gerilim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
gerilim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Perşembe, Aralık 09, 2010


LES DIABOLIQUES

Ya da dilimize çevrilen adıyla "Şeytan Ruhlu Kadınlar" 1955, Fransa yapımı.
Filmin yönetmeni
Henri Georges Cluozot, bu filmle bir süreliğine de olsa "gerilim ustası" ünvanını A.Hitchcock'un elinden almış ve film, "A.Hitchcock'un yapmadığı en büyük filmi" olarak anılıyormuş ki Hitchcock'un kaybettiği ünvanını geri almak için "Psycho"yu çevirdiği de söylenirmiş.

Başrollerini Simone Signoret, Vera Clouzot ve Paul Meurisse'in paylaştığı film, Fransa'nın taşrasında yatılı bir okulun müdürü, müdürün karısı ve metresi üçgeninde gerilimli bir seyir sunuyor izleyiciye.

Fransa'nın taşrasında bir yatılı okulda mülkiyeti öğretmen karısına ait bir yatılı okulda müdür olan Bay Delassalle'in yine aynı okuldaki bir başka öğretmenle de ilişkisi vardır. Tüm okulun ve tarafların da birbirinden haberdar olduğu bu karmaşık ilişkide, müdür Delassalle, kalp hastası olan genç ve güzel karısına olduğu kadar metresine de sadistçe davranmaktadır. Ve bir gün müdürden kurtulmanın zamanı geldiğini düşünen karısı ve metresi birlik olup onu öldürmeye karar verirler. Ne ki Bayan Delassalle( Christina) korksa da güzel sarışın metres (Nicole), ikisinin de kurtuluşunun müdürün ölmesi olduğuna onu ikna eder ve planı uygulamaya koyulurlar.

Christina ve Nicole, Nicole'ün evine giderler ve Christina, buradan kocasına telefon ederek ondan ayrılmak istediğini söyler. Karısıyla görüşmek için eve gelen müdür, içkisine koyulan ilaçla etkisiz hale gelince iki kadın onu banyo küvetinde boğarlar.


Ve ertesi sabah hasır bir sandığın içinde cesedi okulun bahçesine getirirler, cesedi uzun zamandır temizlenmeyen bahçedeki havuza atarlar. Cesedin su yüzeyine çıkmasını bekleyen Christina, cesedin çıkmaması üzerine bir bahaneyle havuzu boşaltmaya karar verir. Havuz boşaltılır ama ceset havuzda değildir.


Havuzun boş olduğunu gören Christina, bayılır. Ayıldığındaysa, öldüğünde Bay Delassalle'in üzerinde bulunan takım elbise kuru temizlemeciden gelir. Christina ve Nicole, kuru temizleme dükkanına giderler ve orada Bay Delassalle'in cebinden çıkan eşyaları alırlar. Bir otel odası anahtarı da bunlardan biridir. Christina anahtarı alıp otel odasına gider ve kocasını sorar.
Ama kimse onu görmemiştir. Yaptıklarına pişman olan ve korkan Christina polise gitmeye karar verir ama Nicole ona engel olur.

Bu arada Seine nehrinde kimliksiz bir ceset bulunur, onu teşhis etmeye giden Christina, cesedin kocasına ait olmadığını görür. Burada Christina'nın görevliyle yaptığı konuşmaya şahit olan emekli bir polis müfettişi ona, kocasını bulmasına yardımcı olacağını söyler. Müfettiş okula gelir ve çalışanlara sorular sorar. Christina müfettişi başından atmaya çalışsa da müfettiş kocasını bulana kadar ondan para almayacağını söyler ve araştırmaya devam eder.

Bu arada camı kırdığı için müdürün kendisini cezalandırdığını söyleyen bir çocuk, Christina'nın sinirlerini daha da yıpratır ve Christina hastalanır. Okul fotoğrafı çekiminde, fotoğrafta çıkan pencere arkasından bakan müdüre benzeyen bir gölge de iki kadını çaresiz bırakır ve Nicole okuldan ayrılır. Aynı gece odasında emekli polis müfettişini kendisini izlerken bulan Christina kendini tutamaz ve cinayeti müfettişe anlatır.

Ve müfettiş de ona "Yarın sabah aklanmış olarak uyanacaksın" der... Acaba öyle mi olacak?

"Seyredin, şaşırın ama ağzınızı sıkı tutun" şeklindeki filmin tanıtım sloganına uyacağım ve finale dair bilgi, ipucu, ima vs. bu yazıda yer almayacak. Şu kadarını söyleyeyim, filmin son on dakikası kesinlikle müthiş, kesinlikle şaşırtıcı.

Sinefillerin er ya da geç izleyeceği bir film. "Sinefil değilim ama filmin konusu ilgimi çekti lakin çok eski yapımmış, eski filmleri pek sevmiyorum" derseniz, hay hay 1996 yılında çekilmiş bir versiyonu daha var -onu da izledim hatta onu birkaç yıl önce izlemiştim- Sharon Stone, Isabelle Adjani ve Chazz Palminteri oyunculuğuyla, o da gayet başarılıydı, onu tavsiye edebilirim. Ama benim favorim ilki tabiki.

Romandan uyarlanmış başarılı bir film daha...



Salı, Aralık 07, 2010



STRANGERS on a TRAIN

Sanırım kısa aralıklarla üç kez izledim Trendeki Yabancılar'ı. Beğendiği filmleri tekrar ve tekrar izlemekten usanmayan bünyem, özellikle Hitchcock filmlerinden pek bir keyif alıyor, edebiyatta da Agatha Christie'nin verdiği keyif gibi.

Trendeki Yabancılar, Patricia Highsmith'in aynı adlı romanından uyarlanmış 1951, ABD yapımı bir Hitchcock filmi. Başrollerini Farley Granger, Ruth Roman ve Robert Walker'ın paylaştığı filmde Hitchcock'un tek çocuğu Patricia Hitchcock da yer almakta.

Film, tren istasyonuna doğru ayrı ayrı ilerleyen iki çift ayakkabı görüntüsüyle başlıyor. Bu iki çift ayakkabı sahipleri trende karşılıklı oturuyor ve yanlışlıkla ayakkabıların birbirine değmesiyle yazık ki tanışmak zorunda kalıyorlar. Yolculardan biri Guy Haines adında ünlü bir tenisçi, diğeri ise Bruno Anthony adlı işi gücü olmayan, babasının servetiyle geçinen meraklı bir tiptir ki burada Bruno karakteri için otoriter babasından nefret ettiğini ve annesinin kollarında ilgi bekleyen şımarık küçük bir çocuk gibi davrandığını da söyleyelim. Babası, oğlunun normal olmadığını annesi ise onun özel bir çocuk olduğunu düşünedursun, Bruno Anthony karakteri düpedüz hasta ruhlu bir yetişkindir.

Guy Haines, ayrı yaşadığı sadakatsiz eşinden boşanıp, senatörün kızı Anne Morton'la evlenmeyi planlamaktadır ve boşanmayı konuşmak için karısının çalıştığı yere gitmek üzere trene biner. Trende, Bruno'nun karşısına oturması onu gönüllü olmadığı bir sohbetin içine sokar. Bruno, onu tanıdığını, o ve sevgilisi hakkında çıkan haberleri okuduğunu söyler. Karısının ölmesi onun için iyi olacaktır, Bruno'ya göre. Ve Guy'a nefret ettiği babasından da bahseder, onun ölümünü istemesini de ekleyerek. Ne ki cinayet onları şüpheli duruma düşüreceğinden ve yakalanmaları kolay olacağından Guy'a enteresan bir teklifte bulunur: Çapraz cinayet. Anthony, Guy'ın boşanmayı reddeden karısını öldürecek, Guy da Anthony'nin nefret ettiği babasını. Ve ikisinin de öldürmeyi planladıkları kişilerle ilgileri olmadığı için yakalanmaları imkansız olacak, Bruno'ya göre.

Bu dehşet planı dinledikten sonra Guy, fikrinin nasıl olduğunu soran Bruno'ya, onu başından atmak için güzel olduğunu söyler ve trenden iner. Karısıyla görüşmeye gider ve kavga ederek oradan ayrılır. Gece evine döndüğündeyse birisinin kendisine seslendiğini duyar, bahçe kapısının orada Bruno'yu görür. Bruno, trendeki sohbetin ardından dehşet planını uygulamaya koymuş ve Guy'un karısını evine kadar takip etmiştir. Bir gece erkek arkadaşlarıyla birlikte lunaparka gittiğinde Bruno da peşindedir ve göldeki sandal gezintisinin ardından karşı kıyıya çıktığında kadını öldürür ve oradan kaçar. Guy'ın evine geldiğindeyse ona karısını öldürdüğünü, sıranın da onda olduğunu söyler. Guy, polise gideceğini söyler ama Bruno'nun sözleri aklını karıştırır. Ardından sevgilisi Anne Morton'ın evine gider, burada senatör, sevgilisi ve sevgilisinin kızkardeşi ona kötü haberi verirler: Karısı öldürülmüştür.

Guy, cinayetten haberi olduğunu onlara söylemez. Polise verdiği ifadede cinayet saatinde eve dönüş için bindiği trende onu gören bir şahidi olduğunu söyler. Söylediği kişi ise trende sarhoş olduğunu ve onu hatırlamadığını söyler. Guy tutuklanmaz ama şüpheli durumunda olduğu için peşine onu devamlı izleyecek bir polis takılır.

