dram etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
dram etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cumartesi, Mayıs 07, 2011


umut fakirin ekmeği, karpuz kabuğuysa gemisi...

Hani bir etki olur, seni yüreğinden, derinden derinden vurur. Bir kitap olur bu bazen, bir resim olur, belki fotoğraf ya da bir söz. Şu vakitteyse bir film oldu bu. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak adında bir film. Gişede sessiz kalan ama bol ödüllü bir film. Ne tezat ama...

2004 yılında gösterime giren film, Ahmet Uluçay imzası taşıyor. Yönetmenin ilk sinema filmi.
60'lı yıllarda Kütahya'nın sevimli bir kasabasında geçiyor film. On dört-on beş yaşlarında karpuzcu çırağı Recep ile berber çırağı Mehmet'in hayatlarından bir yaz mevsimi. Gündüzleri kasabada çıraklık yapmakta, akşamlarıysa köydeki evlerinin bitişiğindeki ahırda yaptıkları derme çatma film makinesinden film izlemeye çalışmaktadırlar. Kasabanın sinemasından aldıkları kopmuş filmleri tamir ederek oynatmaya çalışırlar ama bir türlü hareket etmez film karelerindeki adamlar.

Bir de kalp ağrısı vardır Recep'in. İki kız annesi dul bir kadın "sen benim oğlum olsana" der ona. Önce kadının inekleri için karpuz kabukları götürür ardından çaydı yemekti derken kadının ısrarıyla evlerine gitmeye başlar. Evin küçük kızı Recep'ten hoşlansa da Recep'in gönlü kendisinden neredeyse beş yaş büyük diğer kıza, Nihal'e kayar.

Karpuzcu satar karpuzları ve bırakır işi. Kendi deyimiyle karpuz kabuğundan gemiler yapmış ve o gemi de nihayetinde batmıştır. Recep güzel resimler çizmektedir ve karpuzcu da Recep'e "oku sen" der, yani benim gibi karpuz kabuğundan gemiler yapma...

Mehmet de sürekli azarlandığı ve tokatlandığı berberin yanından ayrılır. Recep, filmleri oynatmayı başarır ve ikisi hatta köyün delisiyle birlikte üçü köyün çocuklarına film oynatırlar. Adları "Gımıldak Recep ve Mehmet"tir artık.

İkisi de işsiz kalınca kasabaya gitmek için sinema ve Nihal olur sebepleri. Recep yazdığı mektubu Nihal'e götürmesi için Mehmet'e verir. Nihal, Mehmet'e kızıp mektubu yere atar ama Mehmet gidince gizlice mektubu alır. Mehmet, Nihal'in mektubu aldığını görür ve Recep'e mektubu verdiğini söyler. Ama kasabaya sinemaya ve Nihal'i görmeye gittiğinde taşınmış olduklarını öğrenir. Geriye sadece sinema kalır iki arkadaş için...

Filme dair hangi karenin güzelliğinden bahsetsem diye düşünüyorum ama filmin her karesini sevdim, hatta filmin naifliğini bozduğu hakkında yorumlara inat, Nihal'in yakın çekim, Recep'in getirdiği cevizden gizlice yediği sahneyi dahi beğendim. Kütahya şivesini sevdim önce ve Ege insanını. Recep'i "güzel .iç " diye seven oğulsuz dul kadını, iki kızı, karpuzcuyu, berberi (berber rolünde yönetmenin kendisi oynuyor), köyün delisini ve tabi ki yönetmenin kasaba halkından seçtiği başroldeki iki amatör oyuncuyu. Nice profesyonel oyuncu ellerine su dökemez. Muhteşem oynamışlar, oynamışlar bile denemez adeta yaşamışlar. Sahnelere geri dönersek, Recep'in evlerinin üst katındaki, ayak ucuna su koymakla ve odadaki mumları yakmakla annesi tarafından görevlendirildiği yatır sahneleri var ki, Recep her akşam günün muhasebesini yapar yatırla:
"Bu kız beni öldürecek, film yine gımıldamadı..." şeklinde. Yatırla tek taraflı sohbetinin konusu sinema ve Nihal'dir hep. Recep, sinemadan devamlı film negatifi alır ve annesi de her defasında "şeytan işi" diye yakar onları.

Film, konusu, kurgusu, oyuncuları, estetik kaygı taşımayan, yapmacıklıktan çok uzak sıcacık, samimi ve esprili diyaloglarıyla ve de çekim tekniğiyle çok başarılıydı.
Türk sinemasının yüz aklarından biri bu film. Neden bu kadar kıyıda köşede kaldı Türkiye'de, konu yine reklama gelecek ama varsın gelsin, şişirilmiş ve başarısını sadece iyi pazarlanmasına borçlu tüm filmlere inat, bu filmi izleyin. Ben arşivime aldım bile.

Yönetmen Ahmet Uluçay, 2009 kasımında aramızdan ayrılmış. Okuyunca üzüldüm... Yönetmen tüm parasızlıklara rağmen çektiği bu filmde, kendi yaşamından kesitler sunmuş.

Ah bir de "beyaz giyme toz olur, siyah giyme söz olur.... salına da salına da gel hadi yavrum, dön dolaş yine bana gel" türküsü yok mu, dünden beri dilimde...

Oyuncular: İsmail Hakkı Taslak (Recep), Kadir Kaymaz (Mehmet), Boncuk Yılmaz (Nihal)...


Cumartesi, Aralık 27, 2008

GÜNEY KORE'DEN 9 FİLM BİRDEN...

Güney Kore sinemasına merak saldığım şu son zamanlarda izlediğim dokuz film hakkında toplu bir yorum yazayım dedim ve ilk film "Il Mare" ile başlayalım bakalım:


IL MARE
Ayrı zamanlarda (geçmiş ve gelecek) aynı evde yaşamış, animasyon seslendirmesi yapan genç kızla mimar bir gencin fantastik bir işleyişle bir posta kutusu aracılığıyla başlayan mektuplaşmalarının beraberinde getirdiği aşkı anlatan film, 2000 yapımı.

Filmin başrolündeyse sonraki yıllarda My Sassy Girl, Windstruck ve Daisy gibi başarılı filmlerde de oynayarak adından söz ettiren Ji-hyun Jun (Gianna Jun) var. ( üç filmi de izledim bu arada )
Il Mare, başarılı senaryosuyla Hollywood'un dikkatini epey çekmiş olmalı ki başrollerinde Sandra Bullock ve Keanu Reeves'in oynadığı Lake House (Göl Evi) adlı aslını aratan bir filme imza atmışlar. (Sandra Bullock'u başarılı bulurum. Göl Evi'ni de izledim ama Il Mare'yi izledikten sonra -izleyenler varsa ne demek istediğimi anlayacaktır- kesinlikle Güney Korelilerin romantik filmlerde daha başarılı olduğuna kanaat getirdim)

Romantik, fantastik ; 105 dk.

..........................................................................


DAİSY (PAPATYA)

Bir suikastçi, bir polis ve ressam bir kız... Suikastçi genç, aşık olduğu ressam kıza her gün papatya gönderir. Genç kız ise gizli hayranının ortaya çıkmasını beklemektedir. Bir gün genç kızın karşısına resmini yapması için bir adam oturur ne var ki adamın yanındaki çiçek, kızı büyük bir yanılgıya düşürür ve kendisine her gün çiçek gönderen gizemli adamın o olduğunu düşünür. Adam, polistir ve o gün kızın karşısına tesadüfen oturmuştur. Ama adam, kızın onu zannettiği kişi gibi davranmaya devam eder...
Genç kız gerçeği öğrenecektir ama çok da kolay olmayacaktır bu...

Favori Güney Kore filmlerim arasına yerleşen filmin oyuncularına gelince: Ji-hyun Jun, Sung-jae Lee ve Woo-sun Jung (A Moment to Remember, Sad Movie).

2006 yapımı; romantik; 110 dk.

..................................................................
......


