek Dünya'nın gizli yüzünü, hep aynı kan verilerine sahip kişilerin öldürüldüğünü, ortada elmas kaçakçılığından çok daha büyük ve dehşet verici bir suçun döndüğünü anlar. Ve aradığı adamı, Otto Kiefer'ı bulur...

Ardından Paris'e döner. Elmas kaçakçılığını çözmüş ama kalp hırsızlarını bulamamıştır henüz. Elindeki bilgilerse işin başında, Fransızca konuşan, Afrika'ya sürgüne gitmiş ve kuşbilimcinin kalp naklini yapan bir doktor olduğudur. Peki kimdir bu doktor? Öğrendiği yepyeni bilgiler onu evlatlık alan ailenin yanına götürür. Burada kendisi ve öz anne-babası hakkında korkunç gerçekleri öğrenir. Yolculuğun son durağı Kalküta'yadır. Louis burada Tek Dünya adlı örgütün gerçek yüzünü görecek, örgütün başındaki adamla ve kendi geçmişiyle hesaplaşmaya girecek, hayatının en acı gerçeğini, kalbini çalmak isteyen adamı kendisine benzer bir geçmiş yaşayan Rom doktor Milan Curiç'le tarihe gömecektir...

Grange, şaşırtıyor. Karmaşık kurmacasıyla, dehşetiyle, pek çok yeri ve beraberinde kültürü hikayeye yedirişine ve onca karmaşanın içinden ustalıkla çıkan final sahnesiyle.

Doğan Kitap, basım yılı 2006 (1.basım 2002), 358 syf.

Salı, Ekim 27, 2009


KURTLAR İMPARATORLUĞU

Jean Christophe Grange

Neymiş, bu naçizane kitap düşkünü okur, kütüphanede bir Grange köşesi bulmuş. Neler varmış köşede: Siyah Kan, Kurtlar İmparatorluğu, Leyleklerin Uçuşu ve Taş Meclisi... Kurtlar İmparatorluğu hemen köşesinden alındı, iki günde okundu şimdi Taş Meclisi mi yoksa Leyleklerin Uçuşu mu ardından okunmalı sorunsalı kaldı. Okuduğum iki kitabı da beğendiğim için üçüncüde hayal kırıklığı yaşayabilme ihtimali gözümü korkutuyor, büyüyü bozmak istemiyorum.

Bu kitabın önemli bir kısmı Türkiye'de geçiyor, İstanbul'da ve Nemrut Dağı'nda. Üç önemli karakter var, biri de Türk. Kurtlar nerden geliyor? Tabiki Bozkurtlardan. Enteresan geldiyse kitaba dalışa geçelim bakalım:

Yer Fransa...Türk mahallesinde seri cinayetler işleyen bir katil... Kurbanlarını kızıl saçlı işçi Türk kızları arasından seçen katili bulma işi polis müfettişi Paul Nerteaux'a verilir. Paul de kendisine yardımcı olarak emekli bir polisi seçer. Zamanında kötü polisi oynayan Schiffer, Türk mahallesi ve Türkler hakkında bilgi sahibi olduğu için tüm kötü şöhretine rağmen Paul'ün seçimi olur ve ikili seri katilin peşine düşerler. Önce tek tek öldürülen kızların patronlarıyla görüşürler. Ama bu görüşmelerden fazlaca bir şey öğrenemezler. Çünkü tüm mahalleli ağızbirliği etmişçesine sessizdir, sakladıkları şeyi bulmak ikili için zor olacaktır. Paul, kurbanın vücudunda neden azot kabarcıkları olduğunu ve katilin kurbanlarını neden akla hayale gelmedik yöntemlerle öldürdüğünü ve onlara neden eski heykeller gibi görüntü verdiğini araştırırken, Schiffer ondan hızlı davranır ve kurbanların aslında asıl aranan kişiye benzemek gibi bir talihsizlikleri olduğunu öğrenir ve katilin henüz aradığı doğru kişiyi bulamadığı için öldürmeye devam edeceğini anlar. Önemli bir ipucu yakalar. Öldürülen son kızı çalıştığı yerden götüren kar maskeli adamların varlığını ve kendilerine "Bozkurtlar" dediklerini öğrenir ve daha da önemlisi bütün bu olanların tanığı bir başka kadın şok geçirmiş olduğu halde polisler tarafından götürülmüştür ve bir daha dönmemiştir. Schiffer bu kadını aramaya koyulur.
Anna Heymes... Güzel bir genç kadın, bir heykel kadar da soğuk. Son günlerde artan hafıza kaybı, yüzleri tanıyamama gibi şikayetler nedeniyle bir dizi teste tabi tutulmakta. Ve nihayetinde kapısında askerlerin beklediği radyasyon uygulanan bu tedavi merkezinde doktor nihai kararını söylüyor: Biyopsi. Anna, beynine girilmesine izin vermiyor kocasının da tüm ikna çabaları yetersiz kalıyor. Anna'nın tanımakta zorluk çektiği yüz kocasının yüzü. Ve bir gün gizlice gittiği kadın psikolog, ona kendisini tanımasında yardımcı oluyor. Anna'nın şimdiki yüzünün tamamen estetik ameliyattan geçtiğini hatta bir Fransız olmadığını öğreniyorlar. Tırnak dibindeki kınadan ve beynine girmek isteyen doktoru zorla konuşturduklarında duyduklarından adının Anna Heymes olmadığını hatta aslında bir Fransız bile olmadığını öğrenirler.İsmi Sema Gökalp'tir ve bir Türk'tür. Bir tür hafıza silme ve yeni hafıza yükleme programının deneği olmuştur. Gidip gelen eski hafıza görüntülerinden kim olduğunu, Fransa'da ne aradığını öğrenir. Filmin kötü kızı odur...