Guy, Bruno'nun telefonlarına çıkmaz, notuna cevap vermez ama bir gün sevgilisiyle gittiği müzede karşısına Bruno çıkar. Ardından Guy'a evin planının ve anahtarının olduğu bir mektup gönderir. Guy, tenis maçlarına çıkmaya devam eder, polis de onunla birliktedir. Seyirciler arasında Bruno da vardır. Maçtan hemen sonra Bruno'yu sevgilisinin masasında gören Guy, onu arkadaşı olarak tanıştırmak zorunda kalır.

Senatörün evindeki partiye davetsiz olarak katılan Bruno, etrafına topladığı yaşlı zengin kadınlara cinayet yöntemlerini anlatmaya ve içlerinden birini de uygulamaya koyulunca Guy tarafından evden çıkartılır. Bu arada, Anne Morton'ın kız kardeşi de Guy'ın karısı gibi gözlük takmaktadır ve Bruno'nun Barbara'ya bakışlarından şüphelenen Anne, olayı çözer ve Guy'ı her şeyi anlatmaya zorlar. Bruno'nun nasıl hasta ruhlu bir katil olduğunu öğrenen Anne ve Guy, bir plan yaparlar ve o gece peşindeki dedektifi atlatıp Bruno'nun evine giden Guy'ın niyeti, Bruno'nun babasına olanları anlatmaktır. Ama babasının yerinde Bruno'yu görünce, Bruno'nun ona oyun oynadığını anlar. Anne, olanları Bruno'nun annesine anlatmaya çalışır ama annesi ona inanmak istemez. Konuşmaya Bruno da şahit olur ve Guy'ın babasını öldüremeyeceğini anlayan Bruno, Guy'dan intikam almak için, Guy'ın karısını öldürdüğü yere gidip onun çakmağını oraya bırakarak suçu Guy'ın üstüne atmaya çalışır.

Final sahnesi... Lunaparkta karşı karşıya gelen Guy ve Bruno, peşlerinde polis. İkisi de atlıkarınca üstünde, polisin ateşiyle bozulan, durdurulamayan ve daha da hızlanan atlıkarıncadan kim sağ çıkacak?

Filmde tehlikeli atlıkarınca sahnesi hiçbir hile kullanıılmadan çekilmiş, atlıkarıncayı durdurabilmek için altına giren yaşlı adamın olduğu sahne ki Hitchcock da sonradan bunun tehlikeli olduğunu kabul etmiş araştırmama göre.

Guy'ın tenis maçında onu izleyen başların bir sağa bir sola gidişi ama Bruno'nun dümdüz Guy'a baktığı sahne, Barbara'nın gözlüklerinde Guy'ın çakmağının ateşini hayal eden Bruno sahnesi, partide önce Bruno'nun gözüne yumruk atıp, sonra da onu ayağa kaldırıp papyonunu düzelten Guy'ın esprili sahnesi ve tabi final sahnesi filmin başarılı karelerinden birkaçı.


Son nefesinde bile oyununu sürdüren Bruno Anthony'ye ne demeli? Guy'ın tanıtımıyla
"Bruno Anthony, çok zeki bir adam"...

Hitchcock, ne yapmış etmiş yıllar sonra bile heyecanını yitirmeyecek filmlere imza atmış. Çekim tekniği olarak günümüz olanaklarıyla kıyaslanamayacak filmler doğru, ama senaryoların sağlamlığı, oyuncuların mükemmel oyunculukları -Bruno karakteri müthiş canlandırılmış- ve yönetmenin dehası oldu mu tadından yenmez o film.



Bu arada Patricia Highsmith'in sadece Merhameti Ertelemek kitabını okumuştum. Trendeki Yabancılar da listeye eklensin okunmak için. Ve sonra da şu sorunsal var ki meşhur, çıksın ortaya: Kitabı mı, filmi mi? Genelde filmler kitabın hakkını veremez ama bu film, kitabın hakkını vermiştir, vermiştir büyük ihtimal.

Pazar, Kasım 28, 2010



I CONFESS / İTİRAF EDİYORUM

Montgomery Clift, Anne Baxter ve Karl Malden oyunculuğuyla 1953 yapımı Alfred Hitchcock filmi.

Film, bir cinayet sahnesi ve hemen ardından katilin kiliseye girişiyle başlıyor. Katili filmin başında gören izleyici için suçluyu tahmin etme gibi bir durum ortadan kalkıyor ama film suçluyu bulmaktan ziyade gerçeği ortaya çıkarabilmenin hikayesini anlatıyor.


Şöyleki: Cinayeti işleyen katil, kiliseye gelir, genç ve naif Peder Logan'a günah çıkarma sırasında işlediği cinayeti itiraf eder. Bundan sonrası Peder Logan için sıkıntılı günlerin başlangıcıdır. Peder bir din adamı olarak günah çıkarırken kendisine söylenenleri kimseye anlatmamakla yükümlü bir yandan da işlenen bir suçu polise bildirmekle. Katil, Peder Logan'ın kilisede iş ve karısıyla birlikte yaşamaları için kilise konutlarında yatacak yer verdiği bir Alman göçmendir ve Peder Logan'a sürekli olarak psikolojik baskı yapmakta ve kendisini ele veremeyeceğini söylemektedir. Ne ki katili olay yerinden ayrılırken gören iki çocuğun ifadesi Peder'i güç duruma sokar. Katilin peder cübbesi giydiğini öğrenen polis, bir de olay yerine gelen Peder Logan'ın maktulle randevusu olduğunu ve belediye üyesinin güzel eşiyle buluştuğunu da öğrenince Peder Logan, baş şüpheli olarak sorgulanır. "Bilmiyorum, söyleyemem" den başka ifade veremeyen Logan'ın mahkeme gününde, bir başka ölümle olay çözümlenir...

Farklı bir Hitchcock filmiydi. Suçluyu filmin ilk dakikalarında görüyoruz ama suçlunun kim olduğu sorusundan ziyade yönetmenin izleyiciye yaşattığı o gerilim havası filmi izlettiriyor. Tabi bir filmle Hitchcock krizimi dindiremeyince ardından "Lifeboat" ve "Strangers on a Train" de izlendi ki ikisi de tekrar tekrar izlemek istediğim Hitchcock filmleri arasına girdiler bile.

Cuma, Eylül 17, 2010


CHARADE

Dilimize Öldüren Şüphe olarak çevrilen 1963 yapımı Stanley Donen filmi. Başrollerini Regina Lampert rolüyle Audrey Hepburn ve Peter Jashua rolüyle Cary Grant'ın paylaştığı film, Hitchcookseverler için bir alternatif olabilir keza film, bir Hitchcook filmi olmamasına rağmen yönetmenin elinden çıkmış bir film havasında.

Filmin konusuna gelince: Regina Lampert, Fransa'da kayak tatili yaptığı sırada yaşlı kurt Peter Jashua ile tanışır. Burada kocasının hareket halinde bir trenden atılarak öldürüldüğünü öğrenen Regina, evine döndüğünde evinin bomboş olduğunu görür ve kocasının her şeyi sattığını öğrenir. Kocasının cenaze törenine gelen daha önce görmediği üç tuhaf görünüşlü adam, Regina'nın peşine takılır ve ondan paranın yerini kendilerine söylemelerini isterler. Nasıl bir durumun içine düştüğünü anlamayan Regina, Peter Jashua'nın da yardımıyla üç adamı atlatmaya ve kocasının parayı nereye sakladığını bulmaya çalışır. Bu arada CIA için çalıştığını söyleyen bir adam da Regina'yı takiptedir. Peşindeki üç adam da teker teker öldürülür ve geriye sıranın kendisinde olduğunu düşünen Regina ve onu kovalayan Peter Jashua kalır...

Keyifli bir filmdi. Bu sefer peşinden koşulanın Cary Grant olması, Audrey'in şapşal âşık bakışları filme renk katmış. Cary Grant'ın canlandırdığı karakter sürekli değişen kimliğiyle Regina kadar izleyiciyi de şüpheye düşürüyor ve izleyici de Regina gibi Grant'a inanmaya hazır.

Film gerilim, gizem, romantik ve komedi gibi pek çok türü içinde barındırıyor. Diyaloglar kadar jest ve mimikler de (Cary Grant'ın bu konuda usta olduğunu düşünüyorum, Audrey Hepburn'ün de şaşkın ve âşık halleri çok sevimliydi) izleyiciyi gülümsetiyor.

Audrey Hepburn bu filmdeki rolüyle 1964 yılı En İyi Kadın Oyuncu ödülünü almış BAFTA'dan, küçük bir not.

Klasiklere epey bir ara vermişim, şunu farkettim ki kesinlikle özlemişim.

Cumartesi, Ocak 16, 2010


MERHAMETİ ERTELEMEK

Patricia Highsmith

Merhameti Ertelemek'le uzun zamandır aklımda olan yazarla tanışıyorum. Başlangıç için yerinde bir seçim mi bunu yakın zamanda okuyabilirsem en az bir kitabından sonra söyleyebilirim ancak. Polisiye-gerilimsever bir okur olarak seçtiğim bu kitap bildiğimiz ya da beklediğimiz manada korku öğesinden çok "kaygı"yı içeriyor. Ki bunu kitabı okuyarak tecrübe eden ben, kitaptaki tanıtım yazısından öğreniyorum. Yine bildik polisiye unsurlardan sürükleyicilik, kitapta hızını yavaşlatıyor. Fazla acelesi olmadan ilerleyen kitapta iki ana karakterin yılgınlıkları, arayışları, anlaşmazlıklarına tanık olan okuyucu uzun süre gerilimin nerede başlayacağını merak ediyor.