3-IRON ( BOŞ EV)

Enteresan bir film Boş Ev. Filmin yönetmeni ise Kim Ki-duk. Yönetmenin yine enteresan konusu ve işleyişi olan "Spring, Summer, Fall, Winter and Spring" adlı filmini izlemiştim. Ve bu filmle benzer hislere kapılmıştım. İki filmde de pek fazla konuşma sahnesi yok. Yönetmen anlatacağını görsellikle yeterince anlatıyor zaten. Hele ki Boş Ev filminde başrol oyuncuları hiç konuşmuyor. Ama bu özelliği filmi kesinlikle sıkıcı yapmıyor.

Baş karakter, bulduğu boş evlere girip ( ki bu evler, ev sahiplerinin tatilde olduğu evler oluyor) o evlerde geceleyen, ev sahiplerinin bozuk eşyalarını tamir eden, çamaşırlarını yıkayan tuhaf ve gizemli bir adamdır. Bir gün yine boş zannettiği bir eve girer. Ama bir çift meraklı göz onu takip etmektedir.

Kadınla karşılaştığında kadının şiddet gördüğünü anlaması uzun sürmez. Birbirleriyle hiç konuşmazlar ama o günden sonra kadın, adamın yanından ayrılmaz ve ikisi birlikte girerler boş evlere.
Ama bir gün yakalanırlar, hem de cinayet suçlamasıyla. Masum oldukları anlaşılır ama adamın kurtulması pek kolay olmayacaktır...

Gerçek ve gerçeküstünün bir arada olduğu enteresan ve cezbedici bir film. Özellikle Arap müziği çok güzel bir seçim olmuş.

2004 yapımı; dram, romantik, suç ; 90 dk.

........................................................................


JUNGDOK / THE POISONING ( ZEHİR)

Başarılı bir Güney Kore filmi daha. Özellikle düğümlerin çözüldüğü sahneler çok şaşırtıcı.

Gelelim filmin konusuna: İki erkek kardeş ve bir kadın... Ağabeyi ve eşiyle aynı evde yaşayan Dae-jin, ağabeyinin tüm itirazlarına rağmen araba yarışına katılır. Ağabey Ho-jin ise kardeşinin yarışına yetişebilmek için bindiği taksi kaza yapınca hiç uyanamayacağı bir komaya girer.

Kardeşi Dae-jin de aynı anda yarış pistinde kaza yapmıştır. İkisi de hastaneye kaldırılırlar ve ancak bir yıl sonra Dae-jin komadan çıkar. Ama uyandığında kendisinin ağabeyi Ho-jin olduğunu söyler.

Dae-jin ağabeyi gibi davranmakta hatta Ho-jin ve eşi arasında geçen her şeyi bilmektedir. Bir süre sonra eş Eun-soo da durumu kabullenir...

Bu kadarla bitmedi elbet... Şaşırtıcı sahneler bundan sonra başlayacak...

2002 yapımı; 110 dk; dram, romantik, gizem

..........................................................................


SAD MOVIE ( ACIKLI FİLM)

Başrollerinde Woo-sung Jung, Tae-hyun Cha (My Sassy Girl) gibi isimlerin bulunduğu adı üstünde acıklı bir film.

Birbirinden bağımsız dört hüzünlü hikayenin anlatıldığı filmde: Kanser hastası bir anne ve oğlunun hikayesi, bir itfaiyeci ve evlilik teklifi bekleyen kız arkadaşının hikayesi, sağır ve dilsiz bir kızın bir ressama olan aşkının hikayesi ve filmin en komik sahnelerinin karakteri "Ayrılık Ajansı"nın sahibi ve kasiyer sevgilisinin hikayesi....

Filmin acıklı film adını almasının sebebi, dört hikayenin de mutlu sonla bitmemiş olması. Anne ve oğulun hikayesinde bolca ağlayacak, sevgilisinden ayrılmak isteyenlere sözcülük yapan ve bu uğurda başına türlü işler gelen gencin hikayesine ise bolca güleceksiniz.

2005 yapımı; dram, romantik; 108 dk.

..........................................................................


WHITE VALENTINE

Başrolünde Ji-hyun Jun'un oynadığı ( ki oyuncunun ilk filmiymiş) 1999 yapımı film.

Küçük bir kasabada dedesiyle birlikte yaşayan genç kız, bir gün odasının penceresinden içeri giren beyaz güvercinin ayağına bağlanmış notu okur. Kimden geldiğini bilmediği nota cevap yazar ve güvercini uçurur. Güvercin, genç kız ve sahibi arasında posta güvercinliği görevini üstlenirken kız bir yandan da güvercinin ait olabileceği kişiyi bulmaya koyulur. Kuş, kasabaya yeni gelen hayvan dükkanı olan bir adama aittir.

Kız, adamla tanışır ama kendisinin adamın mektuplaştığı kişi olduğunu söylemez.
Adam yıllar sonra kızın kim olduğunu anlar ama artık geçtir...

Çok keyifli değildi, hatta yer yer sıkıcıydı.

1999 yapımı; romantik; 101 dk.

.........................................................................


BEAST and The BEAUTY ( GÜZEL ve ÇİRKİN)

Başarılı bir romantik komedi. İzlerken çok keyif aldığımı söylemeliyim.

Güzel kızımız bir gece kulübünde piyanistlik yapmaktadır. Ne ki gözleri görmemektedir ve bir gün taksi zannetiği bir arabaya biner. O günden sonra çirkin oğlan, bu güzel kızın şoförlüğünü yapmaya başlar.


Çirkin oğlan, animasyon seslendiricisidir. Yaptığı çirkin seslendirmesi, kıza yaşattığı romantik anlar sayesinde kızın kalbine girmeyi başarır. Kıza kendini anlatırken, yakışıklı lise arkadaşının silüetini kullanmaktadır.

Bir gün, genç kızın gözleri için bir umut doğar. Geçirdiği ameliyat sonrası görmeye başlayan kızın tek istediği "Çirkin"i görmektir. Çirkin oğlan hastaneye gelir ama kız dahil kimse onun yüzünü görmediği için, onun beklediği kişi olmadığını düşünür. Çünkü karşısında yakışıklı bir adam bekliyordur. Çirkin kendini esas oğlanın arkadaşı olarak tanıtır ve soluğu estetik doktorunda alır. Kızın karşısına yepyeni bir yüzle çıkmak istemektedir. Ama bu pek kolay olmayacaktır. Doktor, önce kaşının üzerindeki yara izini kapatmaya çalışır ama ameliyat sonrası bandajlar açıldığında kaşlar yerinde yoktur.

Bu arada genç kız, tesadüfen kendisini bir çete çökertme operasyonu içinde bulur. Genç polis, tam da kızın görmeyi beklediği sevdiği adama benziyordur. Genç polisin "Çirkin" olmadığını öğrenir ama bu sefer genç polis, güzel kızın peşini bırakmaz.
Bu arada ikili, gerçek "Çirkin"in takibi altındadır...

2005 yapımı filmin başrolünde "Güzel" rolüyle Min-a Shin var. ( Sad Movie)

komedi; 102 dk.

............................................................................


A Millionaire's First Love ( MİLYONERİN İLK AŞKI)

Hüzünlü finallerin üstesinden gelebilirim diyorsanız izleyin.

Milyoner genç, henüz on sekizine basmış ve dedesinin mirasının tek varisi olmuştur. Ama mirası alabilmesi için dedesinin koyduğu şartı gerçekleştirmesi gerekmektedir. Genç, tüm zenginliğini geride bırakacak ve bir kasabanın lisesinde eğitimini tamamlayacaktır. Mirası alabilmek için istemeyerek de olsa kasaba lisesine kaydolur.

Uyumsuz, şımarık ve kendini beğenmiş milyoner burada yepyeni bir hayatı öğrenecek, küçük şeylerle mutlu olan insanları tanıyacak ve en önemlisi aşkı tadacaktır.
Ama sevdiği kız kalp hastasıdır. Kızın hiç heyecanlanmaması gerektiğini, fazla sevinç ve üzüntünün kalbini durdurabileceğini öğrenir milyoner genç. Ama iki sevgili için bu oldukça zordur...