Schiffer, aradığı kadını, Sema Gökalp'i bir mezarlıkta bulur. Filmin kötü polisi de Schiffer'dır ve aslında Sema Gökalp'le seri cinayetlerden başka bir bağlantısı vardır. Silahlar konuşur ve Schiffer ölür. Paul, Schiffer'ın gerçek yüzünü ve Sema Gökalp'le ilişkisini öğrenir ama onun için de çok geçtir, Kurtlar'ın elinden kurtulamaz.

Şimdi Kurtlar, başından beri aradıkları tek kadının yani Sema Gökalp'in peşindedirler. Sema Türkiye'ye döner ama asıl hesaplaşma burada başlar... Fransa'da başlayıp, Adıyaman'da Nemrut Dağı'nda noktalanan bir kovalamaca...

Kitapta, yer yurt isimlerinden tutun, Türk siyasetçilere ve Türk siyasetine, milliyetçi hareketin oluşumuna, uyuşturucu trafiğine, mafyababalarına kadar konuya oldukça hakim görünmüş yazar. Bu kadar bilgiyi nasıl elde etmiş, acaba ne kadarı kurgu olabilir diye düşünmedim değil. Türkiye'nin karanlık yüzünü göstermiş. Kitap, filme de çekilmiş henüz izlemedim ama izlemeyi düşünüyorum. Her ne kadar kitaptaki başarının filme yansıtılamadığı hakkında pek çok olumsuz yorum okusam da Kızıl Nehirler'le birlikte bu filmi de izleme listeme alacağım.

Yine kitaba dönersek, oldukça sürükleyici ve merak duygusunu taze tutan, Siyah Kan kadar germeyen, polisiye yönü baskın bir kitap. Dört yüz sayfa olmasına rağmen, kısa sürede okunuyor. Ne diyelim Grange, kendini okutturuyor bu da onun başarısı.


Doğan Kitap, basım yılı 2003, 405 syf.
Çeviren: Şevket Deniz

Cuma, Ekim 16, 2009

SİYAH KAN

Jean Christophe Grange

Kızıl Nehirler, Kurtlar İmparatorluğu ve Taş Meclisi gibi popüler ve çok satan kitaplara imza atmış Fransız yazara ait okuduğum ilk kitap. Yani, yine bir tanışma faslı, polisiye-gerilim meraklısı bu okura tabir yerindeyse "vay be" dedirten bir okuma serüveni.
Yazarın ikinci ve belki üçüncü bir kitabını okuduktan sonra fikrim değişir mi bilemem ama yazarın sürükleyici anlatımı, kurgunun başarısı ve gerilim duygusunu sıcak tutan hayalgücünün ürettiği akla ziyan sahneler, yazarın bu türde öne çıkmasını gayet iyi açıklıyor. Bütün anlatılanların kurgu olması da bir insan evladı olarak içimi rahatlatan noktalardan biri.