Kitabın ana karakterleri Sydney ve Alicia Bartleby, Londra'nın kırsalında yaşayan genç bir çifttir. Sydney, tv için dizi senaryoları yazar, yazmakta olduğu romanına ilave. Alicia ise resimle ilgilenmektedir. Bir gün, çiftin yanlarındaki eve yaşlı bir dul taşınır. Alicia yeni komşusuyla tanıştığında kadının da resimle ilgilendiğini öğrenir. Bu yan eve taşınan yaşlı kadın, gerilime sebebiyet verecek zat gibi klişe bir izlenim bıraksa da okur üstünde, daha çok etkisiz bir tanık rolü üstlenecektir kitapta (ölümünü saymazsak).

Sydney, yazdığı senaryoları satamamanın sıkıntısıyla boğuşurken, Alicia da bu kasvetli havayı solumaktan dertlidir. Alicia, birkaç günlüğüne tek başına tatile çıkacağını söyler, bu ayrılık ikisine de iyi gelecektir onlara göre. Sydney, Alicia gitmeden kısa süre önce eve bir halı alır ve Alicia'nın gidişinin ertesinde, aklına üşüşen kimi fikirlerin provasını yaparken bulur kendini. Erkenden kalkıp eski halısını rulo yapar ve arabasının bagajına koyup ormanlık araziye doğru yola koyulur. Burada bir çukur açar ve halıyı toprağa gömer. Aslında burada Sydney, "Alicia'yı öldürmüş olsaydım, ondan nasıl kurtulurdum?"un provasını yapmaktadır. Eve döndüğünde kendisini rahatlamış hisseder sanki gerçekten Alicia'yı öldürmüş ve kimsenin bulamayacağı bir yere gömmüş gibi.

Bu arada Alicia, başka bir şehirde, arkadaşlarının verdiği bir partide tanıştığı Edward Tilbury'e bir mağaza çıkışı rastlar ve birlikte yemek yerler. Alicia'nın kendince evin tekdüzeliğinden kurtulmak için çıktığı bu yolculuk, Edward'la gözlerden uzak buluşmaların yaşandığı, hatta sahte isimle bir ev tutulup birlikte yaşanılan bir ilişkiye dönüşür.

Alicia'dan uzun süre ses çıkmayınca meraklanan ailesi, Sydney'in rahat tavırlarından rahatsız olur ve olay polise bildirilir. Alicia, kayıp kız olarak gazetelerde yer alır. Polis soruşturma için komşuları Bayan Lilybanks'in ifadesini alır. Ne ki Sydney, kimsenin görmediğini sandığı halı gömme işinde Bayan Lilybanks'in halıyı arabaya koyarken kendisini gördüğünden habersizdir. Polis halıyı sorduğunda Sydney, halının küflendiğini ve çöplerin de çok geç toplanmasından dolayı halıyı gömdüğünü söyler. İlk araştırmada bulunamasa da ardından halı bulunur. İçinde Alicia yoktur (ki akıllarda böyle bir soru oluşmuştur).

Bu arada Sydney, Alicia'yla arasındaki anlaşmayı (kimse kimseyi aramayacak) polise anlatmadan gizlice Alicia'yı aramaya koyulur. Alicia'nın gidebileceği yerlere gider ve bir gün Alicia'nın partide tanıştığı bir adamı istasyonda görür. Kafasında ihtimallerle adamın peşine düşer ve adamın Alicia'yla buluştuğunu görür. Alicia, tanınmamak için saçlarını boyamıştır. Alicia'nın gizli ilişkisinden böylece haberdar olan Sydney, evine döner ve durumu bildiğini belirtecek bir harekette bulunmaz. Ama sonra, Alicia'nın kaybının insanlar üzerinde oluşturduğu şüphenin kendi işlerine gölge düşürmesiyle (Yapımcılar, senaryoları Alicia meselesi hallolana kadar askıda tutacaklarını söylerler) Alicia'ya mektup yazar. Durumu bildiğini, ona kızmadığını, ortaya çıkıp kendi adını temize çıkarmasını söyler. Alicia mektubu aldığında çılgına döner ve sevgilisi Edward'ın tüm sözlerine rağmen eve dönmeyi reddeder.

Ve bir gün, Alicia'nın ölü bulunduğunu öğrenir Sydney. Polis kaydına göre kayalıklardan atlayıp intihar etmiştir. Ama Sydney'e göre durum aksi de olabilir yani onu kayalıklardan Edward'ın ittiğini düşünmektedir. Sydney, Edward'ın evini bulur ve yüzleşirler. Daha sonra polise gittiğindeyse onlardan Edward'ı -zaten bildiği- öğrenir. Polis soruşturma için Edward'ın evine gittiğinde onu baygın halde bulur. Aşırı dozda ilaç alan Edward, polise ne Alicia'nın ölümü ne de Sydney'in evine geldiğinde yaşananları anlatamadan kısa sürede ölür. Merhamet yerini acımasızlığa bırakmış olabilir mi?...

Kurgu içerisinde Sydney karakterinin senaryo sinopsisleri epey bir yer tutuyor bu da biraz sıkıcı olabiliyor. Bir ilk okumaydı. Yazarı ve tarzını ifade edebilmek için tek başına bu kitap yeterli değil gibi geliyor. Belki Cam Hücre belki bir başka kitabı ya da kitapları okunduktan sonra o boşluk dolacak düşüncesindeyim.

Bir de Hitchcockseverim diyorum, Patrica Highsmith'in "Trendeki Yabancılar" romanını yönetmenimiz filme çekmiş 1951 yılında ve ben hâlâ izlememişim onu. Hadi bakalım, bu filmi de listeye ekleyelim yakın zamanda izle diye de not düşelim.

Ayrıntı Yayınları, basım yılı 2000, 207 syf.

Çeviri: Şen Süer Kaya

Salı, Kasım 17, 2009


ŞEYTAN YEMİNİ

Jean Christophe Grange

Farkındayım, bu aralar Grange'la pek haşır neşiriz. Polisiye-gerilim merakım kısa sürede yazarın dört kitabını okuttu bana ama bu kitaptan sonra bu türe biraz ara vereceğim. Bir süre daha kütüphane kitaplarından faydalanacağım. Ne yazık ki kütüphanemiz kitap çeşitliliği ve güncellenme açısından biraz kısır vaziyette. Hal böyle olunca okumak istediğim yeni türler ve yazarlardan uzakta kalıyorum, bir süreliğine.

Şimdi lafı toparla da Şeytan Yemini'ne gel bakalım ey okur: Gelelim efendim, hay hay...
Din olgusunun yazında kendine yer bulması çok eskilere dayanıyor evet ama sanki şu meşum tarih 2012'ye doğru bu konu inanılmaz derecede artış gösterdi dünya edebiyatında. Dinler, tarikatlar/sapkın tarikatlar, mezhepler, kutsal metinler, törenler, ayinler... Din başlığı altında akla gelecek ne varsa polisiye, gerilim, macera... gibi pek çok türde kendine yer buluyor işin ilginci bu kitaplar da çok satıyor. Reklamın bu satışlardaki öncelikli katkısını bir köşeye çekersek geriye ne kalıyor? İnsanoğlunun gizeme duyduğu merak. Bu kitaplar gizli bir şeyleri ortaya çıkarır, her kafadan ses çıkar, komplo teorilerine meraklı kimi kişiler tarafından kabul görür, sırları ortaya dökülenlerse yazılanları safsata olarak nitelendirir. Acaba hangisi doğru? İşte kendine birbirinden uzak iki nokta oluşturan bu konuyu bir çizgiyle birleştiren ve ona doğru adını veren şey sadece "bilme merakı". İyi ve kötünün savaşı, bir yerde yazarın tabiriyle "Tanrı ve Şeytan'ın savaşı"... Şeytan Yemini, fazlasıyla Hristiyan öğenin varlığıyla, Şeytan'a tapanların ritüelleriyle, neredeyse sayfa aşırı yer alan Fransızca adres bilgileriyle, okurun gözüne sokulan reklam markalarıyla ve karakter fazlalığıyla okuru gerçekten yoruyor. Ama Grange yine şaşırtıcı zekasıyla beslediği bu kitabını da okutturuyor.
(Bu parantezi niçin açtık, Grange beğeni listemi okuduğum dört kitap arasında yaparsam; başı Siyah Kan çekiyor, ikinciliği Kurtlar İmparatorluğu, üçüncülüğü Leyleklerin Uçuşu ve son sırayı da Şeytan Yemini alıyor. İlginçtir ki okuma sıram da bu şekildeydi.)