2006 yapımı; 116 dk; romantik.

................................................................................


THE CLASSIC

Güney Kore sinemasına merak salanlar için arşivlik bir film, Klasik.

Film, iki ayrı zamanda geçen iki ayrı aşk öyküsünü konu alıyor.
Annesinin günlüklerini ve mektuplarını karıştıran genç kız, kendini yıllar öncesinde yaşanmış bir aşk hikayesinin içinde bulur. Annesi bir milletvekili kızıdır ve babasının seçtiği gençle evlenmesi gerekmektedir.


Seçilen genç ise kızla mektuplaşmaya başlar. Ama mektuplarını arkadaşına yazdırmaktadır. Genç kız amcasını ziyarete köye gider ve burada bir gençle tanışır.
Yalnız bu genç, daha sonra istemeyerek de olsa arkadaşının mektuplarını yazacak olan kişiden başkası değildir.

Şimdiki zamanda ise genç kız, arkadaşının yerine sevgilisine mektup yazmaktadır. Ne var ki mektup yazdığı gençten kendisi de hoşlanmaktadır.

Kız günlüğü okudukça annesi ve babası hakkında pek çok şey öğrenecektir, hoşlandığı gencin kim olduğunu da...

sürpriz finali ve romantik sahneleriyle tam puanlık bir film.

2002 yapımı; romantik; 127 dk.


..................................................................................

İzleyip yazmadığım başka filmler de oldu. Yine Güney Kore sinemasından "Spring, Summer, Fall, Winter and Spring..."; "Burn After Reading" ( 2008) , "Bond" serisinin ilk üç filmi; "Mulholland Drive" ( 2001)... Monk'un da altıncı sezonunun sonundayım...

Film yorumlarıma belirsiz bir ara veriyorum. Ama okumalarım devam edecek ve kitap yorumlarım da.

herkese iyi okumalar, iyi seyirler...

Çarşamba, Aralık 03, 2008

NETWORK ( ŞEBEKE)

Sidney Lumet filmlerini araştırırken karşılaştım bu filmle. Medya dünyasını hicveden 1976, ABD yapımı filmin başrollerinde Faye Dunaway, William Holden ve Peter Finch oynuyor.

Gelelim filmin konusuna:
-açıklayıdır bilginize-
Howard Bale, geçkin yaşı ve program reytinglerinin giderek düşüşü yüzünden görevinden alınmak üzere olan bir haber sunucusudur (anchorman). Yıllardır yaptığı işinden ayrılacak olması onu bunalıma iter ve programını sunarken ilginç bir konuşma gerçekleştirir. İzleyicilere bir dahaki programı izlemelerini, çünkü programda silahla kendini vuracağını söyler. Haber ekibi olayın şaşkınlığını atlatamadan tv binasının çevresi meraklı insanlar ve gazetecilerle dolmuştur.

H. Bale kovulur ama arkadaşı Max, ona kendini ve programı temize çıkarması için bir şans daha verir ve onu yayına alır. Ama H.Bale yine yapacağını yapar.

Bu arada aynı kanalın bir başka haber sorumlusu hırslı ve çekici Diana, H. Bale'in yaptığı konuşmanın reytingleri arttırdığını ve H.Bale'in programa devam etmesi gerektiğini söyler. Max, arkadaşının delirdiğini düşünmektedir ve bu işe karşı çıkar. Ama sonuçta Max kovulur ve H. Bale programa devam eder ama yepyeni bir formatla.


Diana, Max'in eski görevini devralır. Tamamen reytinglere dayalı bir program oluşturur. Falcı, medyum ve H. Bale'in de içinde bulunduğu bir program hazırlanır. Programa tepkiler güzeldir. Diğer tv kanallarını izlenme payında çoktan geçmişlerdir ve büyük gazeteler de kanalın ve programın başarısından bahsetmektedir.


Max, kovulmadan önce Diana'yla çok kısa bir ilişki yaşamıştır. Ama işten atıldıktan sonra bir gün tekrar görür Diana'yı. Max, eşini terkeder ve Diana'yla yaşamaya başlar. Ama bir süre sonra ilişkileri fazla sıkıcı bir hal alır. Bu fazla ihtiraslı kadının ağzından sürekli reytingler ve yayına koymayı düşündüğü program fikirlerinden başka bir şey çıkmamaktadır.


Diana, reyting uğruna daha önce denenmemiş program fikirleri öne sürer kanalına. Teröristlere iş başındayken yaptıklarını çekip kanalda dizi olarak yayınlatmak da bunlardan biridir. Ve bu program da kanalda yayınlanır. H. Bale'in programı devam etmektedir.

Bale, konuşma aralarında halkı sürekli isyana çağırmakta, televizyonun içi boş bir tüp olduğunu, insanlara sadece görmek istediklerini gösteren bir eğlence makinası olduğunu, gerçeğin sadece insanlar olduğunu söylemektedir. Ve insanlara programından şöyle seslenir, pencereye çıkın ve şöyle söyleyin:
"I'm as mad as hell, and I'm not going to take this anymore!..."

Bir gün, H. Bale önemli ve söylenmemesi gereken bir konuda konuşur canlı yayında. Büyük patron karşısına alır H. Bale'i. Ve ona en az onun konuşmaları kadar eleştirel bir vaaz verir.



Diğer çalışanlarsa H. Bale'in reytingleri düşüren son konuşmalarından sonra hala patronun onu işten çıkarmamasına sinirlenirler ve Diana'nın H. Bale'den kurtulma planını devreye sokarlar.
H. Bale vaazını vermek için yine sahneye çıkar ama reyting uğruna gerçekleşecek çok kötü bir son onu beklemektedir...


......................................................

Medyaya ağır bir eleştiriydi. Film, 1976 yapımı ama günümüz medya dünyasını anlamak için bundan güzel bir film olamazdı. Reyting savaşları, sırf izleyici sayısını artırmak için yapılan kalitesiz programlar...

Tv, kendi ortaya çıkardığı "kurtarıcı"sının ipini de kendi eliyle çekiyor, hem de milyonların gözü önünde, sebebiyse biraz daha fazla reyting...

H. Bale'in yani "kurtarıcı"nın sözlerine kulak verip biz de sesimizi çıkartsak şu medyaya:

"Hey medya ahalisi! Kendinize gelin. Biz bunları görmek istemiyoruz ki!" desek, cevap da şöyle olurdu herhalde:
" İzleme o zaman kardeşim!!!"....

Oldukça ironik...


(Ben tv izlemek istemiyorum ama öyle alışmışız ki varlığına, evimizin başköşesinde yeri -hatta kimi evlerde devasa boyutuyla- hazır. Akşamları tv'yi açmadan sıcak çayı eşliğinde aile üyeleriyle, komşusuyla, arkadaşıyla şöyle oturup sohbet eden- ama bu sohbetin konusu Yaprak Dökümü'nde neler oldu, olmasın- var mıdır hâlâ? )


bir Sidney Lumet filmi
1976, ABD yapımı
Türkçe altyazılı
dram
121 dk.


IMDb
puanı 8.1/10. Top 250'de 228. sırada.

Salı, Aralık 02, 2008

RED

2008, ABD yapımı filmin yönetmenleri Trygve Allister Diesen ve Lucky McKee. Filmin başrol oyuncularıysa Brian Cox ve Tom Sizemore.

Gelelim filmin konusuna:
-açıklayıcıdır bilginize-
Avery Ludlow, karısının ve oğlunun feci şekilde ölümlerinden sonra, köpeği Red ile birlikte kendi halinde yaşamaya devam eder. Sürekli yaptığı gibi yine bir gün balık tutmaya göle gider. Karşısına çıkan üç genç ondan para ister. Cüzdanının arabasında olduğunu söyler ve arabasının anahtarını silahı elinde tutan gence verir. Ama Ludlow'un soğukkanlı tavrından hoşlanmayan genç, bir anda silahı köpeğe doğrultur ve köpeği Red'i öldürür. Gençler olay yerinden kaçarlar. Ludlow ise Red'i alır ve evinin bahçesine gömer. Ama bu işin peşini bırakmayacak ve intikamını alacaktır...