Kitap, bir yakalama sahnesi ve tropiklerde işlenmiş bir seri cinayet haberiyle açılışı yapıyor. Yazıyı yazan ise eskinin paparazzi muhabiri şimdinin haber muhabiri Parisli Marc Dupeyrat. Hakkında yazı yazdığı kişi ise yıllar önce dalış sporunda ödülleri olan ünlü isim
Jack Reverdi. Jack Reverdi, Malezya'da bir kızı öldürdüğü gerekçesiyle hapse atılır. Ne ki bu ünlü Fransız sporcunun ilk cinayeti değildir ama diğerleri gibi bu son cinayeti de Reverdi'nin işlediği kanıtlanamamıştır. Reverdi çok büyük ihtimalle alacağı idam cezasını beklerken, kendi ülkesinde bir gazeteci onu araştırmaya koyulur. Marc Dupeyrat adlı bu gazeteci kurbanlarını genç kadınlar arasından seçen ve onları havasız bırakarak öldüren katilin öfkesini, niçin cinayet işlediğini ve öldürme itkisini anlayabilmek için Reverdi'yle temasa geçmeye çalışır. Öncelikle Reverdi'ye mektup yazarak başlar işe. Ama bu mektuplar Elisabeth Bremen imzalıdır. Kendisini psikoloji masterı yapan yirmi dört yaşında bir genç kız olarak tanıtan M.Dupeyrat, mektuplarına önce olumsuz cevaplar alsa da durumu kendi lehine çevirmeyi başarır ve Reverdi cinayet sırlarını teker teker anlatmaya başlar çok etkilendiği Elisabeth'e. Kullandığı sahte ismi çaldığı bir pasaporttan bulan M.Dupeyrat, fotoğraf olarak da eskiden birlikte çalıştığı paparazzi fotoğrafçısının yeni gözde manken adayını kullanır. Reverdi'nin Elisabeth'ten tuhaf bir isteği olur. Kanının rengi... Gazeteci bu sorulara Reverdi'nin istediği gibi cevap verebilmek için soluğu kadın doktorunda alır. İstediği cevapları ona verdikten sonra Reverdi, Elisabeth'e cinayetleri çözebilmesi ve kendisini anlayabilmesi için bir yolculuğa çıkmasını söyler. Bu yolculuk, Reverdi'nin işlediği cinayetlerin mekanı Kamboçya, Tayland ve Malezya'yadır. Elisabeth yani M.Dupeyrat için yolculuğun ilk durağı Kuala Lumpur'dur. Elisabeth/Marc burada Reverdi'nin tarif ettiği "Hayat Yolu"nu bulur. Ve ardından Reverdi'nin talimatlarına uyarak onun geçtiği her yerden yavaş yavaş düğümleri çözerek geçer. Reverdi'nin gömdüğü bir cesedi bulur ve katilin seçtiği kurbanları hava geçirmez kulübelerde nasıl oksijensiz bıraktığını, açtığı yaraları nasıl kapattığını, kurbanın oksijeni bitene kadar Reverdi'nin odada beklediğini ve kapattığı yaraları nasıl tekrar açtığını öğrenir... Katilin neden böyle bir ritüel uyguladığını da çözüyor sonunda. Oksijensiz kan yani siyah kandır bulduğu...

Ve Elisabeth/Marc hiçbir açıklama yapmadan, izini kaybettiriyor. Paris'e dönüyor. Reverdi ona ulaşabileceği posta adresine yazmaya devam ediyor. Marc, bütün bu araştırmasını kağıtlara döküyor kurgu karakterlerle ve kitabın adı Siyah Kan oluyor. Ama bir gün, tam da Reverdi'nin idamını beklediği günlerde Reverdi'nin nakil arabasının denize uçtuğunu ve Reverdi'nin cesedinin bulunamadığını öğreniyor. Reverdi'nin sıradaki avı Elisabeth oluyor. Marc Dupeyrat hoşlandığı ve onun da kendisinden hoşlandığını bildiği manken kız Hatica'yı da yanına alarak kaçıyor.

Peki Reverdi onları buluyor mu? Av kim? Avcı kim? Marc Dupeyrat neden Reverdi'yi takıntı haline getirmiş olabilir? Finalde kim sağ çıkacak oksijensiz odadan?

Klişedir ama çocukluk travmalarının insan üzerindeki etkisini -ki kitapta yazar bunun sağlamasını karakter/ler üzerinden çok güzel vermiş- seri cinayetlere kadar uzanan bu gerilim hattını etkileyici bir kurguyla okura sunuyor yazar. Kitap sürükleyiciliğiyle film kareleri gibi geçiyor gözünüzün önünden. Ama şiddet sahnelerin büyüklüğü azımsanmayacak şekilde olduğu için Reverdi ve Marc Dupeyrat karakterleri bırakın sadece sayfalar arasında kalsın.

Yazarın diğer kitaplarını -kütüphanede bulabilirsem- okumayı düşünüyorum. Zeka ve hayalgücü ikilisinin yazarda yüksek dozda olduğunu hissettiğimden.

Doğan Kitap, basım yılı 2005, 458 syf.