İyi, hoş da hala kitabın konusuyla ilgili bir cümle göremedik diyen okurlar için aşağıdaki satırlar geliyor.
Mat Durey ve Luc Soubeyras... Aynı Katolik okulunda okumuş iki arkadaş... Biri Tanrı biri Şeytan arayışında... Yıllar sonra biri cinayet masası biri ahlak masasında polis olduklarında da arkadaşlıkları devam ediyor. Mat, en yakın arkadaşı Luc'un beline taş bağlayıp kendini nehre atmasına bir anlam veremiyor. Ona göre Luc, inancı yüzünden intihar edebilecek biri değil. Luc, intihar ediyor, ölmüyor ama ne zaman uyanacağı belli olmayan komaya giriyor. Mat ise Luc'u intihara götüren sebebi bulmayı kendine görev biliyor ve Luc'un üzerinde çalıştığı olayları araştırmaya koyuluyor. Buldukları onu Sylvie Simonis'e götürüyor. Yıllar önce bir kuyuda ölü bulunan kızı Manon'un şüpheli ölümü, anne Sylvie'nın dehşet şekilde öldürülüşü... Otopsi sonuçlarına göre cesette yer alan leş yiyici çeşitli böcekler, nereden geldiği belli olmayan vücut içindeki ışıklı liken ama hepsinden önemlisi cinayet mahallinde "Işıksızları Koruyorum" imzası.

Kimdir bu "ışıksızlar"? Mat, din adamları, polisler, doktorlar üçgeninde Simonis cinayetini çözmeye uğraşırken, Simonis olayına benzer iki vakayla daha karşılaşıyor. Hepsinin ortak noktası, cesetlerde böcekler, liken ve ısırıklardan başka, suçunu itiraf eden katillerin geçmişlerinde ölümden döndükleri, koma sürecinde bir negatif ölüme yakın deneyim yaşamış olmaları/ya da yaşamış olduklarını sanmaları...
Mat, Simonis ailesinin küçük kızı Manon'un ölmediğini öğreniyor. Manon, yirmi iki yaşında adını değiştirmiş olarak çıkıyor karşısına. Mat, kıza âşık oluyor, bir yandan kızın kendisini Şeytana taptığı için kuyuya atan annesinden intikam almak amacıyla onu öldürdüğü şüphesini ortadan kaldırıp Manon'u aklamaya, bir yandan da Manon'u peşinde olduklarını düşündüğü Işıksız arayıcılarından korumaya çalışıyor. Manon, yıllar önce annesi tarafından kuyuya atıldığında ölmemiş ve bir doktorun uyguladığı sistem sayesinde hayata dönmüştür. Ama komada kaldığı süre içinde Şeytanın kendisine göründüğü ve Manon'un da artık ona hizmet ettiği iddialarına karşı koyan Mat, Luc'un komadan çıkması ve kendisiyle konuşmasıyla şaşkına döner. Karşısındaki Luc, bambaşka biridir ve Manon'un, Mat'in düşündüğü gibi biri olmadığını, Şeytanın izinden gittiğini ve cinayetleri onun işlediğini söylemektedir.

Ne ki Mat'in, Simonis davası ve aynı şekilde işlenmiş cinayetler hakkında yaptığı araştırmada hep aynı doktor çıkar karşısına. Mat, doktoru bulduğunda gerisi çorap söküğü gibi gelecek, katil ya da katilleri ararken aslında aradığı kişinin, Şeytanın ta kendisinin yıllardır yanıbaşında olduğunu görecektir.

İyi ve kötünün yüzleşmesi ve silahların çekildiği final sahnesi...

Grange, yine yaptın yapacağını ama bu bünyenin üst üste bu kadar gerilimden sonra biraz dingin okumalara ihtiyacı var, Taş Meclisi'ne geçmeden bir süreliğine sana "sonra görüşürüz" diyorum. Belki yakında ama sonra...

Doğan Kitap, basım yılı 2007, 519 syf.

Pazartesi, Kasım 09, 2009


LEYLEKLERİN UÇUŞU

Jean Christophe Grange

Okur tavsiyelerine uydum, Leyleklerin Uçuşu kütüphaneden alındı, Taş Meclisi ise bir sonraki okumaya devredildi. Bir de Kızıl Nehirler'i bulabilsem...

Leyleklerin Uçuşu hakkında okuma öncesi yaptığım kısa araştırma sayesinde biraz bilgim vardı. Leylekler aracılığıyla yapılan elmas kaçakçılığını anlattığını biliyordum ama kitabı okumaya başladıktan sonra, konunun bu kadarla kalmadığını, Grange'ın o dehşet sahnelerinin bu kitapta da yer bulduğunu gördüm. Yani yazar yine gerdi bu okuru.

Anlat bakalım "evvel zaman içinde"... İsviçreli Kuşbilimci Max Böhm, her yaz sonu göç eden halkalı leyleklerinin baharda eve dönmemeleri yüzünden endişelidir. Kayıp leyleklerin izini sürmesi için arkadaşı olduğu bir çiftin evlatlık oğluna iş teklif eder. Bu teklife göre, otuz iki yaşında, tarih doktorası yapmış ama işi olmayan Louis Antioche, leyleklerin Orta Afrika'ya kadar uzanan göç yolunu takip edecek, böylece leyleklerin başına ne geldiğini bulacak ve karşılığında banka hesabı kabaracaktır. Tarih eğitimi almış biri için hayatına renk getireceğini düşündüğü bu teklifi kabul eder Louis ve Max Böhm'ün kendisi için hazırladığı pasaport, vize, araba, para, aranacak kişilerin telefon numaraları listesi ... gibi ihtiyaçlarını ve izleyeceği yol haritasını alır. Yolculuğa çıkmadan önce son bir kez Böhm'le görüşmek için evine giden Louis, onu leylek yuvasının içinde öldürülmüş olarak bulur. Otopside M.Böhm'ün kalp nakli yaptırdığını öğrenir. Burada İsviçre polisi H.Dumaz'la aldıkları ortak karar sonucu H.Dumaz, kuşbilimciyi araştıracak ve Louis de kayıp leyleklerin izinden gidecektir.

Leyleklerin göç yolu üzerinde ilk durak Bratislava olur. Burada kuşbilimcinin leyleklere gözcü olarak tuttuğu adamdan kendisinden önce iki kişinin daha gelip sorular sorduğunu öğrenir. Ardından Sofya'ya geçer. Burada Minaüs adlı bir Fransız dilbilimci yardımcı olur ona. Minaüs onu Balkanların en önemli kuşbilimcisi dediği Rayko Nikoliç'e götürecektir. Ama bir Rom (çingene) olan Rayko'nun öldürüldüğünü öğrenirler. Rayko vahşice öldürülmüş, göğsü yarılıp kalbi çalınmıştır ama bir çingene olduğu için polis olayın üstünü hayvan saldırısına uğradığını söyleyerek örtmüştür. Louis, Rayko'nun otopsisini yapan yine bir Rom olan doktor Milan Curiç'le
tanışır. Doktordan Rayko'nun uyuşturulmadan kalbinin çıkarıldığını öğrenir. Sofya'dan ayrılmak için gara gittiğinde iki silahlı adamın ellerinden güçlükle kurtulur ama adamlardan birini öldürmüştür.

Ve İstanbul, İzmir derken İsrail'e gelir. Burada iletişime geçeceği adamı bulmak için bir kibutzun yolunu tutar ne ki aradığı bu adam da öldürülmüştür. Adamın kız kardeşi Susan'a başından geçenleri anlatır ve ondan da bazı bilgiler öğrenir. Ama İsrail'de de takiptedir. Garda peşine takılan diğer adam burada da onu bulmuştur. Louis, havada leylekle çarpışan bir uçak pilotunun miğferinde elmas parçasının bulunduğunu ve böylece kuşbilimcinin halkalı leyleklerinin aslında elmas kaçakçılığının kuryeleri olduğunu; peşine takılan iki adamın Tek Dünya adlı hayırsever bir örgütün elemanı olduklarını öğrenir. Susan bir anda ortadan kaybolur ve Louis, onun olayı çözdüğünü ve abisinin leylekleri öldürerek ayaklarından çıkardığı halkaları da yanında götürdüğünü anlar. Elmaslar, halkaların içindedir ve Susan elmasları satacak alıcı aramaya başlamıştır bile.

Louis, Paris'e geri döner ve polis müfettişi Dumaz'ı arar. Ona Susan'dan bahseder ve onu bulup korumasını ister. Diğer leylek grubunu izlemek için Orta Afrika'ya gider. Burada kuşbilimciyle bağlantılı olduğunu düşündüğü Otto Kiefer'in peşine düşer. Ormanda yerlilerin yaşadığı bir kampta kalır ve hayvan saldırısına uğradığı için ölen bir kız için tutulan yasa şahit olur. Ama o, bu ölümle ilgili aklındaki soru işaretlerini açığa çıkarmak için ormanın içine bir rahibenin kurmuş olduğu dispansere gider. Rahibenin yardımıyla kızın mezarını açarlar ve rahibenin yaptığı otopsiyle kızın kalbinin çalınmış olduğunu öğrenir. Devamında Tek Dünya'nın gizli yüzünü, hep aynı kan verilerine sahip kişilerin öldürüldüğünü, ortada elmas kaçakçılığından çok daha büyük ve dehşet verici bir suçun döndüğünü anlar. Ve aradığı adamı, Otto Kiefer'ı bulur...

Ardından Paris'e döner. Elmas kaçakçılığını çözmüş ama kalp hırsızlarını bulamamıştır henüz. Elindeki bilgilerse işin başında, Fransızca konuşan, Afrika'ya sürgüne gitmiş ve kuşbilimcinin kalp naklini yapan bir doktor olduğudur. Peki kimdir bu doktor? Öğrendiği yepyeni bilgiler onu evlatlık alan ailenin yanına götürür. Burada kendisi ve öz anne-babası hakkında korkunç gerçekleri öğrenir. Yolculuğun son durağı Kalküta'yadır. Louis burada Tek Dünya adlı örgütün gerçek yüzünü görecek, örgütün başındaki adamla ve kendi geçmişiyle hesaplaşmaya girecek, hayatının en acı gerçeğini, kalbini çalmak isteyen adamı kendisine benzer bir geçmiş yaşayan Rom doktor Milan Curiç'le tarihe gömecektir...