Önce silahın nereden alındığını bulur. Silahı satan genç önce müşterisinin kimliğini söylemez ama dükkanın sahibi Ludlow'un anlattıklarından sonra kendi hayatını da bir köpeğin kurtardığını söyleyerek silahı alan gencin adını söyler Ludlow'a. Ludlow silahı çeken gencin evini bulur.


Geldiği ev, kasabanın zengini M. McCormack'ın evidir. Ludlow eve girer ve ev sahibine durumu anlatır. Oğlunun kendisini soymaya kalkıştığını ve Köpeği Red'i zevk için öldürdüğünü söyler. Adam oğlunu çağırır ve yüzleşme gerçekleşir. Ludlow'un karşısında iki genç vardır. Biri silahı çeken ve diğeri de olay sırasında kardeşini engellemeye çalışan Harold. Ama köpeği öldüren oğul Danny, her şeyi inkar eder ve kardeşi Harold da babasından korktuğu için sesini çıkarmaz.

Ludlow evine döner. Ardından üçüncü gencin evini bulur ama evlerine gittiğinde gencin ailesi de durumu inkar eder.
Ludlow dava açması için avukat arkadaşını tutar ama avukat dava açmanın zor olduğunu, delil olmadığını ayrıca ceza alsa bile McCormack'in bu işten kolayca sıyrılabileceğini söyler.
Bir tv muhabiri de Red'in haberini yapmak için Ludlow'la görüşür. Tv'de çıkan haber M. Mccormack'i iyice sinirlendirir.

Ludlow'un dükkanı ateşe verilir. Ama olay sırasında McCormack ailesi kasabada değildir. Ludlow, üçüncü gencin evine gider tekrar. Evde tadilat olduğunu görünce durumu anlar, McCormack dükkanı yakması için babaya para ödemiştir...


Ludlow, Red'i gömdüğü yerden çıkarır ve McCormack'ların kasaba dışındaki evlerine götürür. Köpeğin cesedini karşılarında gören aile, deliye döner. Kavga çıkar ve oğul Danny, Ludlow'u kulağından vurur. Ludlow Danny'i yakalar ve zorla arabasına bindirir. McCormack, Harold ve diğer genç arabayla onları takip ederler ve sıkıştırırlar. Ludlow'un arabası devrilir ve McCormack oğlunu alıp kaçar. Ludlow yaralıdır ama pes etmez ve tekrar McCormack'in evine gider. Başından beri tüm olanlardan pişmanlık duyan oğul Harold ona Red'i attıkları yeri gösterir. Ormana girdiklerinde baba McCormack onları görür ve silahlar patlar...

Ludlow'ın amacı sadece babasının vermediği terbiye yüzünden Danny'e yaptığının yanlış olduğunu göstermektir ama McCormack'in inadı iki oğlunun da ölümüne yol açar...

Tv muhabiri elinde köpek yavrusuyla Ludlow'un evine gelir, Ludlow istemese de köpeği ona bırakır ve gider.

Artık Ludlow'un yeni bir köpeği vardır...

...........................................

Güzel bir filmdi...

2008, ABD yapımı
dram
93 dk.

IMDb puanı 7.3/10.

Pazartesi, Aralık 01, 2008


KASABA

1997 yapımı Nuri Bilge Ceylan filmi. Yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi Kasaba, otobiyografik ve pastoral öğeler içeren, sinemadan çok belgesel tadında olan bir yapım.

Filmin konusuna gelince: 70'li yıllarda Anadolu'nun herhangi bir kasabasında kış mevsimiyle açılışı yapan filmde, devamında bahar mevsimi eşliğinde bir ailenin üç kuşaktan üyelerinin sıradan yaşantılarına tanıklık ediyoruz. Kış mevsiminde ailenin ilkokul öğrencisi kızının gözünden kasabanın okul günlerine, kızın okul çıkışı erkek kardeşiyle ormanda yaptıkları gezilere ve burada çocukların gözünden -ve aynı zamanda fotoğraf sanatçısı da olan yönetmenin fotoğrafvari kareleriyle- hayatın gerçeklerine -ters dönmüş bir kaplumbağanın sonunun ölüm olacağını, ne kadar uğraşsa da kendini çeviremeyeceğini küçük kardeşin deneyiyle görüyoruz- seyirci oluyoruz.

Ve bahar geldiğinde ailenin üyeleri, mısır tarlasında ateşin etafında güzel havanın keyfini közlenen mısırlar eşliğinde çıkartırken, biz de derin bir sohbetin içinde buluyoruz kendimizi. Dede askerlik hatıralarını anlatır, oğlu medeniyetler beşiği Mezopotamya tarihinden dem vurur. Çocuklar kendilerine ninni gibi gelen sohbet esnasında çimenlerin üzerinde uyurlar. Dedenin bir diğer torunu askerliğini henüz yapmış olan Saffet'in diğer aile üyelerine ters gelen düşüncelerini dinleriz bir yandan. ( Saffet/ Mehmet Emin Toprak yönetmenin yeğeniymiş ve yönetmenin Mayıs Sıkıntısı ve Uzak filmlerinde de oynuyor. Uzak filminin de yarıştığı festival dönüşü trafik kazasında hayatını kaybetmiş oyuncu, henüz 28 yaşındayken).

Film siyah-beyaz çekilmiş. Yönetmen film karelerini fikrimce fazla uzatmış. Zaten çok ağır işleyen bir film dolayısıyla sıkıcı olmaktan kurtulamayan bir film.
Yönetmenin diğer filmlerine de göz attım, aslında hepsini sonuna kadar izleyip yorumlamayı düşünüyordum ama sanırım o kadar sabırlı değilim.
(Çünkü konu, işlenişi, diyaloglar, çekimler o kadar absürd göründü ki gözüme izlemek için açtığım yönetmenin diğer filmlerini kapattım ve keyfimin yerine gelmesi için kaldığım yerden "Monk" izlemeye devam ettim. 5. sezonun sonuna gelmek üzereyim)

Diyeceğim odur ki bazen önyargılar doğru sonuç veriyor. Türk filmi ve sanat filmiyse iki kere düşünün izlemek için.

Nuri Bilge Ceylan hayal kırıklığından sonra Bond serisine başladım. Kesinlikle çok daha keyifli. Serinin ilk filmi Dr.No'yu izledim, devamı gelecek...

iyi seyirler...

bir Nuri Bilge Ceylan filmi
1997, Türkiye yapımı
82 dk
siyah-beyaz
dram, psikolojik


IMDb puanı 7.3/10.

Cuma, Kasım 28, 2008


ANATOMY of a MURDER / BİR CİNAYETİN ANATOMİSİ

Başrolünde James Stewart'ın oynadığı 1959, ABD yapımı bir Otto Preminger filmi.

Bir tecavüz iddiası ve işlenen bir cinayet... Cinayeti işleyen de mağdurun kocası. Peki böyle bir durum cinayet için hafifletici bir sebep mi, nasıl bir ruh hali bu cinayeti işlettirir? İşte bunu sorgulayan ve esasında Amerikan yargı sistemini eleştiren, hikayesi gerçek hayattan alınan bir mahkeme filmi.

Film benim sevdiğim nitelikleri barındırsa da -mahkeme filmi, J.Stewart, klasik- yine de benim favori mahkeme filmim, bu filmin dönemdaşı 12 Angry Man.


-açıklayıcıdır bilginize-

Laura Manion adında bir kadın, kocası Frederick Manion'ı savunması için eski savci, yeni avukat Paul Biegler (J.Stewart)'ı tutar. Laura, bar çıkışı arabasına bindiği adamın tecavüzüne uğramış ve kocası F. Manion da tecavüzcüyü etraftaki tanıklara aldırmadan öldürmüştür.