Grange, şaşırtıyor. Karmaşık kurmacasıyla, dehşetiyle, pek çok yeri ve beraberinde kültürü hikayeye yedirişine ve onca karmaşanın içinden ustalıkla çıkan final sahnesiyle.

Doğan Kitap, basım yılı 2006 (1.basım 2002), 358 syf.

Cuma, Ekim 30, 2009


DA VINCI ŞİFRESİ
Dan Brown

Çok satan kitaplardan bir diğeri... 2003 yılında New York Times tarafından tüm zamanların en çok satan kitapları arasında ilan edilen bir kitap, yine çok satanlar listesinde aynı anda dört kitabıyla yer alan tek yazar ünvanlı bir kalem... Time dergisi yazarı dünyayı etkileyen 100 önemli insan arasında göstermiş. Bu kadar yüceltilmiş bir yazar kitabında ne anlatmış olabilir? Kitap hakkında hiçbir fikrim olmasaydı sadece bu özelliklerini bilseydim acaba konuyu tahmin edebilir miydim? Belki. Zaten adı da kendini ele veriyor. Şifre... Demek ki biraz şifreler, biraz sanat (Da Vinci), biraz komplo teorileri, illaki din, çokça kovalamaca...

Kitap, Hristiyanlığın ve kilisenin nasıl yozlaştığını okura aktarırken, İncil'in/lerin nasıl oylamayla kabul edildiğini ironiyle anlatırken, Hristiyanlığı bu kadar irdeleyen bir kitabın nasıl olur da Hristiyan âleminde kıyamet kopartmadığını düşündürüyor okura. İyi ya da kötü nasıl adlandırmak istersiniz bilemem ama şifreyle başlayan kitap başlı başına bir şifre...
Tapınak Şövalyelerinden tutun, Masonlara, Opus Dei'ye, Kutsal Kase'ye, İncil'e, Hz.İsa'ya dek çok kapsamlı Hristiyan öğeler yer alıyor içinde.

Konusuna gelince:
Dini simgebilim profesörü Robert Langdon konferans konuşmacısı olarak Paris'te bulunduğu bir akşam, polis tarafından Louvre Müzesi'ne götürülür.Müze müdürü J.Sauniere öldürülmüştür ve müdürün randevu defterinde R.Langdon'ın adı vardır. Polis cesedin üzerinde ve çevresinde yer alan bazı simgeler için profesörün yardımını istemektedir. O gece polisin baş şüphelisi olduğundan habersiz soruları yanıtlarken kriptoloji uzmanı Ajan Sophie Neveu, Langdon'a tehlikede olduğunu ve müzeden kaçması gerektiğini söyler. Müze müdürünün kanıyla bıraktığı şifreleri çözmeye çalışırlar ve Louvre'dan kaçarlar. Bu arada Langdon, müze müdürünün Ajan Sophie N.'nin yıllardır görüşmediği dedesi olduğunu öğrenir. Dedesi Sophie'ye hayatlarının tehlikede olduğunu ve Robert Langdon'u bulmasını söylemiştir. Ve artık ikili tehlikeli bir arayışın içinde kendilerini bulurlar. Leonardo Da Vinci'nin tablosuna gizlenen şifreler, emanet bankasında bir kasayı açan anahtar, kasadaki kutu içinde iki kripteks, kripteksin içindeki şifreler ve bulunacak bir Kutsal Kase.

Şifreler ve Sophie'nin henüz küçükken dedesiyle birlikte yaşadığı günlerdeki hatıraları dedesinin bir tarikatın Büyük Üstat'ı olduğunu ortaya çıkarır. Kripteksi açabilmek ve peşlerindeki Fransız polisinden kaçabilmek için sığınacakları tek adres vardır: Kutsal Kase meraklısı İngiliz Kraliyet Tarihçisi Sir Teabing'in evi. İkili Sir Teabing'le kripteksi açacak şifreyi bulmaya çalışırlarken eve gizlice giren bir keşişin karşılarına çıkışıyla şaşkına dönerler. Keşiş Silas'ı, Opus Dei (Vatikan Piskoposluğu) Piskoposu Aringorasa tarafından kripteksi almakla görevlendirilmiş albino adamı etkisiz hale getirip yanlarına alarak Londra'ya uçarlar. Londra'da taşlar yerine oturacak, Sir Teabing'in gerçek kimliği ortaya çıkacak ve S.Neveu küçükken kazada öldüklerini bildiği ailesi ve kendi hakkında şaşırtıcı bilgiler edinecek. Hz.İsa ve Magdalalı Meryem'in soyundan geldiğini mesela...

Ve Langdon başladığı yere geri dönecek... Kutsal Kase'yi bulacak mı? Belki...
Kitap, kısaca Hz.İsa'ya tanrısal özellikler veren kiliseyle, aslında Hz.İsa'nın Magdalalı Meryem'le eş olduğunu, hatta çocukları olduğunu söyleyen Sion Tarikatı arasında bir sır saklama oyununu anlatıyor. Ve Hristiyanlık, Hz.İsa ile ilgili gerçeklerin sembolü Kutsal Kase (burada Kase'nin bilindik anlamı yerine mecazi olarak dişiyi yani Magdalalı Meryem'i temsil ettiği söyleniyor)'nin sır olarak saklanan yerinin dünyaya açıklanmaması için verilen savaşı konu alıyor. Çünkü bu bilgi, Hristiyanlığı temelinden sarsacak bir güç...

Yazar, bu bilgilere nasıl ulaşmış diye düşünürken ve kitabın başında yer alan belgelerin, gizli âyinlerin gerçek olduğu cümlesini de aklımda tutarken "şaştım, kaldım, afalladım" ve "olabilir, mümkündür, kesin doğrudur" cümlelerini de zihnimden geçirdim.

Bu dünyada her şey olabilir, din kitlelerin afyonu da olabilir, din sömürücülüğü de yapılır, para için, iktidar için hatta çok daha büyük emeller için insanlar kuzu gibi güdülebilir, hepsi olur artık hiçbirine şaşırmam da kendisine verilen en büyük nimetin akıl olduğunu anlamayan iki ayaklının haline acırım. Ama "aklın içinde kalan akılsız"a daha çok acırım...

Kitaba dönersek, dini bilgiler, şifreler, sanat eserleri, komplo teorileri, gizli tarikatlar... bunlarla başa çıkabilecek okur için gizemli ve sürükleyici aksi için çok sıkıcı bir kitap olabilir.

Bir de filmi var, Melekler ve Şeytanlar'ı izlemiş ve sıkılmış bir izleyici olarak belki izlerim.


Altın Kitaplar, basım yılı 2003, 495 syf.

Cuma, Ekim 16, 2009

SİYAH KAN

Jean Christophe Grange

Kızıl Nehirler, Kurtlar İmparatorluğu ve Taş Meclisi gibi popüler ve çok satan kitaplara imza atmış Fransız yazara ait okuduğum ilk kitap. Yani, yine bir tanışma faslı, polisiye-gerilim meraklısı bu okura tabir yerindeyse "vay be" dedirten bir okuma serüveni.
Yazarın ikinci ve belki üçüncü bir kitabını okuduktan sonra fikrim değişir mi bilemem ama yazarın sürükleyici anlatımı, kurgunun başarısı ve gerilim duygusunu sıcak tutan hayalgücünün ürettiği akla ziyan sahneler, yazarın bu türde öne çıkmasını gayet iyi açıklıyor. Bütün anlatılanların kurgu olması da bir insan evladı olarak içimi rahatlatan noktalardan biri.

Kitap, bir yakalama sahnesi ve tropiklerde işlenmiş bir seri cinayet haberiyle açılışı yapıyor. Yazıyı yazan ise eskinin paparazzi muhabiri şimdinin haber muhabiri Parisli Marc Dupeyrat. Hakkında yazı yazdığı kişi ise yıllar önce dalış sporunda ödülleri olan ünlü isim
Jack Reverdi. Jack Reverdi, Malezya'da bir kızı öldürdüğü gerekçesiyle hapse atılır. Ne ki bu ünlü Fransız sporcunun ilk cinayeti değildir ama diğerleri gibi bu son cinayeti de Reverdi'nin işlediği kanıtlanamamıştır. Reverdi çok büyük ihtimalle alacağı idam cezasını beklerken, kendi ülkesinde bir gazeteci onu araştırmaya koyulur. Marc Dupeyrat adlı bu gazeteci kurbanlarını genç kadınlar arasından seçen ve onları havasız bırakarak öldüren katilin öfkesini, niçin cinayet işlediğini ve öldürme itkisini anlayabilmek için Reverdi'yle temasa geçmeye çalışır. Öncelikle Reverdi'ye mektup yazarak başlar işe. Ama bu mektuplar Elisabeth Bremen imzalıdır. Kendisini psikoloji masterı yapan yirmi dört yaşında bir genç kız olarak tanıtan M.Dupeyrat, mektuplarına önce olumsuz cevaplar alsa da durumu kendi lehine çevirmeyi başarır ve Reverdi cinayet sırlarını teker teker anlatmaya başlar çok etkilendiği Elisabeth'e. Kullandığı sahte ismi çaldığı bir pasaporttan bulan M.Dupeyrat, fotoğraf olarak da eskiden birlikte çalıştığı paparazzi fotoğrafçısının yeni gözde manken adayını kullanır. Reverdi'nin Elisabeth'ten tuhaf bir isteği olur. Kanının rengi... Gazeteci bu sorulara Reverdi'nin istediği gibi cevap verebilmek için soluğu kadın doktorunda alır. İstediği cevapları ona verdikten sonra Reverdi, Elisabeth'e cinayetleri çözebilmesi ve kendisini anlayabilmesi için bir yolculuğa çıkmasını söyler. Bu yolculuk, Reverdi'nin işlediği cinayetlerin mekanı Kamboçya, Tayland ve Malezya'yadır. Elisabeth yani M.Dupeyrat için yolculuğun ilk durağı Kuala Lumpur'dur. Elisabeth/Marc burada Reverdi'nin tarif ettiği "Hayat Yolu"nu bulur. Ve ardından Reverdi'nin talimatlarına uyarak onun geçtiği her yerden yavaş yavaş düğümleri çözerek geçer. Reverdi'nin gömdüğü bir cesedi bulur ve katilin seçtiği kurbanları hava geçirmez kulübelerde nasıl oksijensiz bıraktığını, açtığı yaraları nasıl kapattığını, kurbanın oksijeni bitene kadar Reverdi'nin odada beklediğini ve kapattığı yaraları nasıl tekrar açtığını öğrenir... Katilin neden böyle bir ritüel uyguladığını da çözüyor sonunda. Oksijensiz kan yani siyah kandır bulduğu...

Ve Elisabeth/Marc hiçbir açıklama yapmadan, izini kaybettiriyor. Paris'e dönüyor. Reverdi ona ulaşabileceği posta adresine yazmaya devam ediyor. Marc, bütün bu araştırmasını kağıtlara döküyor kurgu karakterlerle ve kitabın adı Siyah Kan oluyor. Ama bir gün, tam da Reverdi'nin idamını beklediği günlerde Reverdi'nin nakil arabasının denize uçtuğunu ve Reverdi'nin cesedinin bulunamadığını öğreniyor. Reverdi'nin sıradaki avı Elisabeth oluyor. Marc Dupeyrat hoşlandığı ve onun da kendisinden hoşlandığını bildiği manken kız Hatica'yı da yanına alarak kaçıyor.

Peki Reverdi onları buluyor mu? Av kim? Avcı kim? Marc Dupeyrat neden Reverdi'yi takıntı haline getirmiş olabilir? Finalde kim sağ çıkacak oksijensiz odadan?

Klişedir ama çocukluk travmalarının insan üzerindeki etkisini -ki kitapta yazar bunun sağlamasını karakter/ler üzerinden çok güzel vermiş- seri cinayetlere kadar uzanan bu gerilim hattını etkileyici bir kurguyla okura sunuyor yazar. Kitap sürükleyiciliğiyle film kareleri gibi geçiyor gözünüzün önünden. Ama şiddet sahnelerin büyüklüğü azımsanmayacak şekilde olduğu için Reverdi ve Marc Dupeyrat karakterleri bırakın sadece sayfalar arasında kalsın.

Yazarın diğer kitaplarını -kütüphanede bulabilirsem- okumayı düşünüyorum. Zeka ve hayalgücü ikilisinin yazarda yüksek dozda olduğunu hissettiğimden.

Doğan Kitap, basım yılı 2005, 458 syf.

Pazar, Kasım 09, 2008


ROSEMARY'S BABY

Ira Levin'in aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan, başrolünde Mia Farrow'un oynadığı 1968, ABD yapımı bir Roman Polanski filmi.

Gelelim bu korku, gerilim filminin konusuna:
-açıklayıcıdır bilginize-

Genç bir çift, Rosemary ve tanınmak için çırpınıp duran bir aktör olan kocası Guy, New York'ta kötü şöhretli eski bir binaya taşınırlar. Binanın yaşlı sakinleri arasında bir çift, Roman ve Minnie Castavet genç çifte yakınlık gösterirler ve kısa sürede arkadaş olurlar. Rosemary yeni komşularına biraz tedirgin yaklaşsa da kocası Guy, yeni komşularından çok memnundur.
Rosemary, yaşlı komşularının yaşadığı yan daireden tuhaf sesler duyar ve bir gece rüyasında şeytanın tecavüzüne uğradığını görür. Kısa süre sonra hamile olduğunu öğrenir. Genç çift, çok mutludur.

Rosemary, komşusu Minnie Castavet'in kendisi için hazırladığı özel bitki karışımlarından içer. Ve yine Minnie'nin ona şans getirmesi için verdiği içinde kötü kokulu bir bitkinin olduğu kolyeyi takar.


Bu arada kocası Guy, önemli bir oyunda başrol oynayacak oyuncu kör olunca, onun rolünü alır. Rosemary gün geçtikçe zayıflamaktadır. Eşi ve komşuları bunun geçici bir durum olduğunu söyleseler de çiftin yakın arkadaşları Hutch, öyle düşünmemektedir. Hutch, Rosemary'nin komşularında bir gariplik olduğunu farkeder ve komşuların hakkında bir araştırma yapar ama bulduklarını söyleyemeden ölür. Ölmeden önce Rosemary'e verilmesi için bir kitap bırakmıştır. Kitap, cadılar hakkındadır. Rosemary kitabı okur ama eşi Guy, kitaptakilerin saçmalık olduğunu söyler ve kitabı okumasını istemez.

Komşuları Castavet çifti Rosemary'e ünlü bir doktoru tavsiye ederler. Rosemary eski doktorunu bırakır ve yeni doktora devam eder. Doktor ona Minnie'nin hazırladığı içecekleri içmeye devam etmesini söyler. Rosemary gün geçtikçe kötüleşmektedir ve Castavet çiftinden şüphelendiği için içecekleri içmeyi bırakır.
Hutch'ın bıraktığı kitaptan Castavet ailesi hakkında bilgiler edinir ve çiftin Rosemary'nin doğacak bebeğini istediklerini anlar. Kocasının da bu işte parmağı olduğunu da. Valizini hazırlar ve doğumu yaptırması için doktoruna gider ama doktorda da Minnie'nin kendisine verdiği tuhaf kokulu bitkiden olduğunu öğrenince oradan kaçar ve eski doktoruna gider. Ona hikayeyi anlatır. Castavet çiftinin bebeğini almak istediğini de. Doktor ona dinlenmesini söyler. Bu arada kocasına ve doktoruna haber verir. Guy ve doktor onu almaya gelirler. Ve ona evde doğum yaptırırlar.

Rosemary bebeğini doğurur ama ona bebeğin öldüğünü söylerler. Bir gün yan daireden bebek sesleri duyan Rosemary, gizlice daireye girer ve bebeğin ölmediğini öğrenir. Bebek beşiktedir, kocasının da içlerinde olduğu bir kalabalık kutlama yapmaktadır. Rosemary, beşiğe gider ve bebeğini görür, şeytanın çocuğunu...


.........................................................

Yönetmenin izlediğim tek filmi. Uzun bir film olmasına rağmen gerilim son ana kadar devam ediyor.
İçinde pek çok konuyu barındıran filmde Şeytan ve "satanizm" ön planda. Ama filmin genelinde ve özellikle final sahnesinde "anne" kavramı enteresan bir şekilde işleniyor. Yani Rosemary, şeytanın çocuğuna annelik edecek mi yoksa bebekten vaz mı geçecek?

Sinema tarihi açısından önemli bir film olduğu muhakkak ama filmde rahatsız eden bir şeyler var. Kabul Mia Farrow rolünün hakkını fazlasıyla vermiş, keza diğer oyuncular da öyle, yönetmenin dehası ve filmin işlenişi, müzikleri de güzel ama sanırım konunun rahatsız edici olması ve final sahnesi izleyiciyi tuhaf duygular içine sokuyor. En azından kendi adıma...

Küçük bir araştırmadan sonra, bu filmin ardından
yönetmenin başına gelen talihsiz olayı da öğrenmiş oldum. Polanski'nin sekiz aylık hamile eşi ve evindeki üç arkadaşı Charles Manson çetesi tarafından katledilmiş ne yazık ki...

Enteresan bir film, çok kötü bir son...

bir Roman Polanski filmi
1968, ABD yapımı

Türkçe altyazılı

korku, gerilim, dram

136 dk.

IMDb puanı 8.0/10. Top 250'de 214. sırada.

Çarşamba, Ekim 22, 2008


THE MAN WHO KNEW TOO MUCH (1934) / ÇOK ŞEY BİLEN ADAM

1934, ABD yapımı bir Alfred Hitchcock filmi.
Filmin başrollerinde Leslie Banks, Edna Best ve Peter Lorre var.

Gelelim filmin konusuna:

-açıklayıcıdır bilginize-

Tatillerini İsviçre'de geçirmeye karar veren İngiliz Bob ve Jill Lawrence burada Fransız Pierre Fresnay ile tanışırlar ve dost olurlar. Kısa süre sonra Fresnay, Jill'le dans ettiği sırada silahla vurulur. Ölmeden hemen önce Jill'in kulağına önemli bir şeyler fısıldar.

Polis soruşturma başlatır, ama İngiliz çift polise Fresnay'ın sırrını söylemezler. Çünkü kızları Betsy'nin kaçırıldığını ve eğer polise Fresnay'ın sırrıyla ilgili bir şey anlatırlarsa kızlarının öldürüleceğini söyleyen bir not alırlar.