Biegler'in görevi ise F. Manion'ın cinayeti işlediği sırada "geçici delilik" denen durumda olduğunu mahkeme ve jüriye kabul ettirmektir.
Biegler, davayı alır. Davada kendisine yardım eden bir avukat arkadaşı daha vardır. Biegler'in karşısında Claude Dancer adlı çetin bir savcı vardır. Savcı ve Biegler kozlarını paylaşırlar ve mahkeme onların düellosuna dönüşür.


Savcılık makamı tecavüzün gerçekleştiğini yeterli delil olmadığı için inkar etmektedir. Ortada kayıp bir iç çamaşır mevzusu dolanmaktadır. Kayıp çamaşır bulunur ve mahkemede delil olarak gösterilir. Bu arada Laura Manion'ın mağdurdan ziyade gayet rahat tavırları Biegler'in gözünden kaçmaz ama savcı karşısında yenik düşmemek ve para kazanmak için kazanması zor görünen davayı üstlenmeye devam eder.

F. Manion subaydır ve askeri doktora gösterilir, cinayeti işlediği sırada nasıl bir ruh halinde olduğunu ispatlamak için. Tanıkların ifadesine göre sanık F. Manion, adamı öldürmek üzere geldiği barda gayet soğukkanlı bir şekilde cinayeti işlemiştir. Benzer bir davada "geçici delilik" kararıyla beraat verilmiş olması Biegler'in izleyeceği yolu çizer ve Biegler, F.Manion'ın aynı sebeple cinayeti işlediğini jüriye kabul ettirir.
F.Manion serbest kalır.

Biegler yeni ortağıyla birlikte F.Manion'ın yaşadığı yere gider ama F.Manion çoktan gitmiştir ve Biegler'e verilmesi için bir not bırakmıştır:
"... dayanılmaz bir itki beni pençesine alıverdi..." !!!

.......................................................

bir Otto Preminger filmi
1959, ABD yapımı

siyah- beyaz

Türkçe altyazılı

160 dk.

suç, dram, gizem

IMDb puanı 8.1/10. Top 250'de 217. sırada.

Cumartesi, Kasım 22, 2008


PERSEPOLIS

Senaristliğini ve yönetmenliğini Marjane Satrapi'nin yaptığı 2007, Fransa yapımı siyah-beyaz animasyon film.

70'li yılların İran'ında sekiz yaşındaki kız çocuğu Marjane ve ailesinin gözünden Molla Devrimi'ne, ardından Yeni İslam Cumhuriyeti'ne ve düzene karşı çıkan devrimcilere, kendi deyişleriyle komünistlere, eylemlere, yasaklara tanıklık ediyoruz siyah-beyaz kareler eşliğinde.

-açıklayıcıdır bilginize-
Marjane, sol görüşlü bir ailenin tek çocuğudur. Kültürlü ve ülkenin gidişatı üzerinde oldukça kafa yoran bir ailenin çocuğu olarak küçük yaşında siyasi fikirlerin içinde bulur kendini. Ve dünyayı daha yaşanılır hale getirmek için bir dileği bile vardır: Peygamber olmak. Küçük Marjane Allah'la sürekli pazarlık halindedir. Şah'ın katı rejimi sona erer ama yeni dönem başka zorlukları beraberinde getirir. Eskisinden kötü günler ülkeyi beklemektedir. Sokaklarda kılık kıyafetleri, hal ve hareketleri kontrol eden devrim muhafızları kol gezmektedir.


Asi küçük kahramanımız Marjane içinse bu durum katlanılmaz bir hal alır. Çarşaf zorunluluğu vardır ve giyer çarşafını altında adidas ayakkabılarıyla.


Ne var ki amcası da dedesi gibi komünist olduğu için hapiste ölünce, ailesi Marjane'ı ülkeden göndermeyi karar verir.








Ve Avusturya Marjane'in yeni ülkesi olur.

Yepyeni bir hayata başlar ama sindirimi zor bir hayattır. Okul, sürekli değiştirilen evler, marjinal arkadaş grupları, aldatan sevgililer...

Ama aklı hep ülkesindedir ve bir gün döner ülkesine genç bir kadın olarak. Üniversiteye gider ve yeniden aşık olur. Evlenmeye karar verir. Evlenir ama kısa sürer evliliği.




Tekrar Avrupa'dadır...




..............................................................

Marjane'nin büyükannesiyle ilişkisi filmin en naif yanı.
Politik bir film, tarafsız da değil üstelik ama etkileyici.

Marjan Satrapi'nin çizgi romanından ( otobiyografik) uyarlanan film, 2007 Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü almış.

Marjan Satrapi & Vincent Parannoud filmi
2007, Fransa
animasyon, dram, komedi, savaş
Fransızca / Türkçe dublaj
siyah-beyaz
95 dk.


IMDb puanı 8.1/10.

Marjane Satrapi (bir Türk ünlüye benziyor, değil mi?)









Perşembe, Kasım 13, 2008


THE ELEPHANT MAN / FİL ADAM


Film, Joseph Carey Merrick isimli İngiliz vatandaşının 1862-1890 yılları arasındaki kısa ve acı dolu yaşamını anlatmakta.

Gerçek hayattan kitaba, kitaptan da sinemaya uyarlanan filmin başrollerinde
"Fil Adam" rolüyle John Hurt ve "Doktor Frederick Treves" rolüyle Anthony Hopkins var.
1980, ABD- İngiltere ortak yapımı filmin yönetmeni ise David Lynch.

Her sinemaseverin muhakkak izlemesi ve film arşivlerinde yer vermesi gerektiğini düşündüğüm filmin konusuna gelince:

-açıklayıcıdır bilginize-

Doktor Frederick Treves, 1880'lerin Londrası'ndaki bir gezici sirkte fil adam lakaplı, çirkin ve son derece anormal bir görüntüsü olan John Merrick'ten haberdar olur ama onu göremez. Merakını yenemeyen doktor fil adamın sahibi olduğunu söyleyen adamı bulur ve ona fil adamı görmek istediğini söyler. Adam, para karşılığında fil adamı gösterir doktora ve hikayesini anlatır:
"Fil Adam" John Merrick, annesi ona hamileyken Afrika'da bir fil tarafından çiğnenmiş ve anormal bir anatomiyle doğmuştur. Doktor, gördüğü şey karşısında korku, şaşkınlık ve acıma duyguları arasında kalır ve bir damla yaş düşer gözünden.
Doktor, adama "Fil Adam"ı çalıştığı hastaneye getirmesini söyler.

Ve "Fil Adam" hastaneye getirilir kafasına sadece tek gözünün açık kaldığı bir maske geçirilmiş olarak. Doktor, onunla konuşmaya çalışır ama John Merrick sadece hırıltılı ses çıkarabilmektedir. Doktor, "Fil Adam"ı toplantıda diğer doktorlara da gösterir ve sonra onu sahibi Bytes'ın yanına gönderir. Bytes, geç kaldığı bahanesiyle ona işkence eder. Doktor John Merrick'i tekrar gördüğünde işkence gördüğünü anlar ve onu hastaneye götürür. Ona bir oda verir.

Hastanenin başhekimi durumu öğrenir. İyileşmesi olanaksız hastaların yerinin hastane olmadığını söyler. Hastane çalışanları da izolasyon odasındaki John Merrick'in varlığından hoşnut değillerdir.Hastane başhekimi doktora J.Merrick'i görmek istediğini söyler. Doktor, J.Merrick'e başhekim geldiğinde cevaplayabilmesi için birkaç cümle ezberletir. Başhekim gelir, J.Merrick ezberlediği cümleler dışında bir şey söyleyemeyince başhekim onun konuşabildiğini ama anlamadığını düşünür. Ve doktorla odadan çıkarlar ama odadan gelen ses üzerine odaya tekrar girdiklerinde J.Merrick'in doktorun ezberletmediği bir pasajı okuduğunu görürler. J.Merrick okuma-yazma bildiğini ama konuşmaktan korktuğunu söyler onlara.Bu arada J.Merrick gazetelerde yer almaya başlamıştır.