Fresnay'ın sırrı yabancı bir diplomata Londra'da Albert Hall'de bir suikast düzenleneceğidir. Ama Lawrence çifti kızları Betsy'i tehlikeye atmamak için polise konuşmazlar ve Bob Lawrence kızını kendi bulmaya karar verir...

..........................................

Hitchcock bu filmi 1956'da daha büyük bir bütçeyle tekrar çekmiş.Başrollerde James Stewart ve Doris Day var.

1934 yapımı bu film, İngiliz yönetmenin dünyaca tanınmasını ve Amerikan film endüstrisinin de dikkatini çekmesini sağlayan filmmiş.

Ayrıca, bu filmde oynayan ve daha öncesinde seyrettiğim Arsenic and Old Lace'de de kaçak doktoru canlandıran aktör Peter Lorre'ın konuşmasının kulağa ilginç gelmesinin nedeni, kendisinin İngilizce bilmemesi ( Almanmış) sebebiyle repliklerini fonetik olarak ezberlemiş olmasıymış. Ben de filmleri izlerken aktörün ne kadar yavaş konuştuğuna dikkat etmiştim. Nedeni buymuş...

bir Alfred Hitchcock filmi
1934, ABD yapımı
siyah-beyaz
Türkçe altyazılı
macera, gerilim, dram
76 dk.

IMDb puanı 6.9/10.

DIAL M FOR MURDER / CİNAYET VAR

1954, ABD yapımı Alfred Hitchcock filmi. Frederick Knott’un oyunundan uyarlanan filmin başrollerinde Ray Milland, yönetmenin çalışmayı en sevdiği aktris Grace Kelly
( ek bilgi: Aktörlerden de Gary Grant'ı pek severmiş) ve Robert Cummings var.

Gelelim filmin konusuna:
-açıklayıcıdır bilginize-

Tony Wendice ( R. Milland), genç ve güzel karısının kendisini aldattığını öğrenir. Karısının yazar Mark Halliday ile ilişkisi vardır. Tony, karısına öfkelidir ve onu öldürmeye karar verir. Arabasını satın almak bahanesiyle bir adamı evine davet eder. Adam, Tony'nin üniversiteden arkadaşıdır. Adam onu tanımaz ama Tony kendini hatırlatır ve adamı evine çağırışının gerçek sebebini söyler.

Adamın sicili pek parlak değildir, ismini değiştirmiştir ve kadınları sömürmektedir. Tony, onu tehdit ve parayla cinayeti işlemeye ikna eder. Planını çoktan yapmıştır. Karısının arkadaş olarak kendisiyle de tanıştırdığı Mark Halliday'le birlikte dışarı çıkacaklar ve karısı da o akşam evde olacaktır. Tony, cinayeti işleyecek adamın içeri girebilmesi için binanın merdivenine karısının anahtarını bırakır.

Olay gecesi planlanan gibi Tony ve Mark dışardadır. Margot Wendice (Grace Kelly) ise evdedir ve uyumuştur. Adam, eve girer ve kararlaştırdıkları saatte Tony, kulübeden evi arar ve düşündükleri gibi karısı uyanır. Telefonu açmak için yazı masasına gelir. Telefonu açar ve adam o sırada çorapla onu boğmaya çalışır. Tony de telefondan onları dinliyordur. Margot Wendice, masanın üzerindeki makası adamın sırtına saplar ve elinden kurtulur. Adam ölmüştür. Margot telefondaki kocasına hemen eve gelmesini söyler...

Tony eve gelir. Delilleri değiştirir ve polisi çağırır. Adamın cebine karısının sevgilisi Mark Halliday'e yazdığı bir mektubu bırakır. Polis, adamın Margot Wendice'a şantaj yaptığı için öldürüldüğünü düşünür.Margot Wendice tutuklanır ve mahkeme idam kararı verir.

Ama sevgilisi Mark Halliday işin peşini bırakmaz ve Tony'ye Margot'u kurtarmak için yardımcı olmasını teklif eder. Tony'nin yüklü miktarda parayla gideceğini öğrenen Mark, polis müfettişi ile birlikte olayı çözer. Ve hiç beklemediği bir anda Tony, Margot, Mark ve müfettişi karşısında bulur...
...........................................

Filmin neredeyse tamamı bir evde, salonda geçiyor. Ama gerilim ve merak duygusunun sonuna kadar devam ettiği sevdiğim Hitchcock filmlerinden.

bir Alfred Hitchcock filmi

1954, ABD yapımı

105 dk.
, renkli

Türkçe altyazılı
gerilim

IMDb puanı 8.1/10. Top 250.'de 207.sırada.

Cuma, Ekim 10, 2008


SPELLBOUND / ÖLDÜREN HATIRALAR

Başrollerini Ingrid Bergman ve Gregory Peck'in paylaştığı 1945, ABD yapımı bir A.Hitchcock filmi.

Romandan senaryolaştırılıp filme uyarlanan Spellbound'un konusuna gelince:

-açıklayıcıdır bilginize-
Dr. Constance Petersen (I. Bergman), kendini işine adamış başarılı bir psikiyatristtir. Bir gün,çalıştığı hastanenin şefi olan Dr. Murchison' ın yerine suçluluk psikolojisi üzerine çalışmaları bulunan ünlü doktor Anthony Edwardes atanır. Dr. Anthony Edwardes hastaneye gelir. Herkesin beklediğinden de genç olan doktorun, diğer doktorlarla birlikte yemek yedikleri sırada, Dr. Constance Petersen'in örnek vermek için masa örtüsüne çatalıyla çizgiler çizerken tuhaf tepkiler vermesi ve çizgileri bıçağıyla düzeltmesi dikkat çeker.Dr.Constance ve Anthony Edwardes arasında yakınlaşma başlar. Bir hastanın intihar teşebbüsü sonrasında ameliyathaneye ikisi birlikte girerler ama Dr. Anthony Edwardes fenalaşır ve Constance onu odasına götürür. Uyanmasını beklerken doktorun kitabını okumaya başlar ama burada dikkatini çekecek bir şey olur. Kitaba Dr.Anthony Edwardes tarafından atılan imzayla, doktorun Constance'a yazdığı nottaki imza aynı değildir. Constance, başında beklediği adamın Dr. Anthony Edwardes olmadığını anlar. Adam uyandığında gerçek Dr. Edwardes'in öldüğünü öğrenir. Yalnız adam kendisine ait hiçbir şey hatırlamıyordur. Cebinden çıkan sigara tabakasının üzerindeki J.B. harflerinden ismini bulmaya çalışırlar. Constance adamdan hoşlanıyordur ve onu psikanaliz tekniğiyle konuşturmaya kararlıdır. Her ne kadar adam Dr. Edwardes'ı kendisinin öldürdüğünü söylese de Constance ona inanmaz. Adamın yani J. B.'nin gördüğü rüyaları yorumlamaya çalışır. Ameliyathanede fenalaştığı günün ertesinde Constance'a bir not bırakarak kaçar adam. Ve o gün polis de hastaneye gelmiştir. Gerçek Dr. Edwardes'ın sekreterinin ifadesiyle sahte doktorun izini bulurlar ama sahte doktor yani J.B. ellerinden kaçmıştır.

Constance notu bulur ve J.B. 'nin yanına gitmek üzere hastaneden ayrılır. Nottaki adrese gider. Bir otel odasında bulur onu. Ve psikanaliz seanslarına devam ederler. Ama Constance'ın fotoğrafının gazeteye verildiğini ve arandığını görünce otelden çıkarlar ve trene binip Constance'ın üniversiteden hocası olan Dr. Alexander Brulov' un evine giderler. Doktora evlendiklerini söylerler ama doktor gerçeği çoktan anlamıştır.

İki doktor birlikte psikanaliz uygularlar ve J.B.'nin tuhaf rüyalarını yorumlarlar. Beyazdan ve çizgilerden neden korktuğunu ortaya çıkarırlar. Yine rüyadan çıkardıkları Cebrail Vadisi'ne giderler Constance ve J.B yani John Balantine. J.B.'nin korktuğu beyaz, karı temsil etmektedir ve birlikte onun söylediği yerde kayak yaparlar. Tam uçuruma yaklaşmışken J.B., Constance'ı durdurur ve düşmekten kurtulurlar.
J.B. burada çok şey hatırlar. Özelikle Dr. Anthony Edwardes'ın buradan düşürüldüğünü ve kendisinin de küçükken kazayla kardeşinin ölümüne neden olduğunu. Kardeşinin ölümünden duyduğu suçluluk duygusundan kurtulabilmek için savunma mekanizması kendince böyle bir yol bulmuş ve J.B., Anthony'nin yerine geçmiştir. Olayı çözdüklerini düşünürler ama Dr. Anthony Edwardes'ın cesedi bulunduğunda işler daha da karışır. Çünkü cesette bir kurşun yarası vardır. Yani ortada bir cinayet vardır. Ve John Balantine tutuklanır. Constance işin peşini bırakmaz ve çalıştığı hastaneye geri döner Dr. Brulov ile birlikte. Hastanenin eski şefi tekrar iş başındadır. Dr. Murchison'ın yani şefin Dr. Edwardes hakkında söylediği bir cümle Constance'ı harekete geçirir ve Constance olayı çözer. Ve patlayan bir silah...

John Balantine serbest bırakılır ve mutlu son...