Hastane bekçisi bir gece J.Merrick'in odasına gelir ve ona, onu görmek isteyen arkadaşları olduğunu söyler. Ve gazete haberinden sonra devamı da gelecek olan ziyaretler başlar. Ama bu ziyaretlerden kimsenin haberi olmaz.

Doktor, John Merrick'i eşiyle tanışması için evine davet eder. J.Merrick tanışmadan sonra ağlamaya başlar. Doktor, ağlamasının nedenini sorduğunda ona şöyle der:
"Sadece...alışık değilim...güzel bir bayan tarafından iyi davranılmaya..."

Hastanedeki odasına döndüğünde bir ziyaretçisi vardır. Gazetedeki haberden sonra tiyatro oyuncusu Bayan Kendal, J.Merrick'le tanışmaya gelmiştir. Ona bir fotoğrafını verir ve yanında okuması için kitap getirmiştir. J.Merrick, "Romeo ve Jülyet"i okumaya başlar ve Bayan Kendal da ona eşlik eder. Ardından yanağından öper onu ve şöyle der: "Siz gerçekten bir Fil Adam değilsiniz. Siz Romeo'sunuz..."
Bir damla gözyaşı düşer John Merrick'in yanağına...

Bayan Kendal'ın ziyareti gazetede yer alınca ardından burjuva da John Merrick'i ziyarete gider. Merak ve gösteriş duygusuyla yapılsa da bu ziyaretler,John Merrick çok mutludur. Başhemşire ise bu ziyaretlerin gerçek nedeninin farkındadır ve bunu doktora da söyler.

Doktor evine döndüğünde kendisiyle büyük bir hesaplaşma içine girer. Ve karısına John Merrick'i sirkte çalıştıran Bytes'la kendisi arasında benzerlik olduğunu söyler ve "Bu sefer lunapark yerine hastanede..." der.

Hastane yönetim kurulu toplanır ve John Merrick'in durumu hakkında fikir birliği sağlamaya çalışırlar. Bir doktor dışında diğerleri J.Merrick'in hastanede kalmasında hemfikirdirler. Toplantı sırasında kraliyet ailesinden prenses gelir ve kraliçenin mesajını iletir. Kraliçe hastane yönetim kuruluna John Merrick'e sahip çıktıkları için teşekkür etmektedir. Ve yönetim kurulu J.Merrick'in ömür boyu hastanedeki odasında kalmasına ve masraflarının hastane tarafından karşılanmasına karar verir.

Gece olunca bekçi yine ziyaretçileri getirir. Ziyaretçilerin arasında Bytes da vardır. Sabah olduğunda doktor J.Merrick'in odasına gelir ama onu bulamaz.
Bytes, J.Merrick'i kaçırmıştır.

Doktor, gece hastanede olanları öğrenir, bekçi kovulur ama John bulunamaz.
Bytes, John Merrick'le birlikte Fransa'ya kaçmıştır. Fil Adam'ı sirklerde göstermeye devam eder. Ama J.Merrick, artık yorgun düşmüştür ve Bytes onu cezalandırmak için maymunlarla birlikte kafese kapatır. Ona acıyan diğer sirk göstericileri kafesten çıkmasına ve ülkeden kaçmasına yardım ederler. Onu Londra'ya giden bir gemiye bindirirler. John Merrick artık yalnızdır. Gemiden inince tren istasyonuna gider maskesi başında olarak. İnsanlar peşine takılır, maskesini çıkarırlar ve istasyonun bir köşesinde onu sıkıştırırlar. Ve bağırır John Merrick onlara:
"Ben bir fil değilim... Ben bir hayvan değilim... Ben bir insanım...İnsanım..."

İstasyona gelen polis onu alır ve hastaneye geri götürür. Doktor hiç çekinmeden sarılır ona. Bayan Kendal, gösterisine John Merrick ve doktoru davet eder. Perde kapandığında gösteriyi özel konuğu J.Merrick'e adadıklarını söyler. Ve ona "sevgili arkadaşım" diye hitap eder. Salonda büyük bir alkış kopar.

Gece olduğunda yatmak üzere yatağına gider J.Merrick ama bu sefer duvardaki resimde olduğu gibi yatağında uzanarak uyumak ister. Vücudunun anormalliği yüzünden yatağında oturarak uyumuştur o geceye dek. Ve o gece bütün yastıkları kaldırır yatağından ve uzanır yatağına...

......................................................................

İki başrol oyuncusunun da mükemmel performans sergilediği yürek burkan bir film.
Gözyaşlarınızı tutamayacağınız sahneler bol.
Hikayenin gerçek oluşu (kısmen) filmi daha da etkili yapıyor.

izleyin...


bir David Lynch filmi

1980, ABD-İngiltere yapımı

biyografi, dram, tarih

siyah-beyaz

Türkçe altyazılı

124 dk.

IMDb puanı 8.4/10. Top 250'de 84. sırada.

Pazar, Kasım 09, 2008


ROSEMARY'S BABY

Ira Levin'in aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan, başrolünde Mia Farrow'un oynadığı 1968, ABD yapımı bir Roman Polanski filmi.

Gelelim bu korku, gerilim filminin konusuna:
-açıklayıcıdır bilginize-

Genç bir çift, Rosemary ve tanınmak için çırpınıp duran bir aktör olan kocası Guy, New York'ta kötü şöhretli eski bir binaya taşınırlar. Binanın yaşlı sakinleri arasında bir çift, Roman ve Minnie Castavet genç çifte yakınlık gösterirler ve kısa sürede arkadaş olurlar. Rosemary yeni komşularına biraz tedirgin yaklaşsa da kocası Guy, yeni komşularından çok memnundur.
Rosemary, yaşlı komşularının yaşadığı yan daireden tuhaf sesler duyar ve bir gece rüyasında şeytanın tecavüzüne uğradığını görür. Kısa süre sonra hamile olduğunu öğrenir. Genç çift, çok mutludur.

Rosemary, komşusu Minnie Castavet'in kendisi için hazırladığı özel bitki karışımlarından içer. Ve yine Minnie'nin ona şans getirmesi için verdiği içinde kötü kokulu bir bitkinin olduğu kolyeyi takar.


Bu arada kocası Guy, önemli bir oyunda başrol oynayacak oyuncu kör olunca, onun rolünü alır. Rosemary gün geçtikçe zayıflamaktadır. Eşi ve komşuları bunun geçici bir durum olduğunu söyleseler de çiftin yakın arkadaşları Hutch, öyle düşünmemektedir. Hutch, Rosemary'nin komşularında bir gariplik olduğunu farkeder ve komşuların hakkında bir araştırma yapar ama bulduklarını söyleyemeden ölür. Ölmeden önce Rosemary'e verilmesi için bir kitap bırakmıştır. Kitap, cadılar hakkındadır. Rosemary kitabı okur ama eşi Guy, kitaptakilerin saçmalık olduğunu söyler ve kitabı okumasını istemez.

Komşuları Castavet çifti Rosemary'e ünlü bir doktoru tavsiye ederler. Rosemary eski doktorunu bırakır ve yeni doktora devam eder. Doktor ona Minnie'nin hazırladığı içecekleri içmeye devam etmesini söyler. Rosemary gün geçtikçe kötüleşmektedir ve Castavet çiftinden şüphelendiği için içecekleri içmeyi bırakır.
Hutch'ın bıraktığı kitaptan Castavet ailesi hakkında bilgiler edinir ve çiftin Rosemary'nin doğacak bebeğini istediklerini anlar. Kocasının da bu işte parmağı olduğunu da. Valizini hazırlar ve doğumu yaptırması için doktoruna gider ama doktorda da Minnie'nin kendisine verdiği tuhaf kokulu bitkiden olduğunu öğrenince oradan kaçar ve eski doktoruna gider. Ona hikayeyi anlatır. Castavet çiftinin bebeğini almak istediğini de. Doktor ona dinlenmesini söyler. Bu arada kocasına ve doktoruna haber verir. Guy ve doktor onu almaya gelirler. Ve ona evde doğum yaptırırlar.

Rosemary bebeğini doğurur ama ona bebeğin öldüğünü söylerler. Bir gün yan daireden bebek sesleri duyan Rosemary, gizlice daireye girer ve bebeğin ölmediğini öğrenir. Bebek beşiktedir, kocasının da içlerinde olduğu bir kalabalık kutlama yapmaktadır. Rosemary, beşiğe gider ve bebeğini görür, şeytanın çocuğunu...


.........................................................

Yönetmenin izlediğim tek filmi. Uzun bir film olmasına rağmen gerilim son ana kadar devam ediyor.
İçinde pek çok konuyu barındıran filmde Şeytan ve "satanizm" ön planda. Ama filmin genelinde ve özellikle final sahnesinde "anne" kavramı enteresan bir şekilde işleniyor. Yani Rosemary, şeytanın çocuğuna annelik edecek mi yoksa bebekten vaz mı geçecek?

Sinema tarihi açısından önemli bir film olduğu muhakkak ama filmde rahatsız eden bir şeyler var. Kabul Mia Farrow rolünün hakkını fazlasıyla vermiş, keza diğer oyuncular da öyle, yönetmenin dehası ve filmin işlenişi, müzikleri de güzel ama sanırım konunun rahatsız edici olması ve final sahnesi izleyiciyi tuhaf duygular içine sokuyor. En azından kendi adıma...

Küçük bir araştırmadan sonra, bu filmin ardından
yönetmenin başına gelen talihsiz olayı da öğrenmiş oldum. Polanski'nin sekiz aylık hamile eşi ve evindeki üç arkadaşı Charles Manson çetesi tarafından katledilmiş ne yazık ki...

Enteresan bir film, çok kötü bir son...

bir Roman Polanski filmi
1968, ABD yapımı

Türkçe altyazılı

korku, gerilim, dram

136 dk.

IMDb puanı 8.0/10. Top 250'de 214. sırada.

Salı, Kasım 04, 2008

THE APARTMENT

Yapımcılığını ve yönetmenliğini Billy Wilder'in üstlendiği, başrollerinde Jack Lemmon ve Shirley MacLaine'nin oynadığı 1960, ABD yapımı komedi filmi.

Gelelim filmin konusuna:
-açıklayıcıdır bilginize-
New York'ta büyük bir sigorta şirketinin çalışanlarından biri olan C.C.'Bud' Baxter
(Jack Lemmon), Manhattan'daki evini şirketin üst düzey yöneticilerinin kaçamakları için kullanmalarına izin vermesiyle kısa zamanda şirkette yükselmeye başlar. Çabuk gelen bu başarı, onu bazı geceler dışarda uyumaya mecbur etse de halinden memnundur.

Bir gün, şirketin patronu Jeff Sheldrake de Baxter'dan dairesinin anahtarını ister. Karşılığında da büyük bir terfi alacaktır. Baxter, anahtarı verir ve ertesi gün Jeff Sheldrake'in dairede geceyi geçirdiği kıza ait olduğunu düşündüğü kırık aynayı patronuna verir. Ama aynanın bir süredir hoşlandığı ve iş arkadaşlarının dairesine getirdiği kızlardan farklı olduğunu düşündüğü asansör görevlisi Fran Kubelik'e (Shirley MacLaine) ait olduğunu öğrenir. Hayal kırıklığına uğrar ama patronuna anahtarı vermeye devam eder.

Patronu Jeff Shaldrake evlidir ve Fran'ı boşanacağını söyleyerek oyalamaktadır. Bir gün yine Baxter'ın dairesinde buluşurlar ve kavga ederler. J.Shaldrake evine döner ama Fran dairede kalır ve uyku ilacı içerek intihar etmeye kalkışır. Baxter, dairesine döndüğünde Fran'ı odasında baygın halde bulur ve hemen doktor olan komşusunu çağırır. Doktor, Fran'ı iyileştirir. Fran'ın bir süre dinlenmesi gerekmektedir. Bu arada Baxter sevdiği kızla patronunun arasını düzeltmeye çalışır. Patronun karısı, kocasının ilişkilerini öğrenir ve onu terk eder. Jeff Shaldrake'in Fran'la evlenmesi için artık bir engel yoktur.

Fran çok mutludur. Baxter ise şirketten ayrılmıştır ve dairesinden de taşınmak üzeredir. Fran, Baxter'ın şirketten ayrıldığını ve şehirden de ayrılacağını öğrenir. Baxter'ın onu sevdiğini anlar ve Jeff ne olduğunu anlamadan, Fran kendini Baxter'ın dairesinde bulur.



............................................

Film, konu olarak bir şirket çalışanının dairesini, patronlarının kaçamakları için kullanmasını anlatsa da arka planda büyük şirketlerin çalışanlarını nasıl sömürdüklerini, yükselme hırsının insanı nasıl ahlaksızlaştırıp yozlaştırdığını anlatıyor.

2007 yılında Amerikan Film Enstitüsü bu filmi "Tüm zamanların en iyi filmleri" listesinde 80. sırada ilan etmiş.
Ayrıca film, En İyi Film Akademi Ödülü alan son siyah-beyaz filmmiş.

Film, 1961 yılında on dalda aday gösterildiği Oscar ödüllerinden En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo, En İyi Kurgu, En İyi Sanat Yönetimi dallarında ödülü almış. Filmin daha pek çok ödülü var.

bir Billy Wilder filmi
1960, ABD yapımı
romantik komedi, dram
siyah-beyaz
Türkçe altyazılı
125 dk.

IMDb puanı 8.4/10. Top 250'de 90. sırada.

Cuma, Ekim 31, 2008


ONLY ANGELS HAVE WINGS / MELEKLER KANATLI OLUR

Başrollerinde Cary Grant ve Jean Arthur'un oynadığı 1939, ABD yapımı Howard Hawks filmi.

Gelelim filmin konusuna:

-açıklayıcıdır bilginize-

Bonnie Lee (J.Arthur) gemisini beklerken Güney Amerika'da küçük bir havaalanına uğrar. Kaptan pilot Geoff Carter (C. Grant) posta uçaklarına ait bu küçük havaalanının yöneticisidir.Tehlikeli ve sisli havalarda da yapılan bu uçuşlarda kaza yaşanmasına ve ölümlerin gerçekleşmesine rağmen, yağışlı havalarda uçakların havalanmasına izin veren Geoff'ten pek hoşlanmasa da kısa sürede Geoff'in soğuk duruşu ve kararlı tavrından etkilenen Bonnie, şehirde bir süre daha kalmaya karar verir, en azından gemi tekrar gelene kadar.

Bu arada posta pilotlarının arasına yeni bir isim daha katılır. Geçmişinde kötü hatıraları olan bu adamı kimse aralarına almak istemezken, en iyi arkadaşına rağmen -ki arkadaşının kardeşinin ölümüne sebep olmuştur bu adam- Geoff onu işe alır ve kimsenin uçmak istemediği kötü havalarda posta görevini ona verir. Kötü adamımız karısıyla birlikte gelmiştir. Judy ( Rita Hayworth) yani karısı yıllar önce Geoff'i terk eden sevgiliden başkası değildir.


Geoff aynı şeyleri tekrar yaşamak istemediğinden Bonnie'nin ilgisine karşılık vermez önceleri ama varlığından da memnundur. Yine bir kötü hava uçuşu yapılacaktır. Göreve Geoff ve arkadaşı çıkacaklardır ama Bonnie korkutmak için eline aldığı tabancanın ateşlenmesiyle kazara Geoff'i kolundan vurur. Geoff'in yerine göreve kötü adam ve adamın düşmanı, Geoff'in arkadaşı birlikte giderler. Kaza olur ama bu sefer kötü adamımız uçağı terketmez. Ama Geoff'in arkadaşı ölür. Ölmeden önceyse kötü adamı affeder ve onu aralarına almaları gerektiğini söyler Geoff'e.

Yeni bir uçuş daha olacaktır, Bonnie ise gemiye binmek için hazırlanmıştır. Geoff'in "kal" demesini bekler ve Geoff kendince cevap verir ona, yazı-turayla...