.......................................................

Filmdeki rüya sahnelerini ünlü ressam Salvador Dali tasarlamış. Oldukça farklı sahneler, özellikle iç içe açılan kapılar meşhur sahnesi filmin.
Yönetmeni sevdiğim için filmleri arasında seçim yapmakta zorlanıyorum ama bu film hem konu, hem işleniş açısından farklı bir Hitchcock eseri. A. Hitchcock sevenler, bu filmi de izleyin...




bir Alfred Hitchcock filmi

1945, ABD

gerilim, dram, romantik, gizem

111 dk.

Türkçe altyazılı


IMDb puanı 7.7/10.

Çarşamba, Ekim 08, 2008

SUSPICION / ŞÜPHE

Başrollerinde Cary Grant ve Joan Fontaine'nin oynadığı 1941, ABD yapımı bir Alfred Hitchcock filmi.

-açıklayıcıdır bilginize-
Johnnie Aysgarth ( Cary Grant) çalışmadan zengin olmanın peşinde, yarış meraklısı tüm kadınların ilgisini çeken biridir ve bir gün trende aynı kompartımanı paylaştığı Lina'nın ilgisini çeker. Daha sonra at bindikleri yerde tekrar karşılaşırlar ve çapkın Johnnie kasabanın diğer bayanlarının yardımıyla onlarla birlikte Lina'nın evine gider ve Lina'yla bir randevu ayarlarlar. Ama Johnnie bir süre sonra arayıp gelemeyeceğini söyler. Lina yıkılır çünkü ona aşık olmuştur. Lina iyi yetişmiş, zengin bir ailenin kızıdır ama çekingen ve duygusaldır. Ailesi onun evlenemeyeceğini düşünür. Ailesinin konuşmalarını duyan Lina, onlara Johnnie'den bahseder. Johnnie, Lina'ya sürpriz yapar ve baloya geleceğini söyler.

Aralarındaki yakınlık karşılıklı aşka dönüşür ve Lina general babasının bu ilişkiye izin vermeyeceğini düşünür. Johnnie ile kaçar ve evlenirler. Güzel bir balayı sonrası Johnnie'nin tuttuğu eve yerleşirler ve Lina'nın babası onlara hediye olarak antika iki sandalye gönderir. Johnnie'nin arkadaşı Beaky de onlara misafir olur. Bir gün Lina sandalyelerin yerinde olmadığını farkeder. Beaky, Lina'ya Johnnie'nin yarış tutkusundan bahseder ve Lina sandalyeleri bir dükkanın vitrininde görür. Eve döndüğünde Johnnie durumu kotarır, çünkü Lina Johnnie'ye inanmaya hazırdır. Johnnie eve elinde pahalı hediyelerle gelir ama çalışmıyordur ve parası da yoktur. Lina, Johnnie'nin yarışta kazandığını söylediği parayı yanında kısa süre çalıştığı kuzeninden çaldığını öğrenir ama bunu Johnnie'ye söylemez. Johnnie Beaky'le birlikte bir emlak şirketi kurmaya karar verir. Bu arada Lina'nın babası ölür ama Lina'ya çok az bir miras bırakmıştır ve bir de kendi tablosunu.

Beaky, Paris'e gider ama Lina ve Johnnie'ye onun ölüm haberi gelir. Lina, Beaky'i Johnnie'nin öldürdüğünü düşünmektedir. Çünkü Johnnie sürekli yalanlar söylemektedir ve paraya ihtiyacı vardır, Beaky'nin de parası vardır. Lina, Johnnie'ye sürekli kuşkuyla bakar. Johnnie'nin de tavırları değişmiştir. Lina, Johnnie'nin onu da öldüreceğini düşünür ve annesinin yanına gitmeye karar verir. Johnnie'yle arabaya binerler ve yolculuk sırasında aslında şüphelerinin yersiz olduğunu, Beaky'i onun öldürmediğini öğrenir ve evlerine dönerler.

Lina, Johnnie'nin tüm yalanlarına, çalışmamasına katlanır ama cinayet işlemiş olma ihtimaline tahammül edemez. Johnnie'den şüphelenmesi için kendince başka nedenleri de vardır. Cinayet romanları yazan bir kadın yazarla sürekli görüşmesi ve ondan cinayet romanlarını alması gibi. Özellikle kurbanlarını zehirle öldürenleri....

.....................................................

Cary Grant'ın yakışıklılığı ve Joan Fontaine'in naif güzelliğiyle daha da güzelleşen bir A. Hitchcock filmi.


Alfred Hitchcock izlemelerim devam edecek...
Tavsiye ederim, izleyin...

bir Alfred Hitchcock filmi
1941, ABD yapımı

Türkçe altyazılı

gerilim, kara film

99 dk.


IMDb puanı 7.6 /10.

Cuma, Eylül 26, 2008

VERTIGO

Usta yönetmenin en popüler ve en beğenilen filmlerinden biri Vertigo yani
Yükseklik Korkusu.
Vertigo'yu yıllar önce izlemiştim ama Hitchcock sinema günleri düzenlediğim şu aralar tekrar izledim filmi. James Stewart'ı beğendiğimi söylemiştim sanırım Şahane Hayat'ı yorumlarken.
Bu filmde de başrolde James Stewart ve Kim Novak var. 1958, ABD yapımı filmin konusuna gelelim:

-açıklayıcıdır bilginize-
San Fransisco polislerden Dedektif Scottie Ferguson (James Stewart)bir suçluyu kovalamaca sırasında atladığı binanın damından düşmek üzereyken, ortağı onu kurtarmaya çalışır ama kurtaramaz ve ortağı binanın damından aşağı düşer. Ortağının bu şekilde ölümü üzerine dedektif Scottie'de yükseklik korkusu başlar ve masa başı çalışmak istemediği için işinden ayrılır.

Bu arada eski okul arkadaşı Gavin Elster onu arar ve görüşmek istediğini söyler. Arkadaşı dedektif Scottie'den, davranışlarından şüphelendiği eşini takip etmesini ister. Scottie önce itiraz eder ama kabul eder işi ve Madeleine'i (Kim Novak) izlemeye başlar. Madeleine, her gün arabasına binip tuhaf yerlere gitmektedir. Resim galerisine gider bir gün ve bir tablonun karşısında oturarak geçirir vaktini. Scottie, resimdeki kadınla Madeleine arasındaki benzerliğe şaşırır. Madeleine resimdeki kadına yani Carlotta Valdes'e benzemeye çalışmaktadır. Scottie takibe devam eder ve Madeleine'in peşinden köprü ayağına kadar gelirler. Madeleine burada suya atlar ve ardından Scottie de atlar suya. Onu kurtarır, evine getirir. Madeleine uyandığında Scottie'nin evinde bulur kendini. Scottie telefonla konuşurken Madeleine gider evden. Ertesi gün Madeleine'i evinin kapısında kendisine teşekkür etmek için beklerken bulur.

Birlikte arabaya binerler ve küçük bir geziye çıkarlar. Burada Madeleine, garip hareketlerinin nedenini açıklar. Galerideki resim büyük büyük annesine aittir ve büyükanne yani Carlotta Valdes, 26 yaşında intihar etmiştir. Kendisi de 26 yaşındadır ve bir ses ondan Charlotta gibi davranmasını ve intihar etmesini istemektedir.

Madelaine yaptıklarını hatırlayamadığını söyler Scottie'ye. Bu gezide yakınlaşırlar ve Scottie Madeleine'a aşık olur. Madelaine'ın rüyasında gördüğünü söylediği çanlı kuleye giderler birlikte. Madeleine oraya daha önce gitmiştir ve Scottie bunu biliyordur. Kuleye gittiklerinde Madeleine koşarak Scottie'nin yanından ayrılır ve merdivenlerden çıkmaya başlar. Scottie de peşinden gider ama yükseklik korkusu yüzünden tepeye çıkamaz. Ve Madeleine kendini aşağı atarak intihar eder. Scottie şoktadır ve orayı terk eder. Görülen davada sadece Madeleine'ın intiharına şahit olarak kaydedilir. Madeleine'ın kocası şehri terk eder. Scottie geçirdiği şok sebebiyle bir merkezde müzik terapisi görmeye başlar. Merkezden ayrıldığında Scottie her yerde Madeleine'i görmeye başlar, herkesi ona benzetir. Bir gün otele girerken gördüğü bir kadın Madeleine'a ikizi kadar benzemektedir. Otele girer ve kadının odasına çıkar. Kadın önce iyi karşılamaz onu ama sonra Scottie'nin yemek teklifini kabul eder. Scottie kadından Madeleine gibi giyinmesini, saçlarını onun gibi boyamasını ister. Ve bir gün kadının boynuna taktığı kolye Scottie'nin gerçeği anlamasını sağlar. Kadının taktığı kolye, Madeleine'ın galeride baktığı resimdeki kadının, yani Carlotta'nın kolyesidir.


Scottie kadına yemeği şehir dışında yemeği teklif eder ve onu Madeleine'ın intihar ettiği kuleye götürür. Burada her şey açığa çıkar ve sürpriz bir final sahnesiyle film biter.

.......................................................






Filmdeki plaj sahnesi 2002 yılında filmlerdeki "gelmiş geçmiş en şık sahne" ünvanını almış.










Hitchcock sevenler kaçırmasın...


bir Alfred Hitchcock filmi

1958, ABD

gerilim

128 dk.

Türkçe
altyazılı