...........................................

Yine güzel bir film, üstelik Cary Grant oynuyor, yönetmen de Howard Hawks.
Daha ne olsun :-)

bir Howard Hawks filmi
1939, ABD yapımı
siyah-beyaz
Türkçe altyazılı
dram, macera, romantik
121 dk.

IMDb puanı 7.6/10.

Salı, Ekim 21, 2008


THE PARADINE CASE / PARADINE DAVASI / CELSE AÇILIYOR

1947,ABD yapımı bir Alfred Hitchcock filmi.
Romandan sinemaya uyarlanan filmin başrollerinde Gregory Peck ( İlk kez, yine Hitchcock imzalı Spellbound'da izlemiştim, bu ikinci ama devamı gelecek) ve Ann Todd var.

Gelelim filmin konusuna:

-açıklayıcıdır bilginize-
Genç ve güzel Bayan Paradine yaşlı,zengin ve kör kocasını zehirleyerek öldürmekten suçlanmaktadır. Kendisini savunması için ünlü avukat Anthony Keane'i tutar. Keane, eşine âşık genç ve yakışıklı bir avukattır ama Bayan Paradine ile karşılaştığı ilk günden itibaren ondan etkilenir ve onun masumiyetine inanır. Ve onu kurtarmak için Bayan Paradine kendisine pek yardımcı olmasa da davayı alır.


Keane, bu olayda Bay Paradine'in yanından hiç ayrılmayan, onun genç sadık hizmetkarı Andre'nin parmağı olduğunu düşünmektedir. Ve onu bulmak için Paradine ailesinin başka bir şehirdeki evlerine gider ve onu orada bulur. Andre önce Keane'le konuşmaktan kaçar ama sonra ona Bayan Paradine'ın kötü biri olduğunu söyler sadece.


Keane, Bayan Paradine'dan çok etkilenmiştir. Kimsenin dediğini dinlemez ve onu savunmak için suçu Andre'nin işlediğini iddia eder.
Ama olaylar hiç de Keane'in düşündüğü gibi değildir. Bayan Paradine, suçun Andre'nin üzerine kalacağını anladığı sırada itirafını yapar...
Mahkeme biter ve Keane, karısını kendisini beklerken bulur.

...................................................


Kalbiyle hüküm veren bir avukatın büyük yanılgısı, Paradine Davası.
Hitchcock severlere...


bir Alfred Hitchcock filmi
1947, ABD
Türkçe altyazılı
siyah-beyaz
suç, drama, mahkeme


IMDb puanı 6.4/10.

Cuma, Ekim 10, 2008


SPELLBOUND / ÖLDÜREN HATIRALAR

Başrollerini Ingrid Bergman ve Gregory Peck'in paylaştığı 1945, ABD yapımı bir A.Hitchcock filmi.

Romandan senaryolaştırılıp filme uyarlanan Spellbound'un konusuna gelince:

-açıklayıcıdır bilginize-
Dr. Constance Petersen (I. Bergman), kendini işine adamış başarılı bir psikiyatristtir. Bir gün,çalıştığı hastanenin şefi olan Dr. Murchison' ın yerine suçluluk psikolojisi üzerine çalışmaları bulunan ünlü doktor Anthony Edwardes atanır. Dr. Anthony Edwardes hastaneye gelir. Herkesin beklediğinden de genç olan doktorun, diğer doktorlarla birlikte yemek yedikleri sırada, Dr. Constance Petersen'in örnek vermek için masa örtüsüne çatalıyla çizgiler çizerken tuhaf tepkiler vermesi ve çizgileri bıçağıyla düzeltmesi dikkat çeker.Dr.Constance ve Anthony Edwardes arasında yakınlaşma başlar. Bir hastanın intihar teşebbüsü sonrasında ameliyathaneye ikisi birlikte girerler ama Dr. Anthony Edwardes fenalaşır ve Constance onu odasına götürür. Uyanmasını beklerken doktorun kitabını okumaya başlar ama burada dikkatini çekecek bir şey olur. Kitaba Dr.Anthony Edwardes tarafından atılan imzayla, doktorun Constance'a yazdığı nottaki imza aynı değildir. Constance, başında beklediği adamın Dr. Anthony Edwardes olmadığını anlar. Adam uyandığında gerçek Dr. Edwardes'in öldüğünü öğrenir. Yalnız adam kendisine ait hiçbir şey hatırlamıyordur. Cebinden çıkan sigara tabakasının üzerindeki J.B. harflerinden ismini bulmaya çalışırlar. Constance adamdan hoşlanıyordur ve onu psikanaliz tekniğiyle konuşturmaya kararlıdır. Her ne kadar adam Dr. Edwardes'ı kendisinin öldürdüğünü söylese de Constance ona inanmaz. Adamın yani J. B.'nin gördüğü rüyaları yorumlamaya çalışır. Ameliyathanede fenalaştığı günün ertesinde Constance'a bir not bırakarak kaçar adam. Ve o gün polis de hastaneye gelmiştir. Gerçek Dr. Edwardes'ın sekreterinin ifadesiyle sahte doktorun izini bulurlar ama sahte doktor yani J.B. ellerinden kaçmıştır.

Constance notu bulur ve J.B. 'nin yanına gitmek üzere hastaneden ayrılır. Nottaki adrese gider. Bir otel odasında bulur onu. Ve psikanaliz seanslarına devam ederler. Ama Constance'ın fotoğrafının gazeteye verildiğini ve arandığını görünce otelden çıkarlar ve trene binip Constance'ın üniversiteden hocası olan Dr. Alexander Brulov' un evine giderler. Doktora evlendiklerini söylerler ama doktor gerçeği çoktan anlamıştır.

İki doktor birlikte psikanaliz uygularlar ve J.B.'nin tuhaf rüyalarını yorumlarlar. Beyazdan ve çizgilerden neden korktuğunu ortaya çıkarırlar. Yine rüyadan çıkardıkları Cebrail Vadisi'ne giderler Constance ve J.B yani John Balantine. J.B.'nin korktuğu beyaz, karı temsil etmektedir ve birlikte onun söylediği yerde kayak yaparlar. Tam uçuruma yaklaşmışken J.B., Constance'ı durdurur ve düşmekten kurtulurlar.
J.B. burada çok şey hatırlar. Özelikle Dr. Anthony Edwardes'ın buradan düşürüldüğünü ve kendisinin de küçükken kazayla kardeşinin ölümüne neden olduğunu. Kardeşinin ölümünden duyduğu suçluluk duygusundan kurtulabilmek için savunma mekanizması kendince böyle bir yol bulmuş ve J.B., Anthony'nin yerine geçmiştir. Olayı çözdüklerini düşünürler ama Dr. Anthony Edwardes'ın cesedi bulunduğunda işler daha da karışır. Çünkü cesette bir kurşun yarası vardır. Yani ortada bir cinayet vardır. Ve John Balantine tutuklanır. Constance işin peşini bırakmaz ve çalıştığı hastaneye geri döner Dr. Brulov ile birlikte. Hastanenin eski şefi tekrar iş başındadır. Dr. Murchison'ın yani şefin Dr. Edwardes hakkında söylediği bir cümle Constance'ı harekete geçirir ve Constance olayı çözer. Ve patlayan bir silah...

John Balantine serbest bırakılır ve mutlu son...

.......................................................

Filmdeki rüya sahnelerini ünlü ressam Salvador Dali tasarlamış. Oldukça farklı sahneler, özellikle iç içe açılan kapılar meşhur sahnesi filmin.
Yönetmeni sevdiğim için filmleri arasında seçim yapmakta zorlanıyorum ama bu film hem konu, hem işleniş açısından farklı bir Hitchcock eseri. A. Hitchcock sevenler, bu filmi de izleyin...




bir Alfred Hitchcock filmi

1945, ABD

gerilim, dram, romantik, gizem

111 dk.

Türkçe altyazılı


IMDb puanı 7.7/